Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (53): Mehmet Ali abi (Birand)

Gazetecilik anılarımın 53. bölümünde sekiz yıl önce kaybettiğimiz Mehmet Ali Birand’ı anlattım. Mehmet Ali abi 1994 yerel seçimleri sonrasında bir 32. Gün yayınına davet ederek beni bir günde “meşhur” etmişti. Daha sonra çeşitli yayınlarda bir araya geldik: çoğunlukla o beni konuk etti, az da olsa ben kendisini konuk ettim. Bir de tabii CNN Türk’ün bir yılı aşkın kuruluş sürecinde yaşadıklarımız var.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 53. bölümünde Mehmet Ali Abi’yi anlatmak istiyorum. Yani Birand’ı anlatmak istiyorum. Abi dememin nedeni, aslında yaşça bizden büyüktü, benden tam 21 yaş büyükmüş; 8 yıl önce kaybettik kendisini biliyorsunuz –17 Ocak 2013’te–; yanında çalışan gençlerin çoğu kendisine “Abi” diye hitap ederdi. Bir de şöyle bir ayrıntı var: O da ben de Galatasaray Lisesi’ndeniz; bizde de böyle bir gelenek vardır, ama Galatasaray Lisesi’nden olmasaydı ya da ben de olmasaydım, herhalde kendisine yine “Ağabey” derdim. Tabii ki bâzıları “Birand” derdi, en kolayı da o olurdu; kendisine hitap ederken Mehmet Ali Ağabey derdik, gıyabında konuşurken “Birand” derdik ya da benim bulunduğum ortamlarda öyle oluyordu. Türkiye’de benim gazetecilik hayâtımda tanık olduğum, gerçekten nev’i şahsına münhasır, özgün bir ekol yaratmış bir isimdi. Hakkında çok tartışma da çıkmıştır; kendisiyle sorun yaşayan, kavga yaşayan insanlar da olmuştur. Bunlardan birisi yakın arkadaşım Rıdvan Akar. Rıdvan, Birand’ın kendisine çok haksızlık yaptığını söyledi ve mahkemelik oldular — en son, “32. Gün”ü Rıdvan’la yapıyorlardı biliyorsunuz ve bildiğim kadarıyla da Rıdvan orada haklıydı. 

Yani Birand böyle birisiydi; sorunlar olurdu, ama gazeteciydi. Gazeteciliğe çok erken yaşta başlamış birisiydi. İlk başlaması, bildiğim kadarıyla Milliyet gazetesinde 23 yaşında başlıyor, 1964 yılında; ama onun hayâtının dönüm noktası herhalde 1971’de Milliyet’in Brüksel temsilciliğine gelmesiyle birlikte oluyor bildiğim kadarıyla. Türkiye’ye Batılı bir tür gazeteciliği taşıyan, tam da o dönüşümlerin olduğu tarihlerde taşıyan isim. Batı’da yaşayan, orayı gören bir isim ve bunu büyük ölçüde kademe kademe taşıdı. Ama dönüm noktası kesinlikle TRT’ye 1985’te yapmaya başladığı “32. Gün”. “32. Gün”de yepyeni bir haber programı konsepti geliştirdi: dünyadan haberler, dünyanın değişik merkezlerinden haberler, Türkiye’den haberler — ama içinde sâdece siyâset yok, magazin de var; ama magazin, bildiğimiz çok sıradan magazin değil, insan portreleri de var. Ve bunu yaparken de bir ekiple çalıştı Birand; bu ekibin içerisindekilerin çoğu Türkiye’de gazetecilik hayâtında önemli yerlere geldiler. İlk başladığında, TRT’de Ali Kırca ile birlikte başladılar “32. Gün”e ve buradan, “32. Gün” içerisinden, Can Dündar, Mithat Bereket, Deniz Arman, Çiğdem Anat, Bülent Çaplı, Serdar Akinan gibi isimler geçti. Brüksel’de Ahmet Sever, Moskova’da Cenk Başlamış, Washington’da Turan Yavuz gibi isimler  vardı; bu üç isim de Milliyet gazetesinin temsilcileriydi, ama aynı zamanda “32. Gün”e de çalışan kişilerdi. 

