Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeni bir “korku iklimi” yaratma planları: Levent Gültekin ile söyleşi

Levent Gültekin ile HDP İzmir İl Başkanlığı baskınının 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında olduğu gibi yeni bir korku iklimi yaratmanın başlangıcı olup olmadığını, muhalefetin bu konuda neler yapabileceğini konuştuk. Ayrıca Halk TV’deki İsmail Saymaz-Veyis Ateş-Sezgin Baran Korkmaz yayını ve Sedat Peker’in iddialarından bir sonuç çıkıp çıkamayacağını tartıştık.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Levent Gültekin ile birlikteyiz ve kendisiyle esas olarak HDP İzmir İl Örgütü’nün binasına yapılan saldırıyı ve oradan hareketle yaşananları ve yaşanabilecekleri konuşacağız; ama bu arada tabii ki Sedat Peker olayıyla beraber gündeme gelen tartışmaları da, ve dün akşam Halk TV’deki İsmail Saymaz, Veyis Ateş ve Sezgin Baran Korkmaz tartışmasını da ele alacağız. Levent, merhaba.

Levent Gültekin: Merhaba, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Bir ara verdik, millet şikâyet etti, “Ne oldu? Bir sorun mu var?” diye. Neyse, fazla arayı açmamak lâzım. Önce şu meseleden bahsedelim, dünkü tartışmadan bahsedelim. Aslında çok da üzerinde konuşmak istemediğim bir husus; çünkü yaşanan çok can sıkıcı bir olay — İsmail Saymaz’ın Halk TV’de Veyis Ateş ile yaptığı, ardından Baran Sezgin Korkmaz’ın da iki kere katılıp, sonra tekrar çıkıp tekrar gelmesi falan… İzlemişsindir, bakmışsındır, haberdarsındır. Ne diyorsun? Millet bayağı bir ilgilendi, ama çok büyük bir heyecan bekleniyordu; ama beklentileri çok da karşılayan bir yayın da olmadı sanki?

Levent Gültekin: Mesleğimden bazen ikrah ettiğim, bazen utandığım, bazen keşke bu mesleği yapmasaydım dediğim bazı anlar olur; onlardan biri de böyle anlar. Böyle programları meslekî olarak izlemek ya da bakmak zorunda kalıyoruz ya… Kendi adıma söylüyorum; insanın bazen midesi bulanıyor ortalıktaki o sakillikten, utanmazlıktan, pişkinlikten… Dahası, şimdi niye beklenen etkiyi göstermedi? Çünkü –tırnak içinde kullanıyorum bu kelimeyi– “Kral” dururken soytarılarla uğraşmak yeterince ses getirmez. Çünkü şu anda muhalefetin gündemi –muhalefetten kastım, siyasî partileri kastetmiyorum, yanlış anlaşılmasın; burada muhalif kesimi kastediyorum–, soytarılarla uğraşmayı bırakmaları gerektiriyor. Veyis Ateş kim ki onun üzerine konuşulsun? Utanma duygusunu bütünüyle kaybetmiş, gazetecilikten öte muhtemelen bir çetenin mensubu olarak ortalıkta dolaşan, kendi ne bir sözü ne bir fikri ne bir haberi ne bir çapı ne bir şeyi olmayan… o yüzden çok üzerinde konuşulacak bir konu değil. Öyle sakil ki… yani orada konuşacak tek bir şey var: Bu ülkenin bu iktidar dönemindeki en büyük kaybı bu: Utanma duygusunu kaybetti ülke. Dün akşamki program, o utanma duygusunun kayboluşunun canlı bir görseliydi. Nasıl kaybeder insan? Hani meşhur bir söz var: Bir insan utanmayı bıraktıktan sonra her şeyi söyler, her şeyi yapar. Dün bu sözün o canlı örneğiydi —dün değil, aynı şey Süleyman Soylu’nun programı için de geçerliydi. Hiçbir soruya cevap vermiyorlar, hiçbir iddiadan utanmıyorlar, mahcubiyet duymuyorlar; insanın en büyük kaybı, başkasından utanmayı da değil, kendi kendine “Ben nasıl bir insan oldum?” deyip o utanma duygusunu kaybetmişse çok büyük bir kayıp. Bizi ilgilendiren: Türkiye bunları hak etmiyor. “Maraba takımı” diyorum ben bunlara; “kralın soytarısı” diyorum. Bu soytarılar üzerinden tepinmek zaman kaybetmektir; Türkiye’de hepimiz ne olduğunu biliyoruz. Çetenin başının kim olduğunu biliyoruz; nasıl bir çeteleşme olduğunu biliyoruz; yargının nasıl kontrolden çıkarıldığını… bu işlere… Ya, benim bir avukat arkadaşım var Ruşen, geçen söylediğim; diyor ki: “Eskiden avukatlar giderlerdi dosyalarıyla ilgili hâkim bağlamaya. Şimdi, yemin ediyorum, yargıdan bizi arıyorlar; ‘Şu dosyanın sahibini tanıyor musun? İrtibat kurmak istiyoruz’ diye”. Arayı bulacaklar, para alacaklar ya da bir bağlantı yapacaklar ki o dosyayı bağlayabilsinler. “Şu anda,” diyor “yargıda kurulan o çete pelenk pelenk/fellik fellik ortalıkta dosya arıyor ve o dosyanın sahibine ulaşma kontakları arıyorlar”. Bu hâle gelmiş. Yargı’nın ne olduğunu biliyoruz, İçişleri Bakanı’nın nelere bulaştığını biliyoruz, İçişleri Bakanı ile iktidar arasındaki o çeteleşme kavgasını biliyoruz, mafyanın nereye kadar dâhil olduğunu biliyoruz, ülkenin nasıl gasp edildiğini biliyoruz; ama bunun yanında soytarılar üzerinden hâlâ bazı şeylerin ispat çabasındayız.

