Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (71): Yeni bir “korku iklimi”ne doğru mu? HDP’ye kapatma davası, Saadet’te iktidar savaşları, Peker’in iddialarının yol açtığı ve açmadığı sonuçlar

Haftaya Bakış’ta bu hafta HDP İzmir il binasında Deniz Poyraz’ın silahlı saldırı sonucu öldürülmesinin 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki gibi yeni bir kaos ortamına zemin hazırlama ihtimalini; buna karşı muhalefetin ne yapabileceğini konuştuk. Ayrıca Oğuzhan Asiltürk’ün SP’yi Cumhur İttifakı’na taşıma gayretlerini ve Sedat Peker’in iddialarında adı geçen esas aktörlere bir türlü sıra gelmemesini ele aldık.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Yeni bir “korku iklimi”ne doğru mu? HDP’ye kapatma davası, Saadet’te iktidar savaşları, Peker’in iddialarının yol açtığı ve açmadığı sonuçlar

Ruşen Çakır: Merhaba. İyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can ile haftanın önemli olaylarını ele alacağız. Tabii ki öncelikle, İzmir’de HDP il binasına dün yapılan saldırıyı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesini konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Dünün olayı daha bayağı bir etki yapacağa benziyor. Tabii ki olayın kendisi başlı başına çok rahatsız edici, şok edici. Ama tabii bir başka soru daha var. Bu “devamı gelecek bir olay mı?” meselesi var. İlk akla gelen de –ki biz bugün Mithat Sancar’la telefonla bir yayın yaptık, İzmir’de kendisi biliyorsun–, o da mâlûm, 2015’teki iki seçimin arası, 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arası dönemi hatırlattı ve şimdi de, “Acaba böyle bir şey mi başlıyor yine?” diye bir kaygı da var. Nitekim, öncesinde ilginç bir şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “2015 seçimlerini unutmamak lâzım” demişti… Değil mi? Öyle bir vurgu yapmıştı. Daha sonra, Meral Akşener’e, “Yine bunlar iyi günler” demişti. Salı günü Devlet Bahçeli de grup konuşmasında, yine böyle insanı kaygılandırıcı ilginç bir alarm durumu vermişti ve ardından dün, perşembe günü bu olay oldu. Bir iddiaya göre –iddiaya göre dediğim, HDP yetkilileri böyle söylüyor–, normal şartlarda o saatte orada bayağı bir kalabalık olması söz konusuymuş. Yöneticilerin olması söz konusuymuş; ama bir şekilde gecikmişler ve orada çalışan bir kadın katil tarafından öldürüldü. Daha fazla sayıda insanın da hayatını kaybetmesi gibi bir katliam, toplu bir katliam olma ihtimali de, riski de varmış. Kişi de zaten… Neydi adı? Onur… Soyadını unuttum şimdi. Çok da şart değil. Gencer… Onur Gencer. Her şeyiyle ortada. Siyasî kimliğiyle ortada. Suriye’ye gitmiş. Orada, Bayır-Bucak Türkmenleri’nin yanında deniyor, silahlı fotoğrafları var. Yeni silah ruhsatı almış. Eskiden Sağlık Bakanlığı bünyesinde çalışıyormuş, istifa etmiş. Tam tipik bir… Nasıl denir? O profili çok gördük. Öyle bir profilde birisi. Evet, bu 7 Haziran-1 Kasım meselesi, gerçekten önümüze koyup tekrar düşünmemiz gereken bir husus. Şimdi genellikle katliamlar akılda kalıyor tabii ki; IŞİD’in yaptıkları veya Güneydoğu’daki çatışmalar, Hendek meseleleri kalıyor; ama bu arada Batı’da da biliyorsun, o tarihte çok sayıda HDP binasına saldırılar olmuştu, genel merkez dahil; yani HDP Genel Merkezi’ne ve bunların hemen hemen hepsinde de yapanın yanına kâr kalmıştı diye biliyorum. Kimsenin de öyle ciddi bir ceza aldığını falan hatırlamıyoruz. Ardından yapılan seçimde HDP yine barajı geçti, ama Adalet ve Kalkınma Partisi tekrar ne oldu? İktidara geldi, tek başına iktidara geldi. Şimdi tabii bütün bu süreçte insanın aklına geliyor; o dönem AKP’nin başında Ahmet Davutoğlu vardı. Bugün muhalefette ve saldırının ardından Mithat Sancar’ı ilk arayıp başsağlığı dileyenlerden birisi. Keşke onlar, o süreçte neler yaşandı, nasıl yaşandı biraz anlatsalar da önümüzdeki süreci daha iyi görebilsek. Ne dersin?

