Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler… “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba.
Ruşen Çakır: Geçen haftadan bir sözümüz var, Mustafa Sarıgül konuşalım diye, ama Mustafa Sarıgül konuşacak pek bir şey yapmadı. Ne dersin, erteleyelim mi?
Kemal Can: Bu hafta sessiz geçti. Bir videoya filan rastlamadım ben. Dolayısıyla biraz daha biriktirip konuşma sözü verelim. Sözümüzü bir hafta daha ileriye itelim.
Ruşen Çakır: Evet. Ben evinden çıkıp yürürken bir tane kısa videosunu gördüm, ama pek bir şey anlamadım. Neyse, o hakkımızı sonraya saklayalım. Bu hafta konuşacak çok şey var aslında. Levent Gültekin’e saldırı var. Ekrem İmamoğlu’nun o ilginç sosyal medya paylaşımı ve ardından yaşananlar… Oradan hareketle özellikle İYİ Parti meselesi var. Ama öncelikle şu salgını konuşalım. Çünkü birkaç hafta pek değinmedik, kısaca değindik. Artık bir yıl oldu ve yine söylenen tarihlerde aşıyla ilgili ertelemeler vs.. Ne olacağı belli değil. Şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşuyor ve esnafa vergi muafiyeti dedi. En son o dikkatimi çekti. Cami çıkışında, Cuma çıkışında söylediği tedbirler konusunda yine işler karışıyor galiba. Çünkü örneğin ilk açıklanan haritaya göre, İstanbul başta olmak üzere birtakım yerlerin renkleri değişecek. Tedbirler de mi değişecek? Çok karışık bir bilanço var. Son günler itibariyle sorun var; ama bir de bütün bir yıl var. Bu bir yılda çok sayıda kayıp verildi. Açıldı, kapandı. Tam anlamıyla bir karantina hiçbir zaman olmadı. Nispeten daha kapalı dönemler oldu, daha açık dönemler oldu. İlk bir normalleşme oldu biliyorsun. Hatta yazın geçecek beklentisi vardı, geçmediği anlaşıldı. Aşılar, mutasyonlar vs. derken, aslında yine kritik bir yerdeyiz; fakat şu var — onu sen etrafında görüyorsundur, biz Medyascope’ta yayınlara ve yaptığımız haberlere gösterilen ilgiden görüyoruz. Daha doğrusu gösterilmeyen ilgiden görüyoruz. İnsanlar artık bu konuyu merak etmiyorlar, görmek istemiyorlar, bıktılar, yıldılar… Artık her ne dersen de. Garip bir durum oldu. Rakamlar mesela… O her günün rakamlarının ilk açıklandığı zamanki ilgiyle, bugünkü ilgisizlik arasında çok çok büyük bir uçurum var. Birtakım uzmanların açıklamalarını eskiden insanlar yutar gibi izlerdi. Şimdi artık ilgide bir kımıldama yo;k hatta şöyle de bir şey var: İnsanlar “Ya, tamam artık yeter! İşte böyle…” gibi sanki bir kadercilik baskın oluyor. Ne dersin?
Kemal Can: Bu aslında çok beklenir ve normal bir şey. Bütün dünyada da öyle oluyor. Ama bu tür toplumsal tarafı da olan meselelerde, insanların psikolojisiyle çok bağlı birtakım sorunlarda bunu sağlamak çok zor. Çünkü pek çok parametre devrede… İnsanlar dediğin gibi süre uzadıkça ilgilerini kaybediyorlar, dikkatlerini kaybediyorlar, sıkılıyorlar, zorlanıyorlar. Bunu yönetmek kamu yöneticisinin temel becerisi ve buradaki en önemli mesele de konunun önemini canlı tutmak, doğru ve yararlı bilgiyi açık tutmak, şeffaflık ve güvenilirlik. Başından itibaren bu meseleyi seninle tartışıyoruz. Başında da konuşmuştuk, sonra çeşitli vesilelerle de konuştuk. En temel yaklaşım, bu konuda bir güven verici bilgi paylaşımı ve lâf olarak bu hep söylendi ama, “Bunu beraber aşacağız” fikri, insanlara güven vererek ama… Çünkü “Biz gerçekler neyse hepsini sizinle paylaşıyoruz” diyerek yaşanmadı. Hatta böyle hafif kibir dozu yüksek ve “Bütün dünyadan farklı olarak biz daha iyiyiz, biz daha müthiş bir çıkış ve fırsat yakalayacağız” havası basıldı. Hatırlarsan, bütün iddialara rağmen içeride maske bile dağıtamazken, sağa sola üzeri etiketli paketler gönderildi. İşin diğer tarafına hep daha fazla abanıldı. Ama hep gözden kaçan, işte bu veri açıklamasından aşı rakamlarına kadar her konuda bilgi saklanarak ve sorunu biraz küçük göstererek ilerlemeye çalışıldı. Aslında bu iktidarın, özellikle Erdoğan’ın her problemle ilgili genel tarzı, onu yok saymak ya da problemi küçük görmek. Kendi hatalarıyla ilgili bir nokta ortaya çıktığında da aslında kendi kontrolünde olmayan kısmını büyütmekle… Yani işte, ekonomide “dış saldırı”, salgında “bütün dünya mahvoldu” filan gibi argümanları kullanıp idare etmeye çalışıyor. Ama çok basit bir şey, mesela en son vaka aşı… Aralık’ın başı itibariyle Erdoğan’ın bizzat çıkıp açıkladığı şey şuydu: “Mart sonuna kadar 50 milyon aşı tedârik etmiş olacağız ve 25 milyon insanı aşılayacağız.” Yani iki doz hesabına bakarsak, bugün itibariyle iki doz aşı yapılmış insan sayısı 5 milyonu bile bulmuş değil. Dolayısıyla iddia edilen hedef sürede, iddia edilen hedefin beşte birine ulaşılabilmiş. Bu her konuda böyle yaşanıyor. Bunu söyleyen, bu güvenceyi veremeyen bir yönetim karşısında, insanlar kaçınılmaz