Ruşen Çakır: Şimdi, işte oradaki bir husus da o aslında. Şimdi Sedat Peker’in iddiaları ve onunla beraber açılan atmosferde… biz bunu dün Kemal’le de konuştuk, ama ısrarla konuşmak gerekiyor. Mesela Venezuela’dan geldiğini söylediği kokain; mesela marinaya çökmek; mesela otele çökmek, mesela Kıbrıs’ta cinayet… Saydıkça bitmiyor, bir yığın olay. Yok işte, Bakırköy’deki sahilde kondurulan Kuzu Holding’in binası — binaları bina da değil, başka bir şey artık vs.. Bir yığın olay dile getiriyor. Bunların bir kısmını zaten bilen biliyor vs.. Ama içeriden birisi bunları ifşâ ediyor. Ama şu âna kadar baktığımızda, biz esas aktörlerle uğraşmıyoruz — dünkü olay böyleydi. Şimdi 10 milyon avro söz konusu, değil mi? Bir tane para istenen kişi bağlandı, o da bir garip bir iş insanı, nasıl bir iş insanıysa? Bağlandı, “Benden bu parayı istedin” dedi. Peki, o da “İstemedim” vs. falan. Peki, parayı Veyis Ateş kendine istemiyor, kime istiyor? Bu yok. Ya da Hadi Özışık, Süleyman Özışık, onlar da belli ki bir şeylerden istifade ediyorlar muhakkak; ama esas ortadaki meblağlar, esas ortadaki büyük marinalar şunlar bunlar, tonlarca kokain falan onların işi değil ki. Ama biz şimdi toplum olarak televizyonlarda vs.’de bu figürasyonun ikinci, üçüncü, beşinci derecede rol oynayan…

Levent Gültekin: Çantacıları diyelim.

