Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (45): Demirören sahipliğindeki Vatan Gazetesi’nde geçirdiğim üç buçuk yıldan aklımda kalanlar

Demirören Grubu, Milliyet ve Vatan gazetelerini Nisan 2011’de Doğan Grubu’ndan satın aldığında sekiz yılı aşkın süredir Vatan Gazetesi’nde çalışıyordum. Ekim 2014’te istifa edip Habertürk’e geçene kadar üç buçuk yıl Demirörenlerin çalışanı oldum. Bu süre zarfında Demirören ailesinin medya sektöründe olmasının Türkiye’nin hayrına olmadığına tanıklık ettim.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 45. bölümünde Demirörenler’in medyadaki varlığı hakkında bir şeyler söylemek istiyorum, tanık olduğum şeyleri söylemek istiyorum. “Neden Demirörenler?” diye sorulacak olursa, çok basit, Sedat Peker bunu sürekli gündeme getiriyor: Hürriyet gazetesini nasıl satın aldığını, daha sonra Hürriyet baskınını, o baskını nasıl örgütlediğini, daha sonra Demirören Ailesi’nin Doğan Grubu’ndan nasıl Ziraat Bankası kredisiyle satın aldığını anlattı ve de son anda iptal ettiği ve muhtemelen önümüzdeki günlerde yapacağı videolarda Demirören Ailesi ile ilgili başka şeyler anlatacağını da söyledi. Şahsen gazetecilik hayatımın üç buçuk yılı Demirören Ailesi’nin sahip olduğu Vatan gazetesinde geçti; tabii ki benden çok daha yakından tanıyanlar bilenler vardır, ama benim de bu süre içerisinde yaşadığım bâzı olaylar, Demirören Ailesi’nin medyaya, gazeteciliğe ve gazetecilere nasıl baktığını gösteren ibret öyküleri gibi oldu — ben öyle düşünüyorum, onları anlatmak istiyorum. 

Tabii önce ne yapmıştı Nisan 2011’de Demirören Ailesi? Doğan Grubu’nun elindeki Milliyet ve Vatan gazetelerini 79 milyon dolara satın aldı ve böylece medyaya bir giriş yaptı. Gazetecilik yapmak gibi bir dertleri tabii ki yoktu; ama bu gazeteler aracılığıyla iktidarla birtakım ilişkiler içerisine girmek ve birtakım ekonomik ayrıcalıklar elde etmek istediler ve bunu da büyük ölçüde başardılar. Oradaki performanslarının ardından Ziraat Bankası kredisiyle de Doğan Grubu’nun tamamını bünyelerine kattılar. Buralardan kâr edip etmediklerini bilmiyorum, büyük bir ihtimalle etmiyorlardır; bu gazeteleri aldıktan sonra –televizyonlar da eklendi daha sonra– ne oldu? Birçok ihâleyi aldılar; ellerindeki birtakım şirketleri devletin yardımıyla iyi fiyatlarla OYAK’a sattılar vs.. yani medya üzerinden bir güç elde ettiler. Bu medyanın, Demirören Grubu’nun hâlihazırdaki medyasının herhangi bir önemi kaldığını sanmıyorum; örneğin zamânında benim çalıştığım Vatan gazetesi kapandı, internette sürüyormuş, hiç karşıma çıkmıyor, ama muhtemelen sürüyordur. Milliyet gazetesinin –ki Türkiye’nin bir zamanlar en önde gelen gazetelerindendi– hiçbir îtibârı kalmadı, kaç sattığını da bilmiyorum, açıkçası merak da etmiyorum. Hürriyet gazetesi, Kanal D, CNN TÜRK gibi önde gelen kurumların da pek bir îtibârı kalmadı; ama onlar zâten îtibardan ziyâde, medya üzerinden birtakım imtiyazlara ulaşmak istediler ve bunu büyük ölçüde başardılar. 