olarak kendi kaderlerini beklemek durumunda kalıyorlar. Bu konuda yalnız hissediyorlar ve sadece kendi katlandıkları zorluklarla baş edebilecekleri bir meselede de yoruluyorlar haklı olarak. Hem psikolojik olarak yoruluyorlar, hem fiziksel olarak yoruluyorlar, hem ekonomik olarak bunu taşımaları zorlaşıyor. Burada yaratılacak şey; onların uğradıkları bu zorlukta yanında olan bir siyasal irâde hissetmeleri, bir de güven duymaları… Her ikisi de yok. Her ikisini sağlamak için de bir çaba yok. İşte bu yakın dönemde tartıştığımız “lebâleb kongreler” meselesinde de gördüğümüz gibi. Yani bugün cuma namazı çıkışında, “Dikkatli olursak, biz bunun arkasında durmaya çalışıyoruz” derken; iki gün önce en son galiba Kadın Kolları kongresi yapıldı. Orada, “Oh, oh! Ne güzel bu kalabalık!” demiş biri çıkıp, gazetecinin, “Ya, galiba vakalar artıyor” sorusuna, “Biz direnmeye çalışıyoruz, dikkat etsinler” demek… Peki, dikkat edecek olan kimdir? Yani sen de dedin ya, insanların dikkati, ilgisi dağılıyor. Ama bir yandan baktığında, bununla görevli olan hiç kimsenin de dikkatinin yüksek olmadığını, hatta tam tersi şeyler yaptığını görüyoruz. Galiba bu iş hakikaten geçti havasında insanlar. Geçsin istedikleri için de biraz böyle. Ama galiba önümüzdeki günlerde, en azından takip ettiğim ve güvenilir bulduğum birtakım uzmanların görüşleri doğruysa, bu gidişat yeni bir tırmanmayı da getirebilir ve onun moral bozukluğu, şimdi mesele yokmuş gibi kabul edenler için biraz daha sarsıcı olabilir.
Ruşen Çakır: Burada söylenecek çok şey var. Ama Cumhurbaşkanı’nın en son söylediği, “Salgında destan yazdık” sözünün aslında senin biraz önce söylediğin halkla ilişkiler kısmının, PR kısmının her şeyin önüne geçmesi… Tam bu işte, hakikat sonrası çağın özelliği… O kadar sorun var, sorunların nasıl çözüleceği konusunda neredeyse hiçbir beklenti kalmamış, ama bunların hiçbirisini gündeme almayıp, “Destan yazdık!” diyerek bir şeyi kapatabiliyoruz. İlk aylarda, senin de söylediğin hani, “Fırsat yakalayacağız, bu bizim için bir fırsat olacak” sözlerinin de hiçbir şekilde gerçekleşmediği ortada. Neyse…
Levent Gültekin’e yapılan saldırıya geçelim — ki bu Levent’e saldırı, aslında çok sayıda gazeteciye ve siyasetçiye bir saldırı zincirinin en son halkasıydı… Siyasetçi derken, özellikle Selçuk Özdağ’ı kastediyorum. Eski Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı, ülkücü kökenli ama AK Parti’de yer almış. Daha sonra ayrıldı. Şimdi Gelecek Partisi’nin kurucuları arasında ve Genel Başkan Yardımcısı. Gündüz gözüyle, Ocak ayında bir cuma günü saldırılmıştı ve ilginçtir, aynı gün Ankara’da yine Yeni Çağ gazetesi Ankara temsilcisi Orhan Uğuroğlu’na da saldırılmıştı. İstanbul’da yine ülkücü kökenli bir avukata saldırılmıştı. Bir günde üç saldırı birden olmuştu. Levent saldırıyı ucuz atlattı. Dün burada yayın yaptık, izlediysen görmüşsündür. “Verilmiş sadakam varmış,” dedi — ki haklı… İlginç! Diğerlerinde birileri gözaltına filan alınıyordu ve sonra bırakılıyordu. Hatta bir iki gün tutuklu kaldıkları da oldu. Levent’in olayında şu âna kadar benim duyduğum bir gözaltı da yok. Halbuki, Levent’in ifadesine göre 15-20 kişi yani… Hadi diyelim ki hepsini saptayamadınız. 8 Mart’ta maskeli kadınlardan zıplayanı saptayabilen devlet, orada Bakırköy Meydanı’nda, Levent Gültekin’e gündüz vakti –yani tam gündüz değil akşama doğru– saldıranları saptayamıyor. Arıyorlarmış… Dört koldan dört ekip kurmuşlar vs.. Ama şunu da biliyoruz ki: İnsanlar bulunsa bile bir şey olmayacak. Şimdi bugün gördüm, Bianet eski saldırıya uğrayanlarla konuşmuş. Baktığın zaman birçok kişi kendi öykülerini anlatıyor. Mesela Ahmet Takan’a beyzbol sopasıyla saldırılmıştı. Beyzbol sopası suç aleti olarak kabul edilmemiş. Ne demekse yani, nasıl bir şeyse? Sopayla yaralanmıştı çünkü. Yavuz Selim Demirağ mesela, onda da… Hepsinin öyküsü üç aşağı beş yukarı benzer… Levent’in olayında değişik bir durum var. Diğerlerinden hemen hemen hepsinin ülkücü hareketle bir ilişkisi vardı. Yani geçmişte yer almış, şimdi İYİ Parti’ye yönelmiş ya da Gelecek Partisi’ne vs.. O bambaşka bir şey. Tabii yine orada da, Levent’e yönelik saldırının nedeninin de en son geçmiş siyasetçilere, özellikle Türkeş’e yönelik söylediği sözler olduğu anlaşılıyor. Tabii burada, dün Levent’le onu da konuştuk, sordum kendisine; hani “Eski mahallendeki insanlar ne diyor?” diye. İnsanlar, tanıyanlar vs. ne diyeceklerini şaşırmış durumdalar. Buradan hareketle AKP’nin MHP’ye iyice teslim olduğu ya da Erdoğan’ın Bahçeli’ye iyice teslim olduğu gibi bir imaj çıkıyor. Ne dersin? Bir anlamda da bu koalisyonun gerçek gücünün kim olduğu tartışmasının da bir ayağını oluşturuyor bu saldırılar.