Ruşen Çakır: Evet, kendisini savunacak çok fazla gücü olmayan insanların bir şekilde hedef alındığını görüyoruz ve o insanlarda da bir şekilde şöyle bir şey var: Kendilerini oraya getiren, oyuna sokanları hâlâ korumaya çalışıyorlar. Onlar da şunu yapmıyor: “Ya, şu kişi beni oyuna getirdi” diye Sedat Peker’in ifşâsının üzerine yeni ifşâlar katmıyor. Nâfile bir şekilde kendilerini savunmaya çalışıyorlar. Hatta en son Hadi Özışık’ın yaptığı gibi, Veyis Ateş’e, “Sen bu gazeteciliği bırak” diyecek kadar –demin senin söylediğin var ya– utanma duygusundan uzaklaşma gibi olaylar oluyor. Peki esas olaylara ne zaman geleceğiz?

Levent Gültekin: Bence girmeyecek. Çünkü ortada bir suç ortaklığı var. Ortaklığın en güçlü olanı, biliyorsun suç ortaklığıdır, kopmaz kolay kolay. Bu iktidarın mensupları kendi aralarında bir suç ortaklığına sahipler. Aslında Sedat Peker’in konuşmalarından benim en çıkardığım şey: Aslında hepsi, yaptığının ne kadar gayri ahlâkî olduğunun farkında, Sedat Peker de. Mesela, Sedat Peker’in video yayınlamaya başladıktan sonra Kürt sorununu yorumlaması mesela, değil mi? Demek ki gerçeğin farkındasın arkadaş sen. Akademisyenleri kan banyosuyla tehdit ederken, aslında Kürt sorununun temel kaynağının devlet olduğunu zaten biliyormuşsun, bize anlattığına göre. Ya da videolarında bize anlattığın o bütün gazetecilerin aslında ne kadar ahlâksız olduğunu zaten biliyormuşsun; ama buna rağmen arkadaşlığını da sürdürüyormuşsun, çünkü orada bir ortaklık varmış. Aynı şey bunlar için de geçerli. Bunların her biri, birbirinin ne olduğunu biliyorlar, yaptıklarının ne olduğunu biliyorlar. Sadece bunu, “vatanseverlik”, “dava”, “inanç”, “Büyük Osmanlı”, “büyük devlet” gibi, “ezan, bayrak” gibi kutsal şeylerin arkasında saklama çabasındalar. Ortaya çıkma ihtimâli niye düşük söyleyeyim: Mevcut iktidar değişmeden bu çıkmaz. Tayyip Erdoğan bu dağınıklığa bütünüyle müsaade etmeyecektir. Tayyip Erdoğan’ının şu andaki ortalığı bu kadar boş vermiş olmasının bir nedeni olduğunu düşünüyorum, Süleyman Soylu’nun çürüyüp düşmesini bekliyor bu dağınıklıktan; yani bu bombardımandan, hakkında dolaşan bu iddialardan… toplum nezdinde, dikkat et, güçlü bir savunma, güçlü bir ortalığı dağıtacak, bu etkiyi kıracak bir yaklaşım koymaması da, bütünüyle Süleyman Soylu’yu görevden almaya gücü yetmediği için, onun kendiliğinden hani bir meyvenin çürüyüp ağaçtan düşmesi gibi… o politikayı uyguluyor zaten. Ben Sedat Peker’in videolarını kesmesindeki amacın da buna mâtuf olduğunu düşünüyorum. Yani bir taraftan sürdüremiyor, çünkü Tayyip Bey’le ilişkiyi çok fazla bozmak istemiyor; çünkü biliyor. Biliyor ki… dün akşam Sedat Peker’in tweet’lerinden bir tanesi benim dikkatimi çekti: “Süleyman Soylu şu anda Tayyip Erdoğan’dan bile daha güçlü”, böyle bir tweet’i var orada duruyor. Aslında bizim seninle daha önceki yaptığımız konuşmalardaki gibi, Tayyip Erdoğan köşeye sıkışmış vaziyette şu anda, hiçbir şekilde o alanı aşamıyor, kendi etrafındaki kuşatmayı yaramıyor. Süleyman Soylu da anladığım kadarıyla üstüne üstüne gidiyor ve etrafındaki bütün adı geçen bu Veyis gibilerin hepsine sahip çıkıyor. Muhtemelen diyelim ki HaberTürk, dans yapan bir sunucuyu ertesi gün kapıya koyan HaberTürk, hakkında bir sürü kirli ilişkisi olan gazeteciyi kovamadı. Gazeteci “Ben istifa ediyorum” dedi; kovamadı, gücü yetmedi, niye? Çünkü onun arkasında olan gücün büyüklüğünün farkında. Nasıl bir büyük bir güçle karşı karşıya kaldıklarının… o yüzden bir tanesi henüz bu iktidar gitmeden biz o gerçek yapıyı öğrenemeyeceğiz. Muhtemelen gitse de öğrenemeyeceğiz Ruşen; çünkü Türkiye’de siyaset “kötüler ittifakı” üzerinden yürüyor. Yüzlerce yolsuzluk…, geçmişte de, onlarca dosya… biz hiçbir siyasetçinin yargılanıp neredeyse doğru düzgün ceza aldığını görmedik. Yüce Divan’a gidenler aklandı geri geldiler. Bir şekilde bağlıyorlar orada. Birbirlerinin ayağına… yani “devr-i sâbık” yaratmayacağız deyip yoluna giriyor. Ama bu aynı mı olur? Bu seferki yıkım çok, tahribat çok fazla; toplumsal muhalefet, toplumsal öfke başka bir şey mi çıkarır ortaya, bilmiyorum. Ama biz sahici işlerle uğraşmadığımız için –bizden kastım muhalif kesimi kastediyorum– tam olarak ne istediğimizi, tam olarak ne almaya çalıştığımızı, tam olarak almak istediğimiz şeyi nasıl alabileceğimiz üzerine kafa yormadığımız için günlük laflarla dedikodularla, biraz önce söylediğim gibi “çantacılar”la uğraşarak aslında eğleniyoruz. Muhaliflik –üzülerek söylüyorum– bazıları için profesyonel bir mesleğe dönüştü, bazıları için de bir meşguliyete. O olmasa canı sıkılacak; Twitter’da mesela dolaşacak, sosyal medyada lâf sokacak, eğlenecek, espri yapacak, başka türlü, kapat canı sıkılır, bunalıma girecek. Bunun buradan çıkması zor. Akla dayalı, stratejik, temel değerlerden uzak olmayan, ilkesizliği barındırmayan doğru düzgün tavra, tutuma, yaklaşıma ihtiyaç var buradan çıkmak için. O da ne yazık ki yok, dediğim gibi sakil bir tablo…. 