Benim Vatan gazetesi serüvenim 2002 seçimlerinin ardından oldu. 2003 başıydı yanılmıyorsam, Zafer Mutlu ve Ercan Arıklı gazetenin sâhipleriydi; başka isimler de vardı ve ben orada muhâbir olarak çalışmaya başladım ve bir süre sonra köşe de yazmaya başladım. Kendimi çok özgür hissettiğim bir yer oldu. Genel olarak bakıldığında, Vatan gazetesindeki gazetecilik serüvenimden büyük ölçüde memnuniyet duydum ve bunun belli bir aşamasında NTV’de çalışmaya başladım. İiki işi birden yaptım uzun bir süre; NTV ile olan ilişkim 2011 sonunda noktalandı, ama Vatan gazetesiyle Ekim 2014’e kadar çalıştım. Ekim 2014’te istifâ edip Habertürk’e geçtim. Bu arada Vatan gazetesi daha önce zâten Nisan 2011’de Zafer Mutlu ve arkadaşları tarafından Doğan Grubu’na satılmıştı; ama Zafer Mutlu’yla hâlâ eski ekip gazetede etkiliydi; yani bir anlamda Doğan Grubu’na katılmış oldular, ama Demirörenler aldıktan sonra işin rengi değişti. Demirörenler doğrudan olaya el koydular; gazete yönetiminde kendilerine göre birtakım değişiklikleri zaman içerisinde yaptılar vs.. 

Şimdi benim bu Demirörenler dönemiyle ilgili aldığım notlarım, hâfızamı yokladım, çok kolay oldu. Özellikle baba Demirören –artık yaşamıyor biliyorsunuz–,  ben artık orada muhâbirden çok yazar statüsündeydim, yazarlarla tek tek konuşurdu; arada sırada odamıza gelirdi, konuşurdu ve tam olarak ne demek istediğini anlamak mümkün değildi. Sürekli bir kaygıları vardı, sürekli bir kaygıları vardı ve açıkçası Vatan gazetesi o tarihte çok kârlı bir gazete değildi, oradan bir kâr elde etmesi imkânı yoktu; en fazla, olabildiğince az zararla çıkmayı hedefleyebilirdi, yani zararı azaltmak gibi bir perspektif olabilirdi. Bizden gazeteye ilan bulmamız konusunda yardımcı olmamızı bile istediğini hatırlıyorum — ki bu bizim yapabileceğimiz bir şey değildi, en azından benim yapabileceğim, yani yapabilmenin ötesinde yapmayacağım bir şeydi. Her neyse, şimdi benim ilk büyük krizim, onların gelmesinden yaklaşık bir sene sonra oldu — daha önce bunu bir “Gomaşinen”de anlattım, tekrar anlatacağım, detaylarını anlatmayacağım çünkü; ama olayı hatırlayacaksınız: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün basın danışmanı, benim de yakın arkadaşım olan Ahmet Sever’le yaptığım bir röportaj. Bu röportaj 30 Temmuz 2012’de gazetenin manşetinden girdi, bir pazartesi günü ve başlık şuydu: “Cumhurbaşkanı yeniden aday olabilir, neden olmasın?” Çünkü o tarihte Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına yeniden aday olmayacağı konuşuluyordu ve Erdoğan bir yasayla ikinci kez adaylığın önünü kapatmak istemişti; son anda vazgeçti, ama biliyorduk ki Abdullah Gül’ün yeniden aday olmasını istemiyordu. Ya kendisi olacaktı ya da Abdullah Gül’den daha –nasıl diyeyim?– zayıf, düşük profilli birisinin olmasını tercih ediyordu. Orada çok ciddî bir şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı içerisinde iktidar savaşları başlamıştı, taraflar şekilleniyordu ve böyle bir dönemde bana röportaj vererek –tabii ki Abdullah Gül’ün bilgisi dâhilinde– Abdullah Gül bir nevi Erdoğan’a meydan okudu. 