Kemal Can: Evet. Zaten aslında birkaç özelliği var, bu saydığın diğer örneklerle beraber düşünüldüğünde. Bunu tekil bir örnek gibi görmeyip, bir sürecin parçası olarak gördüğümüzde şu belirgin: birincisi, bunu yapan ya da yaptıranlar saklı, gizli olmaya çalışmıyorlar; ikincisi, söylediğin gibi pek çok vakada, çok açık biçimde göstererek bir cezasızlık uygulanıyor ve bu bir tür göze sokuluyor. Hani, usûlen bile sanki gereği yapılıyormuş havası yaratılmıyor. Üçüncüsü, bu doğrudan adresli biçimde, güç dengelerinin biçimini herkese anlatmaya dönük hedefler seçiliyor ve ona göre bunun bir tür çalışması yapılıyor. Hem öncesindeki hedef gösterme sürecinde, hem sonrasında bazılarının sahiplenilmesi anlamında… Çünkü çok açık şekilde biliyoruz; şimdi bu fizikî şiddet –ki çok korkunç ve dehşet verici görüntüler, vaka da çok çarpıcı–, ama sözel şiddet seviyesinde de böyle. İşte, biliyoruz çok yakın biz zamanda Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, açıktan, kimliğiyle bir tehdit mesajına muhatap oldu. Bu mesajın sonrasında, buna tepki vermesi gereken iktidar sözcülerinin bir kısmı, ve aslında doğrudan iktidar ortağı hâline gelmiş bir partinin genel başkanı, o tehdidi yönelten insana “Dava arkadaşım” dedi. Yani “Bana, ona bir şey söyleyin diyorsunuz, ben değil ona bir şey söylemek, ona bir şey söylenmesine bile müsaade etmem” dedi. Gelinen seviye böyle bir seviye. Şimdi biz fizikî şiddet olaylarını konuşuyoruz, ama bu daha önce ve hâlâ… mesela Selçuk Özdağ soruşturmasını yürüten savcıya da sosyal medyada tehditler yöneldi ve o tehditleri yapanlar da kimliklerini gizlemediler. Yine pek çok insana, işte, Meral Akşener’e hashtag açarak fizikî olmayan, ama sözel bir saldırı tanzim edildi. Bunun örgütleyicileri de kendilerini saklamadılar. Bu böyle bir paket. Yani bir yerde dövülenler, bir yerde saldırıya uğrayanlar, bir yerde tehdit edilenler, bir yerde hakaret edilenler bir paket. Ama bunların hepsinin özünde şu var, temel şeyler değişmiyor: Bunu yapan ve yaptıran saklanmıyor. En son ayağı olan, bizzat uygulayan ayakçı tayfası belki kaçıyor, saklanıyor, sonra bulunuyor, ceza almıyor filan; ama bunun yaratılma süreci hiç de gizli kapaklı değil. İkincisi: Cezasızlık ve sahiplenme tavrı gayet göstere göstere yapılıyor. Hatta hafif bunun altı çizilerek yapılıyor. Üçüncüsü de: Bunun kanıksanması gereken beklenir bir şey olması, süreklileşmesi sağlanıyor. Levent’e saldırıldığında, Levent kendisi de söylüyor: “Beklediğim bir şeydi, zaten tedirgindim bir süredir.” Bunu herkes beklenebilir bir şey olarak düşünüyor. “Nereden çıktı bu?” demiyor kimse. Bu atmosfer çok belirleyici ve asıl yaratılmak istenen bir şey var. Yani Levent’in bu saldırıyla, söylediklerinden cayacağını, korkup susacağını vs…. bu da istenen amaçlardan biri olabilir. İnsanları yıldırma, korkutma ama… Dert, saldırılan insanın üzerinde ne etki yaratılacağı değil; bu saldırıların genel olarak ne etki yarattığıyla ilgili.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Burada bir örnek vereyim mi? Benim 12 Eylül döneminde yaşadığım bir olay… Biz Metris askerî cezaevinde kalırken, sıra dayağına çekiliyordu tutuklular. Koğuşlara giriyorlardı ve bütün coplarla vs. herkesi dövüyorlardı. Herkes slogan atıyordu. Ondan sonra da millet birbirinin yarasına merhem sürüyordu, şu oluyordu, bu oluyordu… Sonra bir strateji değiştirdiler. Koğuşlara gelip, içinden birer kişiyi alıp, dışarıda dövmeye başladılar. İkinci yaptıkları çok daha etkili oldu. Çünkü aynı anda herkese birden, diyelim ki 15 kişilik koğuşta 15 kişiye birden saldırıldığı zaman herkes payına düşeni alıyordu. Ama içinden insan seçip dövdükleri zaman, geride kalanları daha fazla ürkütüyordu. Yani bir gün kendisinin çekilip alınabileceği duygusu… Bu insan çünkü… Böyle bir psikoloji var. Burada da böyle tek tek insanları alarak…, aslında tabii ki öncelikle o insanları hedef alıyorlar, ama esas etki dışarıya… “Bakın sizi de bunun gibi yaparız” duygusu. Ben geçen bunu değerlendirdim Levent’e saldırının ardından. Bence şu âna kadar yaşanan saldırılara gösterilen tepkiler, kamuoyu tepkisi –yani partiler ayrı–, genel kamuoyu tepkisi, saldırıların gücüyle kıyaslandığı zaman çok düşük. Yani sen şunu hiç hatırlıyor musun? “Olamaz. Nasıl olur?” vs. filan… Böyle bir şey yok. En fazla sosyal medyada, “Yalnız değildir” filan, bir iki yerde haber… Birçok yerde haber bile olmuyor saldırılar. Mesela Levent Gültekin’e saldırıldı. Şimdi o büyük medya diye bilinen bir yerde, Hürriyet gazetesinde mesela haber olmuş mudur? Olmamıştır, değil mi? Böyle bir şey var aslında. Bir ölçüde de maalesef hedefine ulaşıyor sanki. Bilmiyorum, çok mu kötümserim?