Benim kuşağım da “32.Gün”deki gazeteciliğe imrenmiştir; insanlar bayağı bir özenmiştir. Birçok kişi için hâlâ “32.Gün”ün bir yeri vardır. Ve zaman zaman âilesi, “32. Gün” markasını muhâfaza ederek eski birtakım yayınları, belgeselleri, tartışma programlarını tekrar yayınlıyorlar ve bayağı da ilgi görüyor — bâzen bunlar içerisinde ben de oluyorum. Değişik belgesellerde ya da yayınlarda, Birand, özellikle İslâmî hareketi ilgilendiren, Millî Görüş hareketi vs. ile ilgili olarak benimle değişik kereler yayın da yapmıştı. Daha doğrusu yayın yapma değil de, o belgesellerde benimle de röportajlar yapmışlardı; bâzen onların da tekrar yayınlandığını görüp, gençlik hâlime bakıp kendimle dalga geçtiğim oluyor. 

Mehmet Ali Ağabey ile benim ilk “ciddî tanışmam” diyeyim –ama daha önceden tanışıyorduk tabii– 1994 Yerel Seçimleri’nden sonra oldu; çok kaba tâbirle söyleyecek olursak: Beni o “meşhur etti”. Şöyle ki, 27 Mart’ta Refah Partisi çok büyük bir patlama yaptı: İstanbul, Ankara başta olmak üzere birçok yerde belediyeleri kazandı ve özellikle İstanbul ve Ankara nedeniyle, Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçe’nin seçilmesiyle berâber Türkiye’de olağanüstü bir dönem başladı; çok büyük bir panik hâli vardı; özellikle laikliği savunan kesimlerde bir kafa karışıklığı vardı, korku vardı, ama aynı zamanda da anlama arayışı vardı. Ben de o târihlerde bu konularda çalışan birisiydim; 1990’da Âyet ve Slogan’ı  yayınlamıştım; zâten Refah Partisi üzerine de bayağı ciddi bir çalışma yürütüyordum. Nitekim 1994 seçimlerinden hemen sonra, Ne Şeriat Ne Demokrasi. Refah Partisi’ni Anlamak adlı kitabımı da yayınladım. İşte, “32. Gün”ün 27 Mart sonrasında bir yayınında Birand beni, İzmir’de din felsefesi konusunda hocalık yapan Prof. Ahmet Aslan’ı –çok değerli bir isimdir– ve Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi’yi “32. Gün”e birlikte çıkarttı. Oktay Bey o tarihte çok popülerdi; daha sonra milletvekili oldu biliyorsunuz ve Türkiye’de bir anlamda laik kesimin önde gelen isimlerinden, sözcülerinden birisiydi. O tam bir durmuş oturmuş duayen gazeteci, Ahmet Hoca kendi hâlinde — yani “kendi hâlinde” dememin nedeni, güncel siyâsete girmeden daha genel şeyler söylerdi. Biz orada Oktay Bey’le bayağı bir kapıştık; ben de herhalde sakallıydım, yine öyle bir dağınık bir halde oturdum ve orada ben tabii ki Refah Partisi ve İslâmî hareketler üzerine çalıştığım için birtakım somut bilgilere sâhiptim. O yayında da Oktay Bey, daha çok bildiğimiz, o kesimin birtakım önyargılarını seslendirdi ve ilginç bir yayın oldu — öyle söyleyeyim. Daha sonra, o yayının hemen ardından Prof. Şerif Mardin’le teke tek devam etti; yayına ara verildi ve ondan sonra Şerif Hoca ile devam etti. Şerif Hoca da kendi bölümünde, benim bir önceki bölümde söylediklerime sıklıkla referans verdi ve ben birdenbire televizyon denen olayın ne kadar önemli olduğunu gördüm. 