O tarihte gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İsmail Yuvacan’dı. Yuvacan, Zafer Mutlu ekibinden kalan yazı işleri müdürü, ben ilk geldiğimde yazı işleri müdürüydü, daha sonra genel yayın yönetmeni olmuştu; Tayfun Devecioğlu Milliyet’in başına kaydırıldı ve İsmail de Tayfun’un yerine genel yayın yönetmeni olmuştu ve Demirörenler de onun orada kalmasını uygun görmüşlerdi. Ben bu haberin riskli olduğunu biliyordum –daha önce de anlattım, tekrar olacak, ama kusura bakmayın– İsmail’e dedim ki: “İsmail bu haberi kimseye söylemeyelim, doğrudan verelim gitsin”. Eh nasıl yapalım? Bir cuma günüydü yanılmıyorsam Ahmet’le o röportaj –ya da Cumartesi–, haberin pazartesi günü çıkmasını kararlaştırdık. Pazartesi günü çıkmasının nedeni, pazartesi günleri gazeteler genellikle zayıf manşetlerle çıkar, ama bu güçlü bir manşet olduğu için hem pazarteside bir güç gösterisi olurdu, hem de pazar günü gazete daha az insanla çalışır, daha az ses çıkartır. Ben haberi teslim ettim, röportajı teslim ettim; hattâ ne olur ne olmaz diye fotoğrafları sisteme hemen sokmadık, daha sonra, pazar günü soktuk ve manşetten girdi bu. O tarihlerde Demirören Ailesi gazeteye ilgileniyorlardı, takip ediyorlardı; ama birtakım tedbirleri alma ihtiyâcı hissetmemişlerdi ya da alma gereği hissetmemişlerdi. Birden bu olay tabii gerçekten çok etki yarattı, şok etkisi yarattı; bütün televizyon kanalları bunu haberleştirdi, radyolarda konuşuldu, tartışmalar çıktı ve tabii ki dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın çok öfkesini çekti ve herhalde onlar Demirören Ailesini arayıp –doğrudan Başbakan Erdoğan aramamış olabilir, ama danışmanlar vs.– bunun bir şekilde herhalde hesabını da sormuşlardır. 

Sonuçta ilginç bir olay ortaya çıktı; gazete, aslında değeri her geçen gün azalan, etkisi azalan bir gazeteydi Vatan o tarihlerde maalesef. Vatan birdenbire Türkiye’de medyada öne çıktı, manşet çok ilgi gördü, gazete çok sattı, herkes onu konuştu; sonuçta bir gazete patronunun bundan memnun olması gerekir, herhalde memnun olmuşlardır; ama diğer yandan, Erdoğan nezdinde işlerini zora soktu bu; fakat burada ilginç bir husus daha vardır ki o da Abdullah Gül’ün de belli bir gücü vardı ve Demirören Ailesi kimin ne kadar güçlü olduğunu ya tam hesaplayamıyordu, ya da her iki tarafı birden idâre etmek istiyorlardı. Bir diğer husus da tabii –o da ilginç– Abdullah Gül Beşiktaşlı, bayağı angaje bir Beşiktaşlı. Demirören Ailesi’yle, Yıldırım Demirören’le bir de Beşiktaş üzerinden ilişkileri de vardı, onu da biliyorum. Sonuçta böyle kalakaldılar. 

Erdoğan Demirören beni çağırdı: Önünde gazete; şimdi şunu diyemiyor — ya da bunu demeye çalıştı ama tam da diyemedi: “Niye bizden habersiz bunu yaptınız?”a getiriyor, ama bunu bu açıklıkta söylemiyor. Bir şekilde lâfı dolandırdı; ben de hiç üstüme alınmadan, gayet sâkin, haberin çok iyi haber olduğunu, röportajın bize verilmiş olmasının çok büyük, büyük prestijli bir şey olduğunu falan anlatıyorum. Bunun üzerine şöyle şeyler söyledi: “Ya, bu işte âile içi bir kavga, biz bu kavgaya taraf olmasak” vs. dedi. Ondan sonra ben de yine alttan alıp –hani ne derler?– onun tam ne kastettiğini anlamıyormuş gibi yapıp, işte zâten gazeteciliğin bu tür kavgalar üzerinden yapıldığını, bunların haber malzemesi verdiğini falan anlatmaya çalışıyorum — böyle bir acayip bir diyalog oldu aramızda. Yani ikimiz de birbirimizi anlamıyoruz ya da dinlemiyoruz. Bir de şunu hatırlıyorum — meâlen şöyle bir şey söyledi: “Bir haber” dedi, “yapıldığı zaman, şunu düşünmek lâzım: Bu haber Türk lirasını nasıl etkiler? Türkiye’yi, Türk lirasının döviz kuru ile ilişkisini nasıl etkiler?” falan gibi, olayın ekonomiye etkileri gibi noktalara getirdi. Ben de hatırladığım kadarıyla, bunları benim bilemeyeceğimi, çok anladığım konular olmadığını falan söyledim. Neyse, sonuçta garip bir durum oldu: O kızmak istiyor, kızamadı. Mesela normal şartlarda bu haber yüzünden benim işime son da verebilirlerdi; ama işime son vermeleri durumunda bunun birtakım yansımaları ve yankıları olacaktı. Böyle bir olay oldu, ama oradan îtibâren beni bir şekilde, “kara” olmasa da “gri” bir listeye aldılar; yani çok da güvenilmez bir gazeteci olduğum noktasına vardılar herhalde ve ondan sonra zâten kademe kademe, gazetenin birinci sayfalarının, hattâ özellikle köşe yazılarının, Demirören Ailesi tarafından bir şekilde yayınlanmadan önce görülmeye başladığını duyduk — tanık olmadık ama sisteme artık öyle girildiğini duyduk vs.. 