Kemal Can: İlkin, genel korku atmosferini güçlendiren bir etkisi var. Bir de senin söylediğin gibi, yalnızlık hissini, yani bu biraz önce konuştuğumuz gibi salgın meselesinde de ekonomide de başka alanlarda da aslında insanların otoriterler karşısındaki en büyük zayıflığı ve üstüne bastırarak onları hizaya sokmanın en güçlü yolu: Onlara yalnız hissettirmek. Onların çaresiz olduğunu ve kendilerine verilenle yetinmek zorunda olduklarını hissettirmek. Yani para konusunda da aynı, güven konusunda da aynı, demokrasi konusunda da aynı, özgürlük konusunda da aynı… Kendi hakları, kendi zaten var olan, savunabilecekleri hakları olmayan ya da bunun için güvenceleri olmayan, ancak onun lütfedilmesiyle buna sahip olabilecek tek ve savunmasız insanlar haline getirmek. Ekonomik olarak böyle, hukuksal olarak böyle… Bu yaratıldıkça, bu tür vakalarla birlikte, bu atmosfer koyulaşıyor tabii ki. Ama burada şu da var: Çok yeni değil, hatta mesela geçen sene daha da fazla saldırı olmuş. Yerel düzeyde, çoğunu belki genel medyada çok duymuyoruz; ama seçimler döneminde yerel düzeyde çok sayıda benzer saldırılar olmuş. Bunların, dışarıya karşı böyle bir korku atmosferini mümkün kılacak bir tarafı var. Ama ben bunların içerisinde, biraz kendi içlerine dönük bir tarafın olduğunu da düşünüyorum. O da şöyle — yani belki ona üç ayak kurulabilir: birincisi, kaybedilen siyasî etkinlik, yani devlet kademesinde ya da iktidar imkânlarıyla sağlanan güçten bahsetmiyorum, siyasî olarak toplumda giderek karşılığını kaybetmek… İlişki kurabildiği ve etkileyebildiği kesimlerin, kendi tabanı dâhil, artık gevşemeye, çözülmeye başladığı süreçte, “Bize lâf söylenmez, bize yan bakanı dümdüz ederiz” hâli bir tür ihtiyaca dönüşüyor. Çünkü şunu fark ediyor: Daha güçlü olduğu, daha etkili olduğu, siyasî olarak birtakım mesajlarını kendi tabanına aktarabildiği zamanlarda, bu tür şeylere ihtiyaç duymuyor. Ama bu zayıflama başladığında, “Vay! Bana mı?” refleksini göstermesi daha büyük bir mecburiyet haline geliyor. Bir bu tarafı var.
Ruşen Çakır: Yani kaybettikçe saldırganlaşıyor.
Kemal Can: İkincisi, senin biraz önce sorarken söylediğin gibi, iktidar içindeki güç dengeleri tartışmasının yoğunlaşması da bunu artırıyor. Yani kimin borusu ötüyor? Yargı’nın, Emniyet’in, güvenliğin ya da genel olarak devlet refleksinin kime dokunacağı, kime dokunmayacağı… Kimin korunduğu, kimin korunmadığı meselesinin tekrar tekrar ortaya konması gerekiyor. Çünkü bu tartışılmakta olan bir şey ve bu tartışma, evet genel olarak güç dengesini değiştirmiyor şu anda, ama siyasî dengelerde etki yaratmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla bu da bu ihtiyacı büyütüyor. Yani bir tarafıyla bu saldırıların, genel havayı etkilemek gibi dışarıya bir mesajı var; ama biraz içeriye de bir mesajı var aslında.
Ruşen Çakır: Bu bir anlamda da şöyle bir şeye sebep oluyor: Sonuçta işlenenlerin her biri suç ve suç ortaklığı da oluyor. Göz yuman da gereken tepkiyi vermeyen de bu suçun bir ortağı oluyor. Böylece bir suç ortaklığını genişletme hâli var.
Kemal Can: Evet. Güç imtiyazı, bir de suç imtiyazı yaratmak… Yani “Biz suç bile işlesek, bize bir şey olmaz” imtiyazını yaratmak… O cezasızlık buna neden oluyor.