Kemal Can: Senin de işaret ettiğin, dünden bu yana sürekli konuşulduğu gibi, aslında bu olayın ürkütücülüğü şaşırtıcılığından değil; tanıdıklığından geliyor. Yani insanlar bu olaydan dolayı kaygı duyarken, daha derin korkuya kapılırken, bu böyle hiç başa gelmemiş, ilk defa ortaya çıkmış, yani ne bileyim işte, Batılı ülkelerdeki gibi çok saldırı biçiminde değil, tam tersine yakın dönem toplumsal hafızayı hatırlatan, bunların benzerlerini görmüş ve deneyimlemiş olan bir ülkeye anlatılıyor. Dolayısıyla bununla karşı karşıya kaldığında insanlar, daha fazla korkuya kapılıyorlar çünkü biliyorlar. Yani hem yakın tarihte, senin işaret ettiğin gibi birazdan konuşuruz, 2015 çok kritik bir dönemeç, ama daha geriye doğru da Türkiye tarihinin çeşitli aşamalarında, çeşitli dozlarda, farklı hedeflere, ama üç aşağı beş yukarı aynı odaklar tarafından organize edilen, kışkırtılan ve yaratılmış uygun atmosferin eşliğinde yaşandığını biliyorlar. Hrant Dink cinayetinden tut, biraz önce örneğini verdiğin 2015 hâdiselerine kadar… Şimdi bu olayda birinci mesele, buradaki olayın çok tanıdık olması. Zaten herkesin ilk verdiği reaksiyon da, bunları biliyoruz, işte bir kısmı buna “provokasyon” dedi. Bir kısmı, açık bir faşist saldırı olduğunu söyledi. Kimisi, kendisi çok hızlı biçimde kendisini savunmaya çekme ihtiyacı duydu. Ama herkes şunu biliyor, herkes şunun farkında: Bu tanıdık bir şey, bu bildiğimiz bir şey… Üstelik de daha birkaç hafta önce çok yoğun biçimde; çeteler, mafyalar, derin devlet unsurları, mala çökmeler, cinayetler ve korku iklimi yaratma operasyonlarının tartışıldığı bir atmosferde, üstelik de böyle olasılıkların konuşulduğu bir zamanda oldu. İşin bir bu tarafı var. İkinci tarafı, bu tür olaylardan hemen sonra şu tür açıklamalar yapılıyor: “Bu hepimize yapılmış bir saldırı, bu demokrasiye yapılmış bir saldırı, bu ülkenin huzuruna karşı yönelmiş bir provokasyon…” İyi ama burada gözden kaçırılmaması gereken bir şey var; burada açık bir hedef var; daha önce sistemli biçimde hedef gösterilmiş bir HDP var. Sen de örneklerini saydın. Daha önce de yaşandı ve bu sefer ölümlü bir saldırı halinde gündeme geldi, ama saldırılan bir HDP var. HDP’de bir çalışanın öldürülmesi var. Günlerdir, aylardır, haftalardır, yıllardır sistematik biçimde hedef gösterilen, o hedef göstermeye bağlı olarak da diğer kesimler tarafından, özellikle muhalefet tarafından, bu hedef göstermelere uygun biçimde yalnızlaştırmaya çalışılan, yalnızlaştırılması meşrulaştırılan bir hedef var. Dolayısıyla böyle, “Saldırı hepimize yapıldı” dendiği zaman aslında, hafifleten ve yaşanılan gerçeği kaçıran bir durum ortaya çıkıyor. Burada önemli olan şu: Saldırının kime yöneldiğini açık biçimde zikretmek ve eğer üstüne alınıyorsa,  kendisine de yönelen bir saldırı olduğunu düşünüyorsa, saldırıya uğrayanın yanında olarak bunu göstermek. Kıymetli olan bu ve galiba eksik olan da bu. Şimdi mesela iktidar cephesine bakıyoruz. İktidar cephesinde resmî açıklama ne Cumhurbaşkanı’ndan ne İçişleri Bakanı’ndan henüz yapılmış değil. Tek resmî açıklama olarak Adalet Bakanı bir şey söyledi. Onu biliyorum. 

Ruşen Çakır: Normalde ben bilgisayarla yayına girmem. Yayın boyunca Süleyman Soylu’nun hesabını kontrol ediyorum ki acaba bir şey söyleyecek mi diye. Hâlâ en son attığı Sahil Güvenlik Komutanlığı tweet’i var. Kemal, bu arada konuyla çok alâkalı değil, ama bir son dakika şeyi de söyleyeyim: Berkin Elvan davasında karar çıkmış; polis memuru, kasten öldürme suçunun işlendiğinin sabit olduğu gerekçesiyle 16 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılmış. Ama tutuklama kararı verilmediği için, cezası Yargıtay tarafından onaylanırsa cezaevine girecek. Yani 16 yıl 8 aya mahkûm olmuş; ama tutuklu değil. Zaten mahkemeye de gelmiyordu, biliyorsun. Konumuzla alâkalı değil diyeceğim; ama alâkalı aslında.

Kemal Can: Alâkalı aslında, evet.

Ruşen Çakır: Bütün bunların hepsi aynı atmosferin, cezasızlığın ya da suç işleyenlerin bir şekilde kayırılmasının… Neydi o kişiye ilk söylediği? “Adın neydi abiciğim?” ya da “İsmini söylesene abiciğim” diyorlar. Yani şimdi onu görüyoruz, o görüntüleri görüyoruz; diğer tarafta da mesela İstanbul Sözleşmesi ile ilgili eylem yapan kadınların gördüğü muameleyi görüyoruz ya da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin gördüğü muameleyi görüyoruz. Çok net bir şekilde zaten o görüntüler, o farklı muameleler aslında insanın kafasının bayağı bir netleşmesine de neden oluyor. Süleyman Soylu’nun kalkıp, ilk andan olaya net bir şekilde tavrını koyarak, hatta atlayıp İzmir’e gidip…, normalde öyle olması gerekir. Değil mi? İzmir’e, olay yerine doğrudan gitmesi vs.. Böyle şeyler olmayınca, tabii herkes de kendini çok rahat hissediyor. Bir sonraki benzer saldırılara niyetli olan… ya da niyetli olan lâfı yanlış aslında… Bu niyetle olan bir şey değil; bu tamamen organize bir şey, öyle değil mi yani? Bu planlanmış bir şey. Adamın elinde acayip bir çanta. Zaten eğitim görmüş, şu olmuş bu olmuş… Bir ihtimal, orada kalabalık grubun toplanacağı bilgisine sahip olmuş. Çok sayıda kişiyi öldüreceğini söylemiş. Her ne kadar “Ben kendim yaptım” dese de, böyle kendisinin yaptığı bir şey değil. Devlet, beklenen en normal refleksleri vermediği için… ki daha önce de verilmedi, mesela Kılıçdaroğlu’na saldırıyı hatırla. Kim ne dedi? Hiç…

Kemal Can: Hatta tam tersi oldu. Neredeyse Kılıçdaroğlu suçlandı. “Orada ne işi vardı?” dendi.

Ruşen Çakır: Evet, evet. Bu şunu getirdi aklıma Kemal. Yıllar önce Sivas katliamıyla ilgili ben Birikim’e bir yazı yazmıştım. Başlığı “Küstah Timsah” idi. Hani timsah gözyaşı vardır. Ağlar, ama inanmazsın hani… O olayda şöyle yazmıştım meâlen: O gözyaşını bile dökmediler. Şu anda da böyle bir durum var. Birçok kişi formalite icabı bile olsa açıklama yapar; ama insanları tatmin etmez, yani inandırıcı bulunmaz. Onun bile yapılma ihtiyacının hissedilmediği bir durumdayız. Yani İçişleri Bakanı’nın böyle bir konuda tek kelime etmemesi diye bir şey olabilir mi?