Şundan gördüm: Hiç unutmuyorum, o sırada Moda’da oturuyordum, ertesi sabah Beyoğlu’ndaki Fransız Kültür Merkezi’nde bir toplantıya gidecektim. Kadıköy’de vapura bindim; akşamki yayından tanıyan insanlar oldu. Tünele bindim; tünelde yanımdaki kişi beni tanıdı, benimle konuşmaya başladı. Beyoğlu’nda Taksim’e doğru yürürken gözlerin çevrildiğini gördüm ve o program çok izlenmişti. “32. Gün” zâten çok izleniyordu. 27 Mart’ın ardından o program çok da fazla ilgi görmüştü ve ben orada birden nasıl bir dünyanın içerisinde olduğumun farkına vardım ve ilginç bir olay olmuştu; beni bir nevi o suya attı diyebilirim. Aslında yaptığı çok cesurca bir şeydi; çünkü öyle bir ortamda, “32.Gün”ün ortalama seyircisi daha çok Oktay Ekşi’ye yakın olduğu için risk aldı, ama program bayağı da ilgi gördü. Zâten Birand’ın böyle bir özelliği vardı: Çok kolay risk alan birisiydi ve bu risklerde başına işler de alıyordu — özellikle PKK röportajları vs. ile. Ama her seferinde bir şekilde, gazeteci ve haberci yönüyle bunlardan genellikle kazançlı çıkıyordu. 

Birand’la bizim en yakın çalışmamız, CNN Türk sürecinde oldu; onun çok acayip bir öyküsü vardır. 1998 yılında Doğan Grubu bünyesinde bir haber kanalı kurulmak istendi ve bu haber kanalının adı da TV24 olacaktı; öyle bir adı vardı 24’lü bir adı vardı; ama zâten kurulamadan, CNN International’ın dünyanın değişik yerlerinde kanal açmak istediği ve Türkiye’yi de düşündüğü istihbârâtı Birand tarafından Aydın Doğan’a iletilince, CNN’le ortaklaşma yolunda anlaşıldı ve o “24” projesi CNN Türk’e döndü. Orada genel müdür Taha Akyol’du.Taha Akyol’u ben Milliyet’ten de tanıyordum, daha önceden de tanıyordum ve birbirimizle çok bir iyi bir ilişkimiz vardı. Taha Bey’in genel müdür olduktan sonra ilk çağırdığı isimlerden birisi ben olmuştum ve ben de kabul ettim. Birand oraya genel yayın yönetmeni oldu; yani beni oraya Birand almadı, ama onun da hiçbir îtirâzı olmadı, Taha Bey aldı. Birand genel yayın yönetmeni oldu ve biz önce “24 kanalı” ardından CNN Türk için çalışmaya başladık. Ama bu çalışma bir yılı aştı; o kadar kadro, bir yıl boyunca –belki daha fazla bir süre boyunca– o Doğan Grubu’nun binasına, Hürriyet’le aynı binaya gidiyoruz, ama ortada kanal yok; yani bir şeyler yapıyoruz, insanlara para veriyorlar. Bu arada, önce birtakım şeyler yapmaya çalıştık, ama uzadıkça uzadı. Hürriyet’in konferans salonunda büyük konferanslar düzenlendi çalışanlara; ama artık konferans konuları tükendi, hattâ öyle tükendi ki, bir gün bana Birand “Türkiye’de İslâmcılık” anlattırdı bütün çalışanlara, vs.. Bu arada ABD’den, CNN’den birtakım uzmanlar geldi; bize eğitim vermeye başladılar. Dijitalleşmenin ilk adımları atılıyordu ve o tarihte, 1998/99’da CNN’ciler, herkesin her şeyi yaptığı bir sistem kurmak istediler; yani muhâbir aynı zamanda montaj da yapsın, kamera da bilsin falan. Biz buna çok îtiraz ettik. Bugünün gazeteciliği aslında böyle oluyor; o tarihte bunu yaptırmak istediler ve meselâ prodüktörler îtiraz etti, kameramanlar îtiraz etti, muhâbirler ve editörler îtiraz etti — yarım yamalak bir şey oldu. Ve CNN Türk onca zaman sonra, yayına girmeden kısa bir süre önce Mehmet Ali Birand’ın genel yayın yönetmenliğini iptal etti, yerine ATV’den Ferhat Boratav –ki benim çok yakın bir arkadaşımdır, o târihte de öyleydi–, onu genel yayın yönetmeni yaptılar. 