Ruşen Çakır: Evet o klasik aslında… Güçsüzleştikçe güç gösterme ihtiyacı ve bu anlamda da zayıf gördüğünü, korumasız gördüğünü, yalnız gördüğünü seçmek… Ama bu isimlerin de bir anlamı var. Çünkü saldırıldığı zaman, insanlar, “Buna saldırıldı, çünkü…” diye bir cümle kuruyor. O kurduğu cümle içerisinde aslında güçsüzleşen aktörü görüyorsun. Böyle kötü bir döngü…
Ekrem İmamoğlu’nun 8 Mart tweet’inden bahsedelim biraz. Ben bunun çok… Kendisi ne kadar bilinçli yaptı bunu bilmiyorum, ama ben çok doğru bir hareket olduğunu düşünüyorum. Geri adım da atmadı İmamoğlu. Önce İYİ Parti’de bir infial havası çıktı, ama Meral Akşener de bu infial havasını biraz aldı gibi. İlginç bir şekilde de –ya da ben eksik gözlemiş olabilirim–, iktidar ortakları da bu olayı çok fazla kullanamadılar sanki. Ne dersin? Yoksa kullandılar da ben mi önemsemedim?
Kemal Can: Kullandılar galiba. Kullanmaya çalıştılar en azından; ama İYİ Parti’deki pek çok isim de, “Biz hızlı reaksiyon vererek önünü kestik” diyordur muhtemelen. Bu yüzden kullanamadılar; diyorlardır ama, bence o verdikleri reaksiyondu zaten iktidarın kullanmak istediği. Yani aslında İYİ Parti’de Yavuz Ağıralioğlu’nun çıkışı ve arkasından onun çok erken çıkışı nedeniyle biraz zorlanan diğerlerinin de eklenmesi, zaten iktidarın kullanmak isteyeceği şeyin kendiliğinden gerçekleşmesi olduğu için çok üstünde tepinmelerine de ihtiyaç olmadı. Şimdi derlerse ki İYİ Partililer, “Biz böyle reaksiyon vererek iktidarın kullanmasını engelledik,” bu çok doğru bir yorum olmaz. Çünkü aslında iktidarın kullanmasına gerek kalmayacak biçimde, kendiniz bir şey yapmış oldunuz, diye de cevaplanabilir bu yani.
Ruşen Çakır: Ama orada, mesela sonrasına bakıyorum, çok sürdüremediler gibi geliyor bana. Aslında sürebilirdi. Bu aslında iktidar ortaklarının çok sevdiği türden bir oyuncak. Çünkü bir taraftan da özel olarak Ekrem İmamoğlu’na yönelik, özellikle Erdoğan’ın bir öfkesi ve kini var. Şimdi bununla beraber düşünüldüğünde, özellikle AKP kanadında belki de şöyle bir şey olabilir: İmamoğlu’nun bu kadar Kürt seçmene yönelik hamlesini, ilerisi için çok da fazla büyütmek istememiş de olabilirler. Çünkü şöyle bir hesap yapılıyor biliyorsun: “Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Mansur Yavaş olursa, şuradan şuradan alır, ama Kürtler’den alamaz. Ama Ekrem İmamoğlu olursa, Ekrem İmamoğlu’nun Kürtler’de bir karşılığı var ve HDP oylarını da alabilir,” gibi basit bir hesaplama yapılıyor. O hesaplamayı bir yanıyla, iktidar açısından söylüyorum, propaganda amaçlı kullanabilirsin. “İşte görüyorsunuz, buna HDP’liler destek veriyor” diyerek, bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanabilirsin; ama aynı zamanda da onun elini güçlendiren bir husus oluyor. Yani İmamoğlu’nu HDP seçmeninin gözünde bu kadar sempatik kılmak istemiyor da olabilirler. Anlatabildim mi merâmımı? Biraz karışık olduğunun farkındayım.