Kemal Can: Etse bir hayra vesile olacak mı? Ayrı tartışma. Ama etmiyor olması çok önemli bir gösterge. Sen de örnekleri saydın. Örnekleri çoğaltmak çok kolay. Yani değil bu tür reaksiyonlar vermek, tam tersine saldırıya uğrayanı suçlayan, onu sorgulayan, hatta şimdi mesela sosyal medyada o “küstah timsahlar”ın bayağı karşı taarruza da geçtiğini görüyoruz. Yine bu zemini hazırlayan HDP aleyhtarlığını aynı şekilde devam ettiren bir trol faaliyetini görüyoruz. Bombalanarak ölmüş insanların stadlarda yuhalandığını hatırlıyoruz. Sen biraz önce örneğini verdin. Berkin Elvan’ın annesinin mitinglerde yuhalandığını biliyoruz. Kılıçdaroğlu saldırısında, Meral Akşener saldırısında, “Daha bunlar iyi günleriniz, daha beterini göreceksiniz” dendiğini hatırlıyoruz. Bir saldırının fâili olarak soruşturulması yürütülmekte olan birinin, bir de örgütün başına başkan olarak atandığını; bunu eleştirenlerin de “suçsuzluk karinesi” gibi bir gerekçeyle cevaplandırıldığını görüyoruz. “Bizim hareketlerimizde deliler de vardır, veliler de vardır” diyen resmî açıklamalara tanık oluyoruz. Yani bazen sessizlikle, bazen de senin söylediğin gibi tam tersine üste çıkarak bu saldırganlık iklimini büyüten açıklamalar olduğunu görüyoruz. Şimdi çok söyleniyor ya? Hep bu tür olaylarda önümüze geliyor. Birileri tarafından yapılmış organize bir iş mi, münferit bir olay mı? Ama bu tür hâdiseler bir tür “kırk katır mı, kırk satır mı?” aslında. Yani hangisi daha iyi ki? Diyelim ki, velev ki münferit olay olsun. Kendi kendine bu yıllardır sürdürülmekte olan iklimin tesiriyle, hakikaten kana susamış birisi böyle bir şey yapmaya karar vermiş olsun. Şimdi bunun sorumluluğu da aynı şekilde bu iklimi yaratanların üzerinde. Yok, bu organize bir iş olarak cereyan etmişse, yine onların üzerinde. Yani sanki biri daha hafifmiş, biri daha önemsizmiş gibi değil. Olay nasıl cereyan ederse etsin, son derece problemli. Bu tür meselelerde hep karşımıza geliyor bu ve senin dediğin gibi hiçbirinden sonra bir sonuç çıkmıyor. Genellikle resmî açıklamalarda ayrıntılarıyla araştırılacağı, arkasındakilerin çıkartılacağı söyleniyor. Sanki bu bir yatıştırma hâliymiş gibi, ama temel devlet fonksiyonu aslında insanlar saldırıya uğrayıp, ölüp yaralandıktan sonra onun fâilleri ile ilgili son derece kifayetsiz soruşturmalar yapılması değil; bunun oluşmasının engellenmesi. Hem atmosfer olma anlamında, iklim anlamında buna uygun bir zemin yaratılmaması, hem de bu tür organizasyonlar varsa bunların önceden bilinip engellenmesi. İkisinin de yapılmadığını, bunlar ortaya çıktığı, yapıldığı ve bu saldırılar kanlı sonuçlar verdikten sonra da ya sessizlikle ya üste çıkmayla cevaplandırıldığını görüyoruz. Bu tür olaylardaki herkesin de cezasızlık ve aslında bir tür taltifle ödüllendirildiğini… İşte, Hrant Dink olayında gördüğümüz gibi, bayrak önünde fotoğraf hâdisesi ve sonunda birilerine ihâle edilerek o iş kapatıldı; ama onun içerisinde ne kadar çok insanın dahli olduğunu biliyoruz. Bunların üzerine gidilmediğini de…

Ruşen Çakır: Kemal, şimdi başka konularda da konuşacağımız için… Bir de HDP’yi kapatma davası meselesi de var biliyorsun. 

Kemal Can: Bir de bu 2015’e ilişkin bir şey söylemek istiyorum. İstersen sen söyle, sonra ben söyleyeyim.

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir spekülasyon yapmak mümkün mü? Burada HDP üzerinden tekrar bir gerginlik vs. ortamı yaratılmak istendiğini varsayıyoruz — ki ben böyle düşünüyorum, birçok kişi de böyle düşünüyor ve anladığım kadarıyla sen de o kanıdasın. Bu tam tersine bir sonuca da yol açamaz mı? Mesela zaten muhalefetin içerisinde, HDP ile yan yana gelme konusunda çok ciddi bir tereddüt var. Görüyoruz bunun örneklerini. En son Meral Akşener’in yaptığı açıklamada da gördük. Millet İttifakı’nın içerisine HDP’yi koyamama meselesi var ve orada çok ciddi bir sıkıntı var. Bu yaratılan, HDP üzerinden yeni bir kutuplaştırma ve kaotik bir atmosfer yaratma girişimleri, muhalefetin HDP’yi de yanına alarak birlikte hareket etmesini kolaylaştırma gibi bir fonksiyon da göremez mi? Yani belki tamamen ütopik gibi gelecek, ama pekâlâ böyle bir ihtimal de var bence. 