Ama Birand gerçekten ilginç birisiydi; ayrılmadı ve orada yayın yapmaya, program yapmaya, CNN’de çalışmaya devam etti. Yani tabii ki rahatsız olmuştur bundan; ama devam etti — bülten sundu, program yaptı ve devam etti. Ben orada çok kısa bir süre çalıştım; yani CNN yayın hayâtına atıldıktan sonra çok kısa bir süre çalıştım ve daha sonra ayrıldım. O bitmez tükenmez bekleme sürecinde, çalışanların yöneticilerle yaptığı genel toplantılar oluyordu ve orada tabii çalışanların çok sayıda şikâyeti, memnûniyetsizliği ve sabırsızlığı vardı. Yöneticiler ise bunlara cevap vermekte zorluk çekiyorlardı. Bu toplantılarda –benim öyle bir özelliğim vardır, çok lâfımı esirgemem– alenen bütün şeyleri yüksek sesle toplantının ortasında Birand’ın suratına söyledim ve Birand bunlardan çok fazla rahatsız olmadı. Ama ikinci ya da üçüncü büyük bir toplantı bayağı bir sert geçti; normalde orada beni işten atabilirdi. Atsaydı hani haksız da sayılmayabilirdi, ama bir şey olmadı. İki üç gün sonra, hiçbir şey olmamış gibi devam ettik; fakat orada hiç unutmadığım bir şey vardı: Birand’da kendini ekollü gören –ismi lâzım değil– birisi, o târihten sonra, o andan îtibâren Birand’la dayanışma için benimle konuşmamaya başladı ve böylece o kişiyle samîmî olmama şansını elde ettim — Allah’ın böyle bir lûtfu oldu bu. Birand’ın böyle bir özelliği vardı: Kavga ederdiniz, şu olurdu bu olurdu, ama sonra çok çabuk unuturdu. Ve insanların gönlünü almayı çok bilirdi; yani açık açık pohpohlardı vs., böyle ilginç birisiydi. 

Ama gerçekten gazeteciydi; haber konusunda çok acımasızdı. Haberi bulmak için, haberi geliştirmek için elinden geleni yapardı ve bizlerin de yapmamızı sağlardı ya da buna sevk ederdi. İnsan da yetiştirmiştir, gazeteci de yetiştirmiştir; “32. Gün Ekolü”nden bayağı bir isim çıkmıştır ve hâlâ bunların büyük bir kısmı gazetecilik yapıyor. Tabii burada Mithat Bereket’in o talihsiz hastalığıyla gazetecilikten uzak kalmasının notunu düşmek lâzım. Gerçekten çok üzücü; Mithat, Birand sâyesinde tanıdığımız –ama daha sonra değişik yerlerde, NTV’de de çalıştık biz Mithat’la–, berâber çalıştığımız bir meslektaşımızdı. O da özellikle dış haberler konusunda uzman bir isimdi; maalesef uzun bir süredir sağlık nedenleri nedeniyle gazetecilikten uzak, sağlık durumunun çok kötü olmadığını duyuyorum, ama gazetecilik yapamıyor. 

İlginçtir, Birand çok kişi yetiştirdi; ama onu yetiştirdikleri çok fazla kişi yetiştirmedi — böyle bir ilginç bir özellik var. Tabii ki Birand, belgesellerde “32.Gün”de şurada burada, başkalarının da önünü açıyordu; ama takdir etmek gerekir ki arslan payı genellikle ona kalıyordu. Türkiye’ye çok sayıda dönem kitabı ve belgeseli armağan etmiştir; hâlâ değeri olan belgeseller var.  Orduyu sorgulayan Emret Komutanım başlı başına bir olaydır meselâ. En kritik anlarda, meselâ Bekaa Vadisi’nde Abdullah Öcalan’la röportaj yapmıştır — böyle ilginç bir isimdir. 