Ruşen Çakır: Bu arada Sedat Peker de videoları kestik. İyice.. Yani o attığı tweet’ler falan karşılamıyor videoların etkisini anlaşılan bir müddet..

Levent Gültekin: Bak bunu samimi olarak söylüyorum. İnsanlar şey tweet’i atıyorlar, “Pazar sabahı video yok, biz ne yapacağız?” Bildiğin, ülkenin lağım borusunun patlamış olmasını… kendisine bir eğlence olarak bağlamış o boruyu. O boru onun eğlencesi olmuş. Bir anlamda insanların gözünde canlansın diye söylüyorum. Şimdi bu çok tuhaf bir psikoloji. Anlıyorum, tamam: Büyük bir yıkım var, bir çaresizlik var, bir çözümsüzlük var, bir tıkanıklık var; herkes kendince kafa dağıtmaya, “Acaba ne oluyor?” diye arka plan öğrenmeye çalışıyor — bütün bunları anlıyorum. Ama birazcık üslûp, birazcık tavır, birazcık ciddiyet, birazcık sahicilik, “Bir dakika, ben ne yapıyorum? Tam olarak ne kaybediyorum? Tam olarak ne kazanıyorum?” Biraz bunlar üzerine kafa yormak pek bizde yok ve çürüme böyle bir şeydir biliyorsun. Çürüme sadece iktidarları çürütmüyor; karşısında bizi de çürütüyor, çünkü akıl sağlığımızı kaybediyoruz.