Kemal Can: Aslında ütopik değil. Benim de zaten söyleyeceğim şey buydu. 2015 referansıyla da bağı var aslında bu konunun. Şimdi bu tür trajik bir olayın karşısında fırsat kavramını kullanmak doğru değil; ama belki imkândan bahsetmek doğru olabilir. Şimdi eğer bu, ülkede bir kaos yaratmak ve korku iklimini derinleştirmek için bir provokasyon olarak gündeme geldiyse ve buradaki saldırı bu anlamda demokrasiye bir saldırı ve herkes de bunu kendine yapılmış gibi algılaması gerekiyorsa, başta söylediğim gibi, bunun doğal sonucu, saldırıya uğrayanın yanında davranmaktır. Çünkü saldırının asıl amacı, zaten saldırıyı oluşturan iklimin temel motifi, o saldırıya uğrayanı yalnızlaştıran ve onu hedef gösteren bir sürecin sonunda gelmesi. Bu süreci kırmanın yolu, tam da bunun karşısında yer alıp, tam da aksini yapmaktır — eğer bunu boşa çıkartmaktan bahsediliyorsa… Şimdi 2015 benzetmesinin çok açık bir şeyi var. Haziran 2015’ten sonra başlatılan, Kasım’a kadar yürüyen ve daha sonra da hiç bitmeyen süreç Türkiye’yi korkutma üzerine kuruluydu ve Türkiye korktuğu için amacına ulaştı. Bunun yolu korkmamaktır. Yani korku ikliminin panzehiri, cesaretle dayanışma olmak zorundadır. Neydi 2015’te yapılan? Yine hedefte HDP vardı. HDP yine düşmanlaştırılıyordu. Ama daha önemli bir şey yapılıyordu. Bu düşmanlaştırma içerisinde, onun yalnızlaşması sağlanıyordu. Ve aslında Haziran 2017’yi sağlayan neydi? O zaman MHP’nin bile muhalefette yer aldığı, muhalefetin iktidara karşı birlikte davranmasıyla birlikte, iktidardan düşmüştü AKP. Buna karşı yürürlüğe sokulan korku atmosferi neyi sağladı? MHP buradan koptu ve iktidar blokuna geçti. O meşhur yüzde 40, yüzde 60 tartışmasını hatırlayalım. HDP ağır bir saldırı altına alınarak muhalefetle bağı kopartılıp yalnızlaştırıldı ve Türkiye korkutuldu. Korkutmayı başaranlar da kazandı. Şimdi bunun tersine çevrilmesinin yolu: “Bu, kaos iklimi yaratılmak için yapılmış bir provokasyondur; bu oyuna gelmeyeceğiz; bu, demokrasiye bir saldırıdır” diyen herkesin, tam da bu korku iklimini üretme çabasının karşısına birlikte durma cesaretiyle çıkması gerekir. Bu konuda özellikle CHP’nin tavrı açısından umut verici bir şey görmekle birlikte, muhalefetin bütünü için aynı şeyi söylemenin zor olduğunu düşünüyorum. Üstelik de mesela İYİ Parti için şunu söyleyebilirim: Çok kısa bir zaman önce Rize olayı yaşanmış ve üstüne, kendisine, “Bunlar iyi günleriniz” denmişken, bence bu konuda çok daha cesur ve atak davranması beklenebilirdi. Ama şu andaki tablo o şeyi henüz yaratmış değil. İşte, Mithat Sancar’ın bütün siyasi parti temsilcilerine bu konuda birlikte davranma çağrısı önemli, ama bunun cevap bulup bulmayacağını, karşılık bulup bulmayacağını henüz bilemiyoruz.

Ruşen Çakır: Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davasının raportörü, iddianamenin kabul edilmesi yolunda görüş belirtmiş. Bu çok şaşırtıcı değil. Daha önceki, zaten usul yönünden birtakım itirazlardı. Ama buna rağmen Devlet Bahçeli çok köpürmüştü. Şimdi bunların üst üste gelmesi de acayip bir şey oldu ve anladığım kadarıyla dava açılacak. Üzerine şu anda söylenebilecek ne var bilmiyorum. Çünkü bir süreç başlayacak. Ne kadar hızlı sürecek, ne kadar zamanda tamamlanacak bunları çok fazla kestirmek mümkün değil. Ama belli ki kapatılması yolunda iktidardan bir gayret var. Her ne kadar sözcülüğü daha çok Bahçeli yapıyor olsa da, AKP’nin de “Ya, olur mu? Ne kapatması? Artık bu devirler geride kaldı” diye bir çıkışını da görmedik. Ama Bahçeli kadar sert bir şekilde pozisyon aldıklarını da görmüyoruz.

Kemal Can: Evet. İşte bazen tartışıyoruz ve konuşuyoruz ya? Aslında çatlak vs. meselelerine yol açıyor ve her şeyin bir tür Bahçeli’ye ihâle edilmesine de neden oluyor. O konuda da gönüllü bir ataklığı olduğunu görmek lâzım Bahçeli’nin. Ama son zamanlarda, bu son olay da dâhil olmak üzere, bu tür bir şeyin sürekli MHP’nin üzerinde kalıyor olmasından da biraz rahatsızlığın artmaya başladığını düşünüyorum açıkçası. Ama bu kapatma davası meselesi, HDP’ye dönük bu sistemli düşmanlaştırma kampanyaları, fezlekeler ve diğer şeyler bir toplam paket ve aslında yine hep konuştuğumuz gibi sürpriz değil. Yani aslında göstere göstere, böyle yapılacağı söylene söylene yapılmakta olan bir şey. Böyle geliyor. Yani burada sadece başka bir şeyler, arkada çok acayip bilmediğimiz şeyler olduğu iddiasındakiler şaşırabilirler. Açıkçası ben çok uzunca bir süredir bu stratejinin çok tutarlı, hiç de şüpheye yer bırakmayacak biçimde ve kimsenin seneler önce söylediği gibi, “Bu işler bitti, biz bunlara karşıyız, kapatma vs. olmaz” filan lâflarıyla hâlâ idare ederek devam edebilecekleri bir şey olduğunu düşünmüyorum. Açıkça Erdoğan’ın dahli olan ve onun onay verdiği bir süreç hâlinde işlemekte. Hem bir taraftan dava, yani bir yandan kapatma davası, bir yandan Kobani Davası, bir yandan fezlekeler, bir yandan bu çok yeni yaşadığımız saldırılar ve devamındaki diğer muhalefet aktörlerine, belki Akşener’in başka bir yerde yine benzer ya da başka bir siyasetçinin, bir gazetecinin de aynı şekilde yine benzer saldırılara uğraması olasılıkları… Hepsi aynı yeri işaret ediyor. Yani 2015… Eğer korkarsanız yine Kasım olur; korkmazsanız, cesaret ederseniz Haziran olur. Bu kadar net bir tablo. Kasım’ı kimin istediği çok açık, Haziran’ın kimin hayrına olduğu çok açık. Buradaki tercihler belirleyici olacak.