Daha sonra ben CNN Türk’ten ayrıldım, belli bir süre sonra NTV’de çalışmaya başladım. Ve biz NTV’de Mirgün’le “Yazı İşleri” programını yaparken Mehmet Ali Abi’yi birkaç kere dâvet ettik. Hiç sektirmeden geldi, her türlü sorumuzu cevapladı, bize konuk oldu ve her zaman hep iltifatlarını ihmal etmedi. O beni izliyordu, ben onu izliyordum; tabii ki bizim onunla yarışmamız diye bir şey kesinlikle söz konusu olmazdı. Daha sonra Birand’ın Kanal D’de Ana Haber Bülteni sunması olayı var; ben hâlâ buna çok anlam verebilmiş değilim. Ama çok ilgi gördü, reyting rekorları kırdı. Benim bildiğim, Birand’ın o ana haber bültenlerinde kendine özgü üslûbuyla çok sık yaptığı hatâlardı — ki hatâlar daha da çekici kılıyordu herhalde. Ben hâlâ o konuda, gerek yoktu diye düşünüyorum; ama o memnundu, anladığım kadarıyla mutluydu, reytingleri iyiydi vs.. CNN Türk döneminden bir anımı anlatmak isterim: Çok anımız vardır Birand’la; bunların birinde, Beykoz’da Hizbullah lideri meşhur Hüseyin Velioğlu’nun evi sarılmış, villa sarılmış, çatışma sürüyor ve biz CNN Türk’deyiz, o sırada ben hâlâ ayrılmamıştım. CNN Türk canlı yayınını da Birand sunuyor; orada muhâbirlerimiz var, ama muhâbirler olay yerine yaklaştırılmıyor. Görüntü var, villa görüntüsü var ve biz canlı yayın yapıyoruz, çok önemli bir olay. Silâh sesleri geliyor, villayı görüyoruz; Birand muhâbire bağlanıyor, muhâbir hiçbir şey anlatamıyor, çünkü hiçbir bilgi yok ellerinde, çatışma sürüyor falan. Bizim zâten gördüğümüz şeylerin dışında bir şey anlatamıyor. Çünkü hem çatışma sürüyor, hem bir bilgi alma imkânları yok, hem de olay yerine zâten belli bir mesâfeden daha yakına gelmelerine izin verilmiyor, böyle ilginç bir andı ve Birand beni yanına oturttu. Hizbullah’ı bildiğim için, ben oradan canlı yayında, bir taraftan silâh sesleri gelirken şöyle bir olay düşünün: İki saat falan sürdü belki de, bilmiyorum, o çatışma ne kadar sürdüyse işte, Birand anlatıyor: “Şu anda Hizbullahçılar’a yönelik operasyon sürüyor” vs.. Silâh sesleri geliyor, muhâbire bağlanıyor; muhâbir bir iki ortaya karışık lâf söylüyor, sonra Birand bana dönüyor, işte, “Ne diyorsun Ruşen? Bu Hizbullah nedir? Ne zaman kuruldu?” falan. Ben bir şeyler anlatıyorum, şu oluyor bu oluyor; sonra tekrar Birand, arada silâh sesi geliyor, “İşte, duyuyorsunuz silâh sesleri geliyor” diyor, sonra muhâbire tekrar bağlanıyor, muhâbir aynı şeyi söylüyor ve sonuçta o görüntülü yayına eşlik etmek için sürekli Birand beni konuşturdu. Bende de konuşacak lâf kalmadı; çünkü Hizbullah gizli bir örgüttü, ne doğru dürüst yayını vardı ne bir şey vardı; genellikle hakkında söylenenler vardı. Yani ben de artık lâfı tüketmek üzereyim; ama Birand alttan sürekli, “Hadi hadi, devam et, devam et” diye işâret yapıyor. Ben de uzattıkça uzattım, şişirdikçe şişirdim ve sonunda, yani kan ter içinde kalarak Hizbullah yayını yapmıştım. 