Ruşen Çakır: O zaman şu İzmir’deki saldırıya geçelim. Bir terör saldırısı; yani çok açık ve bir genç kadının hayatını kaybetmesi ve katilin çok pişkin bir şekilde yaptığı işten böbürlendiğini görüyoruz. Deminden beri konuştuğumuz Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da hâlâ konuyla ilgili tek kelime etmediler bildiğim kadarıyla. Sosyal medyada bir paylaşım yok vs.. Şimdi bu tabii şöyle — dün Kemal’le konuştuğumuzda hep aynı şey oldu: “Bu bir fırsat” lâfı kötü bir şey; ama bu bir imkân aslında. Şöyle bir imkân — nasıl söyleyeyim? Şimdi, muhalefetin bir araya gelmesinde iktidarın da teşviki ve kışkırtmasıyla hep bir HDP pürüzü var; HDP’yi bir tür, orayı zehirleyici, birliği zehirleyici bir şey olarak kullandı iktidar, kullanmaya devam edeceğe de benziyor. Şimdi HDP’ye yönelik böyle bir saldırı, aslında muhalefetin içerisindeki, HDP’ye yönelik birtakım rezervleri aşmalarına imkân da sağlayabilirdi. Ne dersin? 

Levent Gültekin: Bence de. Şimdi ben hem Tayyip Erdoğan’ın hem de Süleyman Soylu’nun suskun kalmasını çok önemsemiyorum. Konuşsalar da bir anlamı yok bence. Evet zevâhiri kurtarabilirler belki kamuoyu önünde ama, biz biliyoruz onların ne yaptığını. Sözleriyle bu ülkeyi nasıl ayrıştırdıklarını, HDP’yi nasıl düşmanlaştırdıklarını, toplumdaki milliyetçilik duygusu üzerinden birbirlerine nasıl düşmanlık yarattıklarını, HDP’yi kriminalize ederek muhalefeti nasıl bölmeye çalıştıklarını… Dahası, içerideki o kutuplaşmadan siyaset üretip oradan beslendiğini… Yani toplumun, bizim birbirimizle olan düşmanlığımızı mevcut iktidar kendine kazanç olarak yazma politikasını nereden baksan yedi sekiz yıldır sürdürüyor. O teröristin üreticisidir mevcut iktidar. Yani o terörist bana göre bir sivrisinektir; onunla uğraşmak değil… o bataklığı yaratanlardır o saldırının asıl fâilleri. O bataklığı yaratanlar da mevcut iktidar ortaklarıdır: MHP’dir, AK Parti’dir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır, Devlet Bahçeli’dir, Süleyman Soylu’dur ve diğerleridir. Çünkü sabah akşam grup toplantılarında ağzını açtıklarında, sırf iki tane fazla oy almak, sırf iktidarlarını iki yıl üç yıl beş yıl daha sürdürebilmek için, bu ülkeyi bölme pahasına birbirine düşman ediyorlar. Yirmi yaşındaki, yirmi beş yaşındaki, otuz yaşındaki çocuklara her gün, yirmi beş otuz tane televizyon kanalından zehir akıtırsan o insanların beynine, o insanlar terörist olurlar, câni olurlar, vampir olurlar, insanlıktan çıkarlar. Çünkü böyle bir atmosfer var. Çünkü siyaset, bildiğin, topluma medya üzerinden, grup konuşmaları üzerinden, demeçler üzerinden, yaptıkları politika üzerinden zehir akıtıyorlar. O zehrin sonucu: kimisi gidiyor Hrant Dink’i öldürüyor, kimisi gidiyor Deniz Poyraz’ı öldürüyor, kimisi Tahir Elçi’yi öldürüyor, kimisi bir başkasını öldürüyor. Asıl fâiller, siyaset üzerinden sabah akşam toplumu zehirleyenlerdir. O fâillerin çıkıp bir mafya cenazesine…, mafya, biliyorsun, öldürdüğü insanların cenazesine gözlüğü takar gider. Ben Bahçeli’nin açıklamasını da, Tayyip Erdoğan da yapmış olsaydı, Süleyman Soylu da bir açıklama yapmış olsaydı, o mafyanın öldürdüğü insanın cenazesine gözlük takıp giden insanlara benzetirdim. İstedikleri zaman açıklama yapabilirler. Bu ülkedeki her çatışmanın sorumlusu iktidardır; çünkü kutuplaşmadan besleniyor, çünkü düşmanlaştırmadan besleniyor; çünkü milyonlarca gencin kafasına zehir akıtıyor her gün televizyonlarda — tartışma programlarından, ana haberlerden, grup konuşmalarından, sosyal medya üzerinden… Yani…