Ruşen Çakır: Şimdi HDP meselesinden Saadet Partisi’ne kısaca geçelim. Ben aslında söyleyeceğimi söyledim. Sonunu da ilan ettim dün, biliyorsun. Ne diyorsun? Ben özetle şunu dedim: Saadet Partisi AKP’ye katılırsa, ki sanmıyorum Oğuzhan Asiltürk’ün bunu başarabileceğini, hadi diyelim ki kongre yaptı ve kendi istediği yönetim geldi ve o yönetim de Cumhur İttifakı’na katılma kararı aldı. Ben Saadet tabanının –bu aslında biliyorsun İYİ Parti için de geçerli çok ciddi bir şekilde– Cumhur İttifakı’na ve AKP’ye gönül rahatlığıyla oy vereceğini sanmıyorum. İşin bir ayağı bu. Bir diğer ayağı da, bunun Erdoğan’ın yarasına merhem olacağını sanmıyorum. Fakat şöyle bir sembolik anlam var tabii: Saadet Partisi’nin, Temel Karamollaoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’yla birlikte hareket ediyor olması. Özellikle Kılıçdaroğlu diyorum; Millet İttifakı içerisinde yer almaz ama Kılıçdaroğlu’yla birlikte hareket ediyor olması –ki daha önce yaşandı bu– ideolojik olarak çok zorluyor Erdoğan’ı. Yani böyle kendi en yakınında olduğu varsayılan bir partinin onunla işbirliği yapıyor olması, Erdoğan’ın elindeki, CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu suçlayıcı, şeytanîleştirici birçok unsuru elinden alıyor. Yani öyle bir sembolik anlamı var ve bu anlamıyla Saadet Partisi’ni yanına katmasa bile, en azından CHP’den ayrı düşmesini sağlamayı hedefliyor olabilir. Böyle bir anlamı olabilir. Öteki türlü, oy anlamında çok büyük bir şey değişeceğini sanmıyorum. Ama öte yandan da bir de Saadet Partisi artık şu aşamadan sonra, ne kadar yaratıcı sosyal medya kampanyası yaparsa yapsın vs., günümüz Türkiye’sinde çok ayakta kalabilecek bir parti gibi gelmiyor bana. 

Kemal Can: Zaten daha önce, işte bu “Yüzde 50+1 sistemi yüzünden her buçuk oya ihtiyacı var. O yüzden Saadet Partisi’ne gitti” yorumlarını çok gerçekçi bulmamıştım. Çünkü hakikaten buradaki sayısal katkının çok önemli olduğu kanaatinde değilim. Bir de senin söylediğin gibi, belki katsan bile, oradaki seçmenin, “Tamam, Oğuzhan Asiltürk kazandı, onun için de biz artık Cumhur İttifakı’nı destekliyoruz” demek mecburiyetinde olacağını sanmıyorum. Yani o “yüzde buçuk, bir” bir şey ifade etmiyordu — ki artık yeni anket sonuçlarına göre öyle işte yarım puanın, bir puanın çok önemli olduğu, onun için de bu tür taktik hamleler yapıldığı çok gerçekçi değil. Ben de sana katılıyorum. Bu, daha çok ideolojik hat, yani “yerli ve milli” hattının ideolojik çerçevesini kuvvetlendirecek. Zamanında İYİ Parti’ye yapılan davet de bunun bir parçasıydı. Yani aslında büyük sağ blokun, o “yerli-milli” ittifakın CHP ve HDP’yi dışarıya iten bir blok hâline gelmesi, buna direnenlerin de bir tür hain olarak etiketlenmesi… İşte bunun bir sonucunu da Akşener’de görüyoruz. Dolayısıyla aslında strateji öyle oradan üç oy, buradan beş oy meselesi değildi. Bu kimlik blokunu daha katılaştırmak, ideolojik bir katılığı sağlayabilmekti. Onun dışında kalan herkesi ihanetle suçlamak, yani “yerli-milli” olmamakla suçlayabilmekti. Ama ben mesela hem bu Saadet Partisi sürecinden, hem DEVA ve Gelecek Partisi süreçlerinden, hem de şimdi ortaya dökülmeye başlayan iktidar içi çatışmalardan filan, şöyle bir şey görüyorum: Zamanında, CHP’nin “hizipler partisi” olması çok alay konusu yapılırdı; özellikle sağ partiler ve sağ seçmen tarafından. İşte, sürekli bir genel başkanlık mücadelesi, ekipler mücadelesi filan yaşanıyor. Ama aslında bu çok daha homojen görünen Milli Görüş’ün içerisindeki iç mücadelenin, parti içi mücadelenin ne kadar, yani tırnak içinde kullanıyorum ama, “seviye problemleri”yle ya da “ahlâkî zaaflar”la damgalanmış olduğunu da görüyoruz. Sadece şu Saadet Partisi hâdisesinin yaşanma biçimi bile –ki Oğuzhan Asiltürk daha önce Milli Selamet Partisi’nin CHP ile kurduğu en önemli koalisyonun mimarlarında biri– bayağı böyle herkese göstere göstere, işte ziyaretlerle vs., bu son zamanda mafya filan işlerinde konuşuyoruz ya, çökmeler… Partiye çökme hamlesinin bayağı gözümüzün önünde, “Nasıl çökelim?” işinin kotarılmaya çalıştığını görmek çok ilginç yani. Bunun mesela bu kadar görünür olması… Bunu özellikle, senin dediğin nedenle görünür yapıyor zaten. O ideolojik kırılmayı sağlamak için, ama bunun görünürlüğünün sakilliği de hakikaten dava partisi olma iddiasındaki bir yerde görülen bu tür küçük hesapların çok sakil kaçtığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Sen de bakmışsındır, Oğuzhan Asiltürk’ün sosyal medya paylaşımlarına… Bir tür meydan okuma. İşte bilmem kaç tane tweet peş peşe atılmış filan… Orada âyetler, şunlar bunlar… Açıkçası yıllarca bu hareketi takip etmeye çalışan ve metin okumayı da bilen birisi olarak, yazdığı zaman neyi kastettiğini az buçuk anlıyorsun Erdoğan’ın, başkalarının filan. İnan anlamadım. Yani ne diyor burada, nereye gelecek? Böyle okuyorsun, okuyorsun; gidiyor gidiyor. Sonra ne olacak? Hâlâ anlamış değilim. Oradan şey çıkıyor tabii; “Kongreye gidelim”, çıkıyor da… Niye gidiyorsun? Kongreden sonra ne olacak? “Zafer inananlarındır ve zafer yakındır…” Yani şimdi bunu böyle bir yerde, 86 yaşındaki birisinin söylüyor olması gerçekten acayip bir şey. Neyse. 