Kemal Can: Yok yok… Zaten öbür argüman: “Bakın siz HDP’yle yan yanasınız.” İYİ Parti’ye de İmamoğlu’na da kullanılacak bu argüman zaten kullanıldı. Yani ondan ne fayda aldıysan seçim sonuçlarında görüyorsun… Zaten onu kullanarak kazanmaya kalktığı seçimi kaybetti. Daha sonraki süreçte, hem İmamoğlu’nun çok önemli bir oy desteği ve prestiji kaybetmemesi, hem de yine aynı temayla suçladığınız Meral Akşener’in giderek ivme alan yükselişi, aslında o argümanın, yani “HDP ile yan yanasınız” argümanının, politik olarak çok da bir sonuç vermediğini gösteriyor. Tam tersine senin de dediğin gibi, bunun altının çok çizilmesi, AKP’nin oylarını hem bölgede hem büyükşehirlerde kaybetmeye başlamasına yol açtı. Dediğim gibi bu hesap üzerinden kurulan matematik işlemedi zaten. Ama şimdi İYİ Parti meselesi de Meral Akşener işinde, evet çok kullanamadılar, ama bence Akşener’in kesmesiyle durdu iş. Şimdi hâlâ açık bir tartışma o; ama bir kere orada şöyle bir şey var: İYİ Parti’den bu reaksiyonu verenler bir şeyle meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Kulislere öyle haberler salıyorlar. “Aslında Akşener çok kızdı” ve bir tür “Bize Akşener bunu yaptırttı”ya getiriyorlar. “İmamoğlu Akşener’in önünü kesmek için bunu yaptı,” filan gibi gerekçeler yaratmaya çalışıyorlar. Ama iki türlü yorum var. Birincisi, Akşener’in bilgisi dâhilinde bu reaksiyonlar verildi. İkincisi, Akşener’in verdiği, “Evet, onlarınki de fikir özgürlüğü, İmamoğlu’nunki de fikir özgürlüğü” sınırındaki reaksiyonda, Akşener’i de aşan bir tepki verildiği yorumu. İki tane farklı yaklaşım var. Ama hangisi doğru olursa olsun, bence ikisinde de çerçeveyi Akşener çizdi. Çünkü hem bunu fikir özgürlüğü sınırında tutarak büyütmemeyi başardı. Burada reaksiyonu başkalarına verdirterek, kendini daha korunaklı bir alana çekmeyi başarmış olabilir, ya da birisinin ağzına lâf yapıştırmaya çalışan, erken hamle yapanları boşa düşürmüş olabilir. Çünkü en azından şu bir kere ayıptı: Kadınlar Günü dolayısıyla, onun bir kadın siyasetçi kimliği üzerine yapılmış mesajın cevabını vermek; İYİ Partili erkeklerin, üstelik de “haysiyet, ateşten gömlek” gibi kavramlar kullanarak yapmaları gereken bir şey değildi. Bu Meral Akşener’e sorulduğunda, tıpkı kahvaltı meselesinde olduğu gibi, Meral Akşener de kendi cevabını verirdi. O henüz bu reaksiyonu vermeden, Ağıralioğlu’nun hemen fırlayıp bunun bir haysiyet meselesi… Aslında haysiyet meselesi çıkışı, İmamoğlu’na bir şey derken, bir yandan da Meral Akşener’i bir yere sıkıştıran bir tutum. Zaten o yüzden hemen peşine Buğra Kavuncu takılmak zorunda kaldı. Ama bence bunların ikisi de sorunlu. Akşener, bu işe yarıyor belki, Akşener bu tür reaksiyonları kendi devreye girerek cevaplamıyor, Ümit Özdağ olayında da gördük. Genellikle reaksiyonları başkaları üzerinden taşıtıyor. Bu elverişli bir şey ve kendisini daha korunaklı bir alanda tutuyor. Ama daha önemlisi, Meral Akşener bu olayın sonrasında yaptığı Meclis konuşmasında, çok daha önemli başka bir açıklama yapıyor.
Ruşen Çakır: Ona birazdan girelim.
Kemal Can: Gelmeyeceğim ona. Daha önce başka yorumcuları, hatta Medyascope’ta da bu konuların tartışıldığı yayınları izledim. İmamoğlu mesajı meselesinde şunu söyleyeceğim, şöyle bir yaklaşım var: İYİ Parti için, “zaten milliyetçi hassasiyetleri olan bir parti olarak kendi sınırında epeyce gevşemiş durumda”; İmamoğlu için “biraz zorlama, lüzumsuz bir zamanlama” gibi şeyler var. Ama eğer merkez parti olup, merkezde olma iddiasındaki bir partinin, yasal ve şu anda “Biz HDP’yi yasal sınırda düşünüyoruz” deme noktasında olan sözcülerinin, “İsmimiz yan yana anılamaz” diyebilmesi, bir merkez tavrı olarak tarif edilemez. Yani merkez tavrına zarar veren şey ya da İYİ Parti’nin merkeze çekilmesine zarar veren bir hamle olarak görmüyorum. Tam tersine İmamoğlu’nun çıkışı aslında, Kadınlar Günü ve kadın siyasetçi parantezi içerisinde olduğu için, merkez siyasete adım atmak için imkân aslında. Onu zorlayan değil, ona kapı açan…
Ruşen Çakır: Tam onu söyleyecektim. Selahattin Demirtaş’ın kahvaltı meselesi de bence böyleydi. Bu sosyal medya paylaşımı da böyleydi. Ancak hâlâ Akşener kendi partisi içerisindeki –tabanın böyle olduğuna çok emin değilim ama–, parti kurmayları içerisindeki bu tür tepkileri düşündüğü için, yeterince cesur davranamıyor olabilir. Hani sen iki senaryo dedin ya, benim bildiğim kadarıyla, “Zaten Meral Akşener böyle konuşulmasını istedi” senaryosunun doğru olmadığını duydum ben kaynaklarımdan. O tepkilerden bir ölçüde rahatsız olduğunu duydum. Çünkü çok aşırıydı tepkiler. Yani böyle bir “Ya, bu da nedir kardeşim?” filan gibi değil. Bayağı tumturaklı… Özellikle Ağıralioğlu’nun söyledikleri, yenilir yutulur lâflar değildi yani.
Kemal Can: Bir de ayıp yani… Ayıp hakikaten.
Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir şey var: Dün Meral Akşener Şanlıurfa’daydı, bugün Mardin’de. Belli ki bunlar önceden hazırlanmış programlar. Yani şimdi orada kalkıp yalınkılıç onlar gibi, “Nedir bu kardeşim? Benim adımı onlarla ne anıyorsunuz?” filan demek ve ondan sonra Urfa’ya ve Mardin’e gitmek de… yani bir merkez sağ parti liderine çok uymayacaktı herhalde.