Ruşen Çakır: Şimdi burada, demin sen de bahsettin, bence ilginç bir olay var — demin Sedat Peker’den bahsettin ya, Kürt sorunu bağlamında. Şimdi bu katil Onur Gencer Suriye’ye gitmiş, o meşhur Türkmenler’in yanında bulunmuş anlaşılan. Orada silâhlı falan fotoğrafları var. Bu Türkmenler aynı zamanda Sedat Peker’in anlattığı, kendi yardım yolladığı Türkmenler, Bayırbucak Türkmenleri. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bu saldırganın ve onun gibi olan insanların profiliyle Sedat Peker’in profili yakın bir zamana kadar aynıydı. Ama şimdi, Sedat Peker bu son olayda ve son olayın öncesinde de dedi ya KutluAdalı meselesinde: “Bize kötü adam dediler, halbuki rantmış. Bize kötü adam dediler, halbuki çok saygıdeğer birisiymiş” dedi. Bunların hepsi aslında onu ciddiye alan, onu önemseyen insanlar nezdinde bence bir kırılma yaratıyor. Şimdi Deniz Poyraz üzerine söylediklerinde de, böyle olabildiğince, biliyorsun önce başsağlığı dilemedi, sonra özür diledi vs.. Şimdi baktığımız zaman, bir tarafta senin dediğin, o iktidarın değişik bileşenlerinin verdiği gazla bilenen insanlar var. Ama düne kadar bu operasyonların en kilit isimlerinden birisi olan, mitingler düzenleyen, o mitinglerde bu gazları veren… Biliyorsun, fotoğraflarında, neydi? Hem Bozkurt işareti hem Râbia işaretini aynı anda veriyordu vs.. Şimdi o kişi koptu ve koparken de bayağı bir şeyler söylüyor; ideolojik-politik bir şeyler söylüyor. Ve hani 40 yaşın altındakilere diyeyim, şunu söylüyor açıkçası özetle: “Bunlar sizi vatan millet diye kandırıyorlar” diyor. Şimdi ilginç bir durum aslında bu. Yani bu bence önemsenmesi gereken bir durum. 