Kemal, akşam Halk TV’de izleyecek misin İsmail ile Veyis Ateş’i?

Kemal Can: Muhtemelen canlı seyretmeyeceğim, ama sonra herhalde bakarım. Zaten parça parça düşmeye başlar birtakım bilgiler.

Ruşen Çakır: Şimdi burada tabii şöyle bir husus var: Ortadaki iddialar tabii ki önemli, ama mayıs ayından beri Sedat Peker ileri sürdüğü, ardından Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili, kimi zaman iç içe geçen, kimi zaman ayrı ayrı onlarca iddia var. Değil mi? Üzerine çökülen marinalar, oteller, Kıbrıs’ta öldürülen aydınlar, Venezuela’dan gelen kokainler, milyonlarca dolarlar, belki milyarlarca dolarlar var. Ne oluyor ne bitiyor diye bekliyoruz. En son Süleyman Soylu… Deminden beri bakıyorum bu arada, hâlâ İzmir’le ilgili bir şey yok Süleyman Soylu’dan. Süleyman Soylu, işte, Mustafa Şentop’la görüşüyor, savcıyla görüşüyor. Ortaya attığı bir 10 bin dolar meselesi var. Öğrendiğimiz şu ki, zaten biliyorduk, şu anda milletvekili değil. Ama bir şey olduğu da yok. Aslında Sedat Peker en son videolarından birinde anlatmıştı olayı. “10 bin dolar yok; ama oraya seçim zamanı verdiğimiz çanta dolusu paralar var. Almanya’ya yolladığımız paralar var” demişti. Şunu söylemeye çalışıyorum: O kadar isim geçti, o kadar şey geçti, büyük iddialar var ve bu iddiaların hiçbirisi de çok net bir şekilde çürütülmedi. Sonuçta, Özışık Kardeşler’in başına patladı diyeceğim, ama onlar da hiçbir şey olmamış gibi tekrar geri döndüler, biliyorsun. Çok sakin ve hatta izledin mi bilmiyorum, Veyis Ateş’e, “Bırak bu işleri, gazeteciliği filan” diyor. 

Kemal Can: Gördüm.

Ruşen Çakır: Artık herkes Murathan Mungan’ı hatırlatmış ama. Yani gerçekten tam bir “dinime küfreden Müslüman olsa” meselesi. Her neyse. Sonuçta bu akşam Veyis Ateş çıkacak. Bakalım ne diyecek? Kim ne kadar ikna olacak? Ama Veyis Ateş ya da Hadi Özışık, şu bu, bunun esas aktörü değil ki Kemal. Öyle değil mi? Yani burada dönen o büyük şeylerin… Diyelim ki otele çökülüyor, doğru yanlış, ama iddia bu. Otele çökülüyor, otelde tatil yapmış insanlar… Tabii ki bunun da bir değeri var. Parasız tatil yapmışlar filan. Eyvallah. Ama esas otele çökme olayı var, ya da marinaya çökme olayı var, ya da Venezuela’dan gelen kokainler var, ya da öldürülen Kutlu Adalı var. İşte, Binali Yıldırım’ın oğlu var. Bilmem, şu var bu var… Onlara bir şey olduğu yok. 10 bin dolar aldığı söylenen –ki İçişleri Bakanı söylüyor- kişinin adı bile yok hâlâ ortada. Veyis Ateş’in aracılık yaptığı söyleniyor. 10 milyon avroydu değil mi o para? Kimin arasında? Tamam birisi Sezgin Baran Korkmaz. Diğer kişi kim? O da söylenmiyor. Mesela bugün Saygı Öztürk’ü okudum. İşte çok bomba isim var… Kim o isim? Hâlâ yok. Sezgin Baran Korkmaz’ın adı var. Veyis Ateş’in adı var. Ama diğerleri yok. Böyle garip bir yere doğru seyrediyor. Garip bir yerden seyrediyor. Yani biz esas oyuncuları görmüyoruz ve insanlar belki de daha alttaki insanların başına gelenlerle yetinecekler. Şöyle bir şey de olabilir belki: “Nasıl olsa büyük oyuncuların başına bir şey gelmeyecek, biz bâri şu alttakilerin birazcık perişan olmasından tatmin olalım” gibi bir duygu mu var? Nedir bilmiyorum yani. O kadar ifşâ var. İfşâların sonucunda insan içerisine çıkamayacak birçok insan gayet sakin, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. 