Neyse, biraz önce senin söylediğin hususa gelelim. Konuşmaya… O konuşmayı yaptıran husus da zaten, özellikle Meral Akşener hakkında sosyal medyada açılan kampanya. Bu kampanyanın zemininin de MHP’nin bazı yetkilileri tarafından hazırlandığını biliyoruz — ki Meral Akşener de bunu söyledi, çok sert bir çıkış yaptı. Orada iki tane husus var. Birincisi: İYİ Parti’ye ve Akşener’e yönelik bir davet vardı. Belli ki bu davetin artık geçerli olmadığını gösteriyor ve bir anlamda bunun öfkesini gösteriyor herhalde. Yani “Biz davet ettik, gelmiyor; o zaman gemileri tam yakalım” yaklaşımı var. Bir de Murat Yetkin’in söylediği, belki tâli bir konu ama, yeni anayasa filan diyorsunuz, ilk akla gelen parti belki de İYİ Parti. Öyle değil mi yani? AKP ve MHP bir yeni anayasa yapacak farzımuhal, “Herkes gelsin, ama gerekirse biz tek de yaparız” diyor. İlk gelebilecek partilerden birisi İYİ Parti. Şimdi anayasada ya da başka bir şeyde, MHP ile niye aynı masaya otursun bu durumda? Gösterdiği tepki de çok açık ve netti. Bence hakikaten bir tarihï önemi vardı. Yani çok çok büyük, tabii ki Türk siyasî hayatının en büyük olaylarından birisi değilse bile, İYİ Parti-MHP ilişkisi anlamında da, özellikle Meral Akşener’in siyasî liderliğinin inşası anlamında da çok önemli bir konuşmaydı ve sanki köprüler karşılıklı –en azından MHP ile İYİ Parti arasında– tam anlamıyla atılmış gibi duruyor. Burada AKP’nin ve Erdoğan’ın tavrı pek belli değil. Fahrettin Altun’un bir sitemi oldu Meral Akşener’e. “Bizi karıştırmayın” anlamına gelebilecek bir sitemi oldu biliyorsun. O çünkü konuşmasında Erdoğan’a da bir şekilde göndermede bulundu. Onun rahatsızlık yarattığını görüyoruz. O bence hâlâ muallak. Bence Erdoğan’ın, Akşener’le ilişkisinin de koptuğu anlamına gelmiyor. Ama MHP ile yan yana durduğu müddetçe herhalde Akşener, Erdoğan’a yakın bir pozisyon almayacak.
Kemal Can: Biraz iddialı bir şey söyleyeceğim ama ben bu dediğine bir de şöyle çerçeve açayım: Meral Akşener’in geçen yıl yaz ortasından itibaren, işte kısmen salgın biraz yavaşlayıp bu yurt gezilerine filan başladığı süreçten sonra bir ivmesi var. Çok önemli tabii… Somut sorunlarla ilgilenmesi, doğrudan alanda siyaset yapmaya başlaması, söylemini daha somut sorunlar etrafında biçimlemesinin çok önemli etkisi var ve bu bir ivme sağladı. Bu kesin… Ama bence, İYİ Parti’nin ve özellikle Meral Akşener’in desteğinde ve popülaritesindeki artışın en önemli unsurlarından biri; şimdiye kadar bu ittifaklar dengesindeki şüpheli pozisyonunu, net biçimde ortaya koymuş olması. Şüpheli pozisyondan vazgeçme tavrını… O davetlere filan çok açık bir cevap verip… En son bu noktaya kadar gelmesinde, yani iktidarın sürekli muhalefet içerisinde bir tür “Truva atı” gibi, onu her an yanına çekebileceği… Bu bazı muhalefet çevrelerinde de çok konuşuldu. AKP’nin de dillendirmeyi çok sevdiği bir şey… Yani bir seçenek olarak İYİ Parti ittifak değiştirir mi? Hatırlıyorsan seninle de defalarca bu konuyu konuştuk. Siyaset sosyolojisi açısından çok karşılığı olmasa bile… Ama bu tereddüt canlı tutuluyordu. Hem muhalefetteki bazı insanlar tarafından, hem özellikle de iktidar tarafından. Meral Akşener bunu kırdıkça ilerledi, ivmesini artırdı. Yani o davetler mavetler ikircikliğinde, İYİ Parti’de de birtakım adamlar buna çok teşne çıkışlar yaparken, Meral Akşener, hatırlarsan, “Beni terlikle kovalar seçmenim” diyerek çok net bir tavır koydu. Ondan sonra da bunu devam ettiren bir tutum aldı. Bu tavır üzerindeki şüpheyi kaldırdıkça, Meral Akşener’in önü açıldı. Meral Akşener de bunun gayet farkında… “Yerli-milli” iktidarın tuttuğu o hassasiyetler dünyasına mesajlar veren birileri, İYİ Parti’yi yükseltmiyor. Tam tersine o hassasiyetler dışında bir siyaset kurabileceği ve o tür bir arka kapı siyasetine prim vermeyeceği görüntüsü ve güveni verdikçe Meral Akşener’in önü açıldı ve bunun gayet farkında. Sadece şimdiye kadar, benim de zaman zaman eleştirdiğim, bunu doğrudan partisinin yörüngesini belirleyen bir lider tavrıyla yapmıyor. Biraz kişisel bir pozisyon olarak bunu sürdürmeyi tercih ediyor. Henüz partisinin politikası haline getirmediği kişisel bir duruşu var. Bundan sonuç aldığı doğru. Partisinin de oyunu artırıyor, kendi popülaritesini de artırıyor. Çünkü bütün araştırmalar bunu söylüyor ve bunun dışında, etkisinden de bunu anlıyoruz. Hem iktidar üzerinde yarattığı etkisinden, hem muhalefet cephesindeki etkisinden. Ama şu anda İYİ Parti buna uyumlanmış değil. Ayağından çeken, onu zorlayan, tam tersine, o merkez siyaset içerisine yerleşmesinin bu hassasiyetlerle barışmasıyla değil; bu hassasiyetlerin kullanımına çok direkt karşı çıkmasıyla mümkün olduğunu aslında görüyor. Yani o yüzden demin, İmamoğlu’nun çıkışını fırsat olarak görüyor dememin nedeni bu. Çünkü merkez siyaset aktörü… Şimdi burada HDP meselesine de bir parantez açayım. HDP ile ilgili meselede iktidar, HDP’yi bir bozucu aktör olarak siyaset denkleminde kullanmak istiyor. HDP’nin kendisini siyasî denklemin dışına çıkartmak, ama HDP’nin bahsini siyasî denklemin merkezine yerleştirmek istiyor.