Levent Gültekin: Bence de öyle; ama şimdi şöyle bir tartışma var biliyorsun: Sedat Peker aziz değil. Hani öyle diyor ya? “Ben aziz değilim.” Tamam. Bir insanın bütünüyle kötü olması ile aziz olması arasında devâsâ bir fark var. Ben hani Sedat Peker çok kötüdür anlamında, çok berbat bir insandır anlamında söylemek istemiyorum. Mesele orada şu: Sedat Peker üzerinden bir şeye dikkat çekiyorum. Kendi çocuklarına dokunup, yani çıkarını zedeleyecek bir davranış olduğunda ortaya çıktığında, bir anda parçası olduğu kötülüğü deşifre etmeye başladı. O kötülüğün parçasıydı. Ortalama insanın ahlâkı, karakteri, yaklaşımı kötülüğün parçası olmasına müsaade etmez, peki. Mesele o değil, asıl mesele senin dediğin gibi, “Sevgili 40 yaş altındaki kardeşlerim” deyip de söylediği her şey aslında bizim söylediklerimiz değil mi yani? Biz muhalifler olarak Kürt sorununu, “Bak, bunu devlet çıkarıyor, bak gör. Yahu bu Kıbrıs, vatanı milleti dini bunlar hırsızlıklarını saklamak için kullanıyorlar” diye yıllardır diyoruz bunu. Ya bu “Büyük Osmanlı devlet kuracağız, Turan birliği, İslam birliği, ümmet kardeşliği”? Bütün bunlar seni kandırmak için uydurulmuş yalan sözler. Aslı başka bir şey. Dediğim gibi Sedat Peker de o çocukları zehirleyenler pozisyonundaydı, daha düne kadar. Yani tamam, habire adama böyle bir “Ya, sen çok kötüydün!” anlamında demek istemiyorum. Tekrar altını çiziyorum: İçeride olanların her biri ne yapıyorsa bilerek yapıyorlar; hata değil, onu söylüyorum. Yani Sedat Peker’in diyelim ki geçmişte Fatih Tezcan’la ya da diyelim ki Veyis Ateş’le ya da diyelim ki bir başkası ile kurduğu ilişki hata değildi; bilinçli tercihti, bilerek kötülükle ittifaktı. O yüzden, mevcut iktidarın bütün ortaklarının yaptığı bölücülük, ayrımcılık, düşmanlaştırma bir politik hata değil; bu, kendi çıkarı uğruna tercih etmiş olduğu bilinçli bir “ihânet”tir ülkeye. Çünkü kendi yararı Türkiye’nin yararıyla çelişiyor. Kendi yararını birinci öncelik hâline getiriyor ve Türkiye’nin aleyhine olan şeyleri görmemeye başlıyor. Bu apaçık bir ülke düşmanlığıdır. O yüzden bu politikalar, mevcut AK Parti-MHP ortaklığının ortaya koyduğu politikalar yanlış politikalar değil; bilinçli kötü, bilinçli bir şekilde ülkeye zarar vermek üzere yapılan politika. Peki amaç ülkeye zarar vermek mi? Hayır, amaç kendi kazancını elde etmek, kendi kazancını sürdürmek. Amaç bu olduğunda, mesela diyelim ki ben seninle kurduğum ilişkide birinci öncelik kendimi ön plana koyuyorsam, sen orada zedelenmişsin, iftiraya uğramışsın, zarar görmüşsün, umurumda olmuyor. Çünkü ben tamamen odağa kendimi koymuşumdur — bunlarınki de öyle. O yüzden, yaptıklarıyla çocukları zehirliyorlar, milyonlarca insanı terörist yapıyorlar, milyonlarca insanı eğitimsiz bırakıyorlar. O insanlar sivrisineğe, zehirli bir sivrisineğe dönüşüyor ve onların sabah akşam televizyonlardan hedef gösterdiği… Yahu, hâlâ duruyor Ruşen, aynısını bana da yaptılar biliyorsun. Semih Yalçın’ın köşesinde, Twitter hesabında, “Bütün HDP’liler, bulunduğunda bilmem ne edilmesi gerekilen haşerelerdir” dediği tweet’i duruyor orada. Şimdi biz o tetiği çeken câni teröriste mi kızacağız? Yoksa o çocuğa “Git bunları telef et” diyen, yani bir haşere gibi gösterene mi? Asıl sorun burada, asıl bataklığı üreten bu politika.