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, aslında belki de en önemsiz aktörler fedâ edilerek ve iş onlar üzerine kurulmuş bir magazin hâdisesine ve bir sahne gösterisine dönüştürülerek, iş bir yanıyla da sulandırılmış durumda. Çünkü senin söylediğin gibi, şimdi Veyis Ateş işinden oldu. Yani artık çok açık biçimde yaptığı iş, yaptığı şeyle ilgili bir tereddüt yok ki; işyerinde, kendisinde ya da yakın çevresinde… Hatta bunun artık ses kayıtları olduğu da söyleniyor. Dolayısıyla bununla ilgili şöyle ya da böyle, tatmin edici veya değil; ama bir bedel ödettirildi. Ama senin söylediğin gibi, onun bu aracılığı yaptığı bir taraf var. Yani üç ayaklı bir şey, iki kişi arasında birisi aracılık yapıyor. Bunun kaydı var. Bir taraf bunu doğruluyor. Diğeri, bilmiyorum işte, bu akşam doğrulayacak mı, yalanlayacak mı? Kaydı olduğu söyleniyor. Ama bir de o parayı alacak ve o paranın karşılığında bu işi yapacak birileri var. Yani bir adamın hukukî meselesini, çökülmüş malını kurtarma işini yapabilecek yetkinlikte ve etkide birileri var. Bu Cemaat şeyinde çok tartışıldı ya? Bu darbe tartışmalarında… Şimdi biraz zayıfladı, ama en temel argümanıydı: İşin siyasî ayağı çıkmadı. Bu olayda da işin siyasî ayağı boşta, siyasî ayağı çıkmıyor. İşte, senin söylediğin gibi: “10 bin dolar alan siyasetçi”. Tarife yine uyuyor, şimdi milletvekili değilmiş meselesi. Ama işte gidiyor Şentop’a, “Bana isim vermedi” diyor Meclis Başkanı, ama “milletvekili değilmiş” diyor. Yani İçişleri Bakanı, Meclis Başkanı’na gitmiş; “Senlik bir durum yok” mu demiş? Bunu mu anlıyoruz? Bu görüşmeden böyle bir sonuç mu çıkıyor? Sonra, “Beni çağırsınlar, gideceğim” dedi. Haftalarca gidip o ismi açıklamadı — ki o da elinde belge olduğunu söylüyordu. Sonra gidip savcıya verdiğini anlıyoruz; ama bununla ilgili bir soruşturma açılıp açılmadığını bilmiyoruz… Çünkü bunu birileri çıkartmış, birtakım gazetecilerden duymuş değiliz. Canlı yayında kendi ağzından duyduk. İçişleri Bakanı’nın kendi ağzından söylenmiş bir lâfın peşini sürüyoruz. Bu bir iddia değil — iddia tabii, ama üçüncü bir şahsın iddiası değil. Doğrudan kendisinin bilgi sahibi olduğunu söylediği… Yani bu, işte, İsmet Berkan’ın “Ben gördüm kaseti” gibi değilse eğer, “Gerçekten bunun belgesi var, Sedat Peker’in para verdiğinin kayıtları var” dediği bir siyasetçiden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu işin siyasî ayağı, bu sulandırmayla ve birazcık genel kamuoyunun da senin söylediğin gibi, biraz yan aktörler üzerine kurulan magazinle idare ederek biraz tavsadığını düşünüyorum. Sedat Peker’in iki hafta ara vermiş olması ve yeni video yayınlamamış olması dolayısıyla da eldeki malzemeyle dönüyor genellikle tartışmalar. Ama şu açık: Özer Sencar’ın bu ifşâlar konusundaki kamuoyu araştırmasında, iktidar taraftarlarının bundan fazla haberdar olmadığı yönündeki bilginin, biraz maksatlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Şu anlamda…

Ruşen Çakır: Reddediş…

Kemal Can: Reddediş var. Yani “Ben seyretmedim, ben bilmiyorum, ilgilenmiyorum” deme ihtiyacı duyduklarını… Çünkü bunu gündelik hayatta da gözlemleyebiliyoruz. 

Ruşen Çakır: Bu olayı aslında başladığımız yerle birleştirebiliriz. Şimdi şöyle… Ben geçen Mustafa Yeneroğlu ile burada yayın yaptım. Onu sordum, ama cevabını alamadım maalesef. Şimdi, Sedat Peker’in en etkili olduğu dönemler, tam da bu 2015 seçimleri zamanı. Hatta o meşhur fotoğraf var ya düğündeki? Biliyorsun. 7 Haziran’dan bir hafta sonraki düğün o. Hemen ardından ve o tarihte Sedat Peker, “Haç ve Hilâlin Seçimi” diye yazı yazmış. Onun milyonlarca okunduğunu söylüyor. Her neyse… Belli ki seçim döneminde, çok aktif bir şekilde görev yapmış. Yani ona görev mi verdiler bilmiyorum; ama kendine vazife çıkarmış. Kendisi aktif bir şekilde yer almış ve kimse de, “Çekil kardeşim… sen siyasetçi misin? Ne işin var?” dememiş. Tam tersine o dönemde, tam bu şey ortamında… Ne demişti mesela Barış Akademisyenleri ile ilgili olarak? “Korku iklimi yaratmak gerekiyordu.” Tam da o iki seçim arası dönemde, o korku iklimi ortamında – iklim de artık hafif kaçar belki orada, değil mi? Çok korkunç bir terör ortamında seçime girdi Türkiye – orada rol oynamış birisi. Şimdi oralarla ilgili birazcık daha bilgi verse aslında… Biliyorsun, son İzmir saldırısı üzerine sosyal medyada birkaç çıkış da yaptı. Öncesinde de yapmıştı. “Sokağa taşırmak isteyebilirler” vs. diye. Şimdi keşke diyorum; o tarihteki, o dönemdeki birtakım bilgileri de keşke paylaşsa. Bir de tabii, o dönemde AKP içerisinde olup şimdi ayrı olan ve şimdi iktidarı eleştiren –başta Davutoğlu olmak üzere– isimler var. O dönemin birinci elden tanıkları ve onlar hâlâ bize hiçbir şey anlatmıyorlar. Anlatıyorlar mı? Ben kaçırdıysam, sanmıyorum… Anlattılar mı yani? O dönemin olaylarını… “Oy oranlarımız yükseliyor” da dendi, “İyi çocuklar…” da dendi ve orada bir ayağı IŞİD idi; ama başka ayaklar da vardı. Mesela HDP binalarına yapılan saldırılar nasıl organize edildi? Niye burada kimselere bir şey olmadı? O dönemde birinci derecede sorumluluk üstlenmiş, şu anda bize İzmir saldırısından hareketle, “Aman! Türkiye’yi kaotik bir ortama çekmek istiyorlar” diye uyaran insanlar da var. Mesela keşke girseler ve onları biraz anlatsalar. Sedat Peker de keşke girse… O dönemle ilgili eminim birçok şeye tanık olmuştur ya da bilgi sahibidir. Çünkü belli ki bazı şeyleri doğrudan yaşamıyor; ama birinci elden, tanıklıklardan öğreniyor. Öyle birazcık anlatsalar da şu önümüzdeki HDP İzmir saldırısıyla başlaması muhtemel olan süreci, Türkiye daha normal bir şekilde atlatabilse. Ne dersin?