Bunun böyle olduğunu anlamam için bizzat bir olay yaşamam gerekti; bu da bir yıl sonra, 2013’ün Nisan ayında yaşadığım bir olay. O günleri düşünün: Çözüm Süreci var, Öcalan’la görüşülüyor, PKK’yla görüşülüyor, HDP milletvekilleri gidip geliyor vs. ve Öcalan’ın talîmâtıyla PKK’nın Türkiye’deki güçlerini çekmesi söz konusu, o bekleniyor ve Kandil’de basına bu konuda bir açıklama yapılacak — 25 Nisan 2013’te. Şimdi, Türkiye’den ve başka yerlerden de çok sayıda gazeteci, televizyon ekibi Kandil’e gitti; bunu ayrı bir “Gomaşinen”de anlatmak istiyorum, çünkü bambaşka bir olaydı. Fakat onun öncesinde biz Vatan gazetesi olarak bir şekilde PKK’yla röportaj yapmak için, ayrı bağımsız bir röportaj yapmak için başvurmuştuk aylar önce ve bize belli bir tarihte “Tamam, gelin” diye haber geldi; biz foto muhâbiri arkadaşım İlker Akgüngör ile atladık Erbil’e gittik; Erbil’den bizi bir araba aldı, kaldığımız otelden biz Kandil’e gideceğimizi sanıyoruz, ama Kandil’le alâkası olmayan bir yere gittik. Türkiye’ye çok da uzak olmayan Dohuk şehrinin Amedi bölgesiymiş, orada bir çadırda bizi beklettiler, onun öykünün detaylarını daha sonraki “Gomaşinen”lerde anlatacağım için bunu hızlı geçiyorum. Kiminle görüşeceğimizi bilmiyoruz; bir yetkiliyle görüşeceğimizi biliyoruz. Sonunda Duran Kalkan geldi. Duran Kalkan o âna kadar benim bildiğim Türkiye’de Türk basınla hiç konuşmamış, kendi örgüte yakın yayın organlarına konuşmuş; ama Duran Kalkan’ın yanında bir kadın var, onun da adı Delâl Amed’miş; biz ikisiyle röportaj yaptık, bayağı uzun, fotoğraflar çekildi, kayıt yapıldı ve atladık gittik otele, haberi yaptık, yolladık gazeteye, ertesi gün çıkacak ve olay tabii ki şuydu: Biz bunu 22 Nisan’da yapıyoruz; 25 Nisan’da basın toplantısı yapılacak ve orada PKK resmen geri çekilme kararını açıklayacak. Tabii ki bizim Duran Kalkan’la yaptığımız röportajın esas ana unsuru da buydu: “Geri çekilme olacak mı olmayacak mı?” Çünkü yüzde yüz kesinleşmemişti ve bu röportajda başlığa çıkarttığımız sözü şu: “Sorunlar önemli ölçüde bitti, çekiliyoruz”. Şimdi bu acayip bir atlatma haberdi; çünkü 25’inde büyük bir ihtimalle çekileceklerdi, ama yine de kesin değildi ve Türkiye’den ve başka yerlerden insanlar geri çekilme olup olmayacağını öğrenmek için Kandil’e gideceklerdi; ama biz 23 Nisan günü manşetten bunu verdik ve oraya gelenlerin hepsi, tahmin ediliyordu tabii ki, çekilme kararı oldu; ama yine de bizden öğrendiler çekilmenin kesinleştiğini. 