Daha sonra Birand’ın Kanal D bünyesindeyken bir Recep Tayyip Erdoğan belgeseli, projesi vardı. Erdoğan’ın başbakan olduğu bir dönemde, Erdoğan’la Aydın Doğan ve Doğan Grubu arasındaki ilişkilerin çok da parlak olmadığı bir dönemde böyle bir belgesel fikri Aydın Doğan tarafından da benimsendi. Birand zâten böyle şeyleri çok önemsediği için, onun için çok heyecan verici bir projeydi. Aydın Doğan da benimsemiş, Doğan Grubu da benimsemiş. Erdoğan da “Tamam” demiş, ama çok da emin değildi, bir yanlış bir şey yaparlar, kötü bir şey yaparlar diye orada bir ekip kurdu Birand ve beni de oraya danışman olarak çağırdı. Para da alıyorduk, gidiyorduk toplanıyorduk; sürekli genç birtakım arkadaşlar da çalışıyordu, birtakım tecrübeli prodüktörler vardı; dört koldan, hem bir taraftan arşivler taranıyor, bir taraftan metinler hazırlanacak vs.. Daha sonra Erdoğan’a çok yakın isimlerden birisi yine danışman olarak eklendi falan, ama o olay yattı. Zâten belli bir aşamasında Birand hastalık nedeniyle hayâtını kaybetti. Ama o olabilseydi meselâ, çok ilginç bir şey çıkartacaktı diye tahmin ediyorum; hâlâ üzerinde konuşulacak bir şeyi pekâlâ Mehmet Ali Ağabey çıkartabilirdi. Ama çok çetrefil bir süreçti, onu hatırlıyorum. Çünkü hem Doğan Grubu’nu hem Erdoğan’ı aynı anda tatmin edebilmek zordu; ama onun ötesinde, Birand’ın kendi bir nâmı var. En zor dönemlerde en olmadık konuları olabildiğince dönemin koşullarının üzerinden özgürce yapabilmiş bir isim olarak, onu nasıl yapacaktı açıkçası çok merak ediyordum. Altından bir şekilde kalkacaktı herhalde; ama diyelim ki en son hâlini Erdoğan görmek istese, Birand verir miydi? Ya da diyelim ki verdi; ondan sonra Erdoğan’ın şu îtirazlarının gereğini yapar mıydı? Bunların hepsi meçhul, yani olmadı. Belgesel üzerine bayağı bir çalışıldı edildi, ama olmadı ve Mehmet Ali Birand 72 yaşında hayâtını kaybetti. 

Yani kaç yıl olmuş? 8 yıl olmuş. Eğer yaşasaydı 80 yaşında olacaktı ve mutlaka bir yerde bir şekilde gazetecilik yapıyor olacaktı. Nasıl yapardı, nerede yapardı açıkçası çok emin değilim. Ama meselâ Demirören Grubu’na geçmiş, tamâmen Havuz’un içerisinde boğulan Kanal D’de ya da Hürriyet’te ya da öyle bir yerde çalışmaya devam eder miydi? Sanmıyorum. Kendi başına bir şeyler yapmaya çalışırdı diye tahmin ediyorum. Tabii bunların hepsi tamâmen varsayımlara dayalı. Evet, çok ilginç bir kişilikti; dediğim gibi, nev’i şahsına münhasır birisiydi. Ben açıkçası kendisiyle çok sorun yaşamadım; tabii ki kavgalarımız oldu, ama bunların hiçbirisi çok kanlı bıçaklı olmayı gerektiren olaylar değildi. Ama böyle olan kişiler ve kurumlar olduğunu biliyorum. Benim Mehmet Ali Birand tanıklığım budur. Nur içinde yatsın. Gerçekten Türkiye’de adını yazdırmış ve geriye hâlâ okunası ya da bakılası, izlenilesi işler bırakmış bir kişilik olarak, Türkiye’de basın tarihinde kendine bir yer edinmiş az sayıda kişiden birisi. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.