Kemal Can: Evet. Özellikle Davutoğlu’yla ilgili söylediğin örnek çok doğru. Daha önce bu, Suriye’ye giden silahlar meselesinde aynı şeyi yaptı. SADAT meselesinde de aynı şeyi yaptı. Sedat Peker’in kendisiyle ilgili aynı şeyi yaptı. O iki seçim arası atmosferle ilgili de son düzlükte yine aynı şeyi yaptı. Yani şunu söyledi özet olarak: “Benim bilgim yok, olduysa da ben bilmiyorum, benim bilgim dahilinde değil”. Şimdi bu açıklamanın nasıl bir… Bir kere kaçak güreşme hâli… Sâhiden orada sorumluluk alıp gereğini yapmak. Yani bu, topluma karşı sorumlu olmakla, devlete ya da partisine karşı sorumlu olma açısından farklı öncelikleri olduğu anlaşılıyor. Ama şu açık: Eğer bunlardan sâhiden bilgi sahibi değilse, o zaman benim dönemim diye anlatacağı bir hikâye yok demektir. Zaten hiçbir şeyden haberi olmamış ve aslında orada öylece bulunmuş demektir. Dolayısıyla şimdi insanlara dönüp, “Biz iyisini yapıyorduk, biz gittikten sonra kötüleşti” diye anlatabileceği bir hikâyesi kalmaz. Yok, olanları anlatmıyor, bununla yüzleşmiyorsa, samimiyeti sorgulanır. Galiba bu yüzden de işte, bir türlü insanların teveccühünü sağlayamıyorlar. Bu yüzden bu sıkıntılarla yüz yüze kalıyorlar. Sedat Peker meselesinde, senin söylediğin gibi, aslında Sedat Peker iki tane kritik şey söyledi. Bir tanesi bu “Korku iklimi gerekiyordu, ben de gereğini yaptım” lâfı. İkincisi de, bu saldırıdan sonra, “Bu tür şeyler olabilir, aman dikkat” filan derken, aslında tıpkı diğer konularda “bu içinde olduğu için” diye insanlar inanıyor ya onun söylediklerine… Şimdi burada da şunu anlıyoruz bunu söylerken: Bunların yapılabildiğini, geçmişte yapıldığını, bazılarının da içinde yer aldığını da aslında söylemiş oluyor. Hatta orada isim de veriyor. “Derin Mehmet” diyor, şu diyor, bu diyor yani. Birtakım işaretler de veriyor. Dolayısıyla aslında bu ikisini bir araya koyduğumuzda, hem kendisinin de böyle şeylerin içerisinde –gerek iklimi yaratmak için gerek Kutlu Adalı olayında olduğu gibi operasyonel olarak– kullanıldığını söylüyor. Dolayısıyla bundan anlıyoruz ki; bu devlet ve iktidar, bu tür operasyonel hamleler yapmakta bir beis görmüyor. Ayrıca atmosferi tırmandırmak için de bu tür aktörleri kullanıyor. Aslında dolaylı olarak, yani daha fazlasını muhtemelen biliyor, tabii ki söyler mi söylemez mi bilmiyoruz ama… Buradan şunu çıkartmak çok kolay: Burada gerçekten, dediğin türden, özellikle de bahse konu herkesin referans verdiği 2015 ve sonrasında, bunun sistemli biçimde işletildiğini artık herkes biliyor. Ama şunu da ben o yüzden söyledim: İktidar seçmeni de bence biliyor. Ben bu konunun bir bilgi meselesi olduğunu düşünmüyorum; bir bilgisizlik meselesi. Hani hep konuşuluyor ya; “Muhalefet ulaşsın mı, dokunsun mu, lâfını ulaştırabiliyor mu, ulaştıramıyor mu?” Burada bir iletişim sorunu yok.

Ruşen Çakır: Kabullenme meselesi var.

Kemal Can: Kabullenmeyle ilgili bir mesele var. 

Ruşen Çakır: Kemal, bitiriyoruz. Süleyman Soylu, hâlâ Sahil Güvenlik Komutanlığı’nda kaldı. Tek kelime etmedi. Arada medyaya konuştuysa… ki sanmıyorum.  Onu da yapmadı. Bir genç kadın hayatını kaybetti. Bir saldırgan, çok büyük bir iş yapmış gibi, bir cinayet işledi ve cinayetin ardından, bir iddiaya göre, sosyal medyada bunun fotoğrafını paylaştı ya da WhatsApp’tan. Böyle acı bir şeyle başladı. Umarım bu yeni bir dönemin başlangıcı olmaz. Yeni bir dönemin başlangıcı olarak kotarılmış olma ihtimali yüksek, ama yayın boyunca konuştuğumuz gibi, bunun gerçekleşmesini engellemek aslında siyasetçilerin, toplumsal güçlerin elinde. Bakalım… Yine sanki bir sınava giriyor gibiyiz. Muhtemelen haftaya “Adını Koyalım” da yine bu konuyu konuşacağız, öyle gözüküyor. O arada da bazı şeyler gelişir. Tabii bu arada, Sedat Peker olaya dâhil olup yeni birtakım şeyler söyler mi? Onu da bilmiyoruz. Evet Kemal. Burada noktayı koyalım. Sen bugün stüdyoya gelecektin, ama kötü hava şartları nedeniyle gelmedin. Yağmur çok kötü bastırdı. O zaman haftaya diyelim. 

Kemal Can: Tamam.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize teşekkür edelim ve “Haftaya Bakış”a noktayı koyalım. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.