Her neyse konu bu değil, konu esas şu: Demirörenler burada nerede var? Biz şimdi 22 Nisan’da bu görüşmeyi yaptık, sonra Erbil’e otele geldik ve Erbil’de haberimizi yaptık; İlker fotoğraflarını yolladı ve orada tanıdığımız Erbil’de yaşayan birkaç arkadaşla, eş dostla Türk atladık oradaki Ermeni mahallesinde bir restoranda yiyip içmeye gittik; çünkü bayağı iyi bir iş çıkarttık, atlatma haber yapıyoruz ve kutluyoruz; arkadaşları da dâvet ettik ve sonra, gecenin bir vakti telefonum çaldı benim ve Ankara’dan yönetimde olan, yani hükûmetin Erdoğan’a yakın çevresinde yer alan tanıdığım birisi beni arıyor. Şaşırdım tabii. Bana, “Duran Kalkan başka ne anlattı?” dedi. “Ne diyorsun ya?” falan dedim, “İşte, çekiliyorlarmış” dedi, “iyi” dedi, “iyi haber” falan dedi; “ama başka ne oluyor?” Çünkü onlar da bekliyor haberi. Nereden biliyor? Çünkü akşam gazete Ankara’ya gitmiş, “Biz yarın böyle çıkacağız, haberiniz olsun” diye. Onlar da “İyi” demişler ve sonra da o tanıdığım kişi beni arayıp biraz daha fazla bilgi almak istedi falan, öyle sohbet etti geçti; ama şimdi düşünüyorum, o zaman da düşündüm, Duran Kalkan bize, “Sorunlar çözülmedi, çekilmiyoruz” deseydi, o manşet ertesi gün girer miydi bilmiyorum. Her hâlükârda bu manşet –başka manşetlerde gitmiş olabilir–, benim yaptığım manşet Ankara’ya gitmiş, onay alınmak için kendilerine sorulmuş, bereket onay gelmiş ki manşet girmiş. 

Neyse, son bir olayı da anlatayım: O da yine tesâdüfen Kürt meselesiyle ilgili bir şey, ama çok acı bir olaydı; yani biraz komikti, ama traji-komik diyeyim: Şimdi, benim küçük bir odam vardı Vatan gazetesinde ve Çözüm Süreci dönemleri. O tarihlerde Leyla Zana ile konuşmaya çalışıyorum. Leyla Zana da medyayla hep böyle tereddütlü ilişki kurar, çok çıkmak istemeyen birisidir; dikkat ederseniz uzun bir süredir ortalıkta gözükmüyor bile, hiç ortaya çıkmıyor, galiba Türkiye’de de yaşamıyor. O kadar, nerede olduğunu bilmiyorum. Kendisine sürekli mesaj yolladım vs., konuşmak istiyorum ve röportaj yapmaya çalışıyorum. Sonunda bir gün beni aradı; ben odamdayım, telefonla konuşurken odamın kapısı açıldı; bir baktım: Erdoğan Bey, yanında da gazetenin idârî kısmından yakından tanıdığım bir arkadaş kafayı uzattı, ben böyle neye uğradığımı şaşırdım, elimde telefon, ben böyle biraz tereddüt ettim falan, sonra konuşmaya devam ettim. Onlara da bir işâret ettim herhalde. Neyse, onlar gittiler, sonra, gülüyorum, ama gülünmeyecek gibi değil: Öğrendim ki Erdoğan Bey gitmiş benim odadan biraz ileride yazı işleri var, yazı işleri genel yayın yönetmeninin odasına, demiş ki: “O adamı atın”. —“Niye?” demişler. “Ben geldim odasına, ayağa kalkmadı, benimle konuşmadı, telefonla konuşuyordu, devam etti” vs. “atın”. Atmışlar beni; yani orada atmışlar. Sonra, bu arada benim hiçbir şeyden haberim yok, ondan sonra arkadaşlar, yöneticiler vs. “Aman etmeyin eylemeyin, ya işte bir yanlış anlaşılma olmuştur” vs diye bayağı bir dil dökmüşler, sonunda iknâ etmişler. Sonra da bana dediler ki: “Ya, sen ne yaptın?” Ben anlamadım ne yaptığımı, “Böyle böyle oldu” dediler; ben de neye uğradığımı şaşırdım açıkçası. Neyse, bu böyle kapanıp gidecekti; ama o tarihlerde –hâlâ var mı bilmiyorum– medya dedikodu siteleri vardı, çok sayıda — böyle şu şu olmuş, şu istifa ediyor, şu şununla kavga ediyor diye; pat diye orada çıktı, bir yerde bu olayı anlattılar ve bir de belli ki orada olaya tanık olan birisi o sitelerden birisine sızdırmış böyle de haber olmuş. 