Ruşen Çakır: İstersen İzmir saldırısına geri dönelim. Başlığı “korku iklimi” diye verdik. Korku iklimi, meşhur, Sedat Peker’in Barış Akademisyenleri için söylediklerini açıklarken ne dedi? “Bir korku iklimi yaratmak gerekiyordu, ben bunu yaptım.” Bir görev verdiler ya da durumdan vâzife çıkartıp kendisi yapmış, neyse. Şimdi saldırıyla beraber ilk akla ne geldi? 7 Haziran 1 Kasım 2015 seçimler arasında Türkiye’nin yaşadıkları. Orada HDP’ye yönelik saldırılar, başka birçok şey oldu; ama katliamlar, çatışmalar, hendek savaşları, HDP Genel Merkezi ve il binalarına baskınlar, şunlar bunlar… Şimdi sence yine böyle bir kaos planı var mı? Ben açıkçası bu saldırının bir bireysel saldırı olduğuna kesinlikle inanmıyorum; bu kişinin tek başına hareket ettiğine inanmıyorum. Bir organizasyon olduğuna eminim, yani şey olarak baktığım zaman, organizasyonun kafasında da kaotik bir şey yaratıp tekrar muhalefetten insanların uzaklaşıp istikrar adına iktidarın etrafında toplanmaları gibi bir beklenti olduğunu düşünüyorum açıkçası, sen ne diyorsun?

Levent Gültekin: Bu muhalefet kısmını sormuştun, onu konuşmadık; ama bunu söyleyeyim, sonra muhalefeti, çünkü orası önemli bence de… Şimdi bütünüyle iktidardaki varlığını sürdürmeye odaklanmış bir siyaset anlayışıyla karşı karşıyayız Ruşen. Bunu 2015’te de gördük, sonraki yıllarda da gördük. Ne demişti? “Verin 400’ü, bu iş huzur içinde çözülsün” cümlesi ve akabinde gelen o huzursuzluğu hep beraber yaşadık. Şimdi aynı duyguyla hareket eden, yani iktidara kendini mahkûm gören, kendini bu ülkede vazgeçilmez zanneden bir iktidar anlayışı var ve bunun neler yapabileceğini kestiremeyiz, ben kestiremiyorum, her şeyi yapabilir. Senin programında söylemiştim, biliyorsun bu çok tartışıldı sonra; yanılmıyorsam senin programında söyledim, hatırlamıyorum şimdi; bir kere daha teyit edeyim de izleyicilerimizin hafızasını tazelemiş olayım: Ankara’da senin de çok yakından iyi tanıdığın eski üst düzey bir bürokratı ziyarete gitmiştim — bunu beş altı yıl önce açıkladım: Tayyip Bey’le konuşuyorlar, emekli olduktan sonra veda için gidiyor Tayyip Bey’e; aynı mahalleden, muhafazakâr kökenden oldukları için. Ben direkt o bürokratın kendisini dinledim ve güveniyorum da, saygın da biri. Tayyip Bey buna anlatıyor neler yapabileceğini, o bürokrat bana dedi ki: “Ya, öyle şeyler duydum ki ‘yapabileceğim’ dediği, ben böyle…” diyor, “…gözlerim fal taşı gibi açıldı ve ona dedim ki: ‘Ya, bu yaptıklarının yarısını yap, ülkede iç savaş çıkar’.” Ve bunun üzerine Tayyip Bey cevap veriyor: “Çıkarsa çıksın, ezer geçeriz”. Şimdi, bunu korku yaymak için söylemiyorum izleyicilerimize, sakın! Onlar her türlü planı yapabilirler, her türlü kaosun üzerine oynayabilirler. Çünkü korku, toplumu yönetmek için en elverişli enstrümandır dünyada. Zihin çok çabuk bloke edildiği için düşünemez hâle getiriyor, düşünmeden ilk işaret edene doğru koşan, refleksif bir tavırdır korku. O yüzden de bunu uygulayabilirler, daha ağırını da yapabilirler — zaten bunu gizlemiyorlar. Tayyip Erdoğan’ın birkaç hafta önce Meral Hanım’a dönüp, “Bu daha iyi günleriniz” cümlesi bunu zaten daha felâket hâle; ülke içindeki siyasal atmosferi isterse iktidarda kalmak adına daha felâket, daha çatışmacı bir hâle dönüştürebileceğinin işâretini verdi, yapabilir. Tabii ki bu tek başına bir soytarının ya da bir teröristin eline silah alıp gidip HDP