Ruşen Çakır: O zaman şöyle bir şeyi de herhalde söyleyebiliriz: Birkaç tane böyle eşik oldu ve en son, İmamoğlu’nun sosyal medya paylaşımı. Burada birileri pozisyon aldı. Meral Akşener onların pozisyonuna uymadı. Onlarla kavga etmedi, ama onların yanında da durmadı açık bir şekilde. Belki birkaç tane daha –yine Kürt meselesi ve HDP eksenli– böyle önemli an yaşandığında, birtakım isimler belki İYİ Parti’den kopmak durumunda da kalabilirler. Öyle bir şey olursa da bu aslında Meral Akşener’in ve İYİ Parti’nin önünün daha da açılması anlamına gelir. Ben öyle düşünüyorum. Yani bu çıtayı hâlâ bir MHP çizgisinde çekmeye çalışan isimlerin bu tepkileri süreklilik arz ederse, bir yerden sonra onlar için yollarını ayırmak ve belki MHP’ye dönmek ya da belki yeni bir oluşum peşine… Ama sonuç olarak Cumhur İttifakı’na yönelecek bireyler, kişiler çıkabilir. Böyle bir durum belki de, hatta bence kesinlikle Meral Akşener’in işini çok daha kolaylaştırır diye düşünüyorum. Mesela Ağıralioğlu’nun peş peşe yaptığı çıkışlarda elde ettiği pek bir şey olmadı. Üzerinde konuşuldu, ama iktidarı artmadı. Belli bir yerden sonra, ya kendisi Akşener’in politikasına uyacak ya da kopmak durumunda kalacak. O ve onun gibi isimler… Onların kopması durumunda da bence bu, Meral Akşener’in pekâlâ işine gelecektir diye düşünüyorum.
Kemal Can: Mesela şöyle düşünelim: Bu hassasiyetler meselesi, sağ blokun hassasiyetlerinin belirleyiciliği konusu siyaseti önemli ölçüde tıkıyor ve o hassasiyetlerin kontrolü iktidarın elinde… Yani o söylemi kontrol eden iktidar. Dolayısıyla o hassasiyetlerle kavga etmemek başka bir şey; o hassasiyetlere tâbi olarak siyaset üretmek başka bir şey. Şimdi HDP denkleminde şöyle bir şey kullanıyor iktidar: HDP’yi denklemin dışına çıkartmak, HDP’nin bahsini ve varlığını da siyasetin merkezine yerleştirmek. Şimdi bunun karşısında iki tane temel şey var. Ya siz HDP’yi, tıpkı iktidar gibi yok farz eder, onun lâfından bile bahsetmez, kendi adınızla anılmayacak biri olarak işaretleyip bu engeli aşmaya çalışabilirsiniz ya da İmamoğlu’nun yaptığı gibi, meşru bir siyasî aktör olarak onun varlığını kabul ederek, kabul edebileceğinizi göstererek bu iktidar stratejisini bozarsınız. İşte buradaki temel tercihin çok belirleyici olarak, giderek…, bu işte, Selahattin Demirtaş’ın “Demokrasi ittifakına evriliyor süreç” deyip, Kılıçdaroğlu’nun da bugün, “Bence doğru bir tespit” demesi… Kılıçdaroğlu’nun da yavaş yavaş bu temas ve yan yana durma meselesinde daha yumuşak bir yere çekilmeye başlaması… İmamoğlu’nun mesajı… Akşener’in, dediğim gibi, bu tür çıkışlara doğrudan karşı çıkıp, “Ne alâkası var?” demesine rağmen, onlardan yana açık tavır göstermemesi… ama buna karşılık, iktidarın bu hassasiyet zorlamasına prim vermeyeceğini çok açık biçimde ifade etmesi başka bir denklem doğuruyor. Aslında bunun daha sonuç alıcı olduğu ve dolayısıyla aslında çok bilindik ezberlerle siyaset sosyolojisini okumaya çalışmanın yanıltıcı olduğu, tam da bu denklemi buradan başka türlü kuran tarafın avantajlı ve sonuç alıcı etki yaratabileceğini göreceğimiz bir döneme giriyoruz. Bence bu önemli bir aşama ve bu aşamada Akşener’in büyük ölçüde bu trendi görmüş olduğunu düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım Kemal… Artık Sarıgül’ü haftaya konuşuruz diyeceğim ama… İnşallah bir hafta içerisinde bir şeyler yapar.
Kemal Can: Yine de pay bırakalım. Eğer bir şey yapmazsa konuşmaya değer… Aslında biraz eğlenceli tarafı olsun diye konuşmak istiyoruz zaten. Çok büyük bir önem atfettiğimiz için değil ama… Konuşacak vesile verirse konuşuruz.
Ruşen Çakır: Eyvallah… Bu haftayı da böyle noktalayalım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Kemal’le birlikte bizi izlediğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Haftaya görüşmek üzere… İyi günler…