Normal şartlarda değişik patronlarla çalıştım; ama çalıştığım insanların hemen hemen hepsi üç aşağı beş yukarı gazeteciliğin nasıl bir şey olduğunu bilen –yani onları övmek anlamında söylemiyorum, ama belli ölçülerde saygı gösteren– insanlardı ve ilişkilerde patron da olsa başka bir şey de olsa, yani bu hiyerarşide belli bir esneklik olurdu. Bu olayı hâlâ anlayabilmiş değilim; yani kızmış olabilir, şu olabilir bu olabilir, rahatsız olmuş olabilir; benim yaptığım hatâ da olabilir, ama ben hatâ yaptığımı açıkçası sanmıyorum, çünkü uzun bir süredir peşinde olduğum bir haber kaynağını, yani röportaj yapmak istediğim birisini nihâyet bulmuşum ve onu iknâ etmeye çalışıyorum. O anda inanın bana gözüm patron falan görebilecek durumda değildi; ama sonuçta atılıyormuşum, atılmışım daha doğrusu. Sonra arkadaşlar iknâ etmişler, kurtarmışım. 

Bu böyle gitti ve ben Ekim 2014’te Habertürk’ten gelen teklif üzerine Vatan gazetesinden ayrıldım. Onlar da kendileriyle gidip konuştuğumda, “Ya gitme, kal” da demediler; sonuçta herkes için iyi bir şey oldu. Ama Habertürk’e gitmiş olmak benim için çok iyi bir şey oldu mu bilmiyorum; ama şunu biliyorum: Ocak 2016’da gazetecilik hayatımın ilk ve tek işten atılma olayı Habertürk’te yaşandı. İyi oldu, o sâyede Medyascope’atam mesâili zaman ayırma imkânım oldu ve o günden bugüne, yani 2016 Ocak ayından bu zamana gazetecilik hayâtımın en keyifli, ama en zor, ama en mutluluk veren dönemini yaşıyorum. Gazetecilik gerçekten böyle kötü patronlarla, gazeteciliğin değerini ve anlamını bilmeyen işverenlerle yapılacak bir şey değil; dolayısıyla ne yaparlarsa yapsınlar, meselâ Demirören Ailesi’nin Türkiye’de iyi gazetecilik yapmasının hiçbir şekilde imkânı olduğunu sanmıyorum; zâten onlar da başta söylediğim gibi gazetecilik yapmak değil, o medya gücü üzerinden ekonomik imkânlarını daha genişletmek istiyorlar ve bunu da bir ölçüde başarmışa benziyorlar. Onların işleri kendilerine kalsın, benim hep söylediğim, bir ara sosyal medyada sabitlediğim, Mahir Çayan’dan öğrendiğim sözü söyleyeyim tekrar: “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde”. Ayrı dünyaların insanlarıydık, ama mecbûren bir süre beraber çalışmak zorunda kaldık. Ben kendimi kurtardım, onlar da kendilerini benden kurtardılar; herkes bu işten memnun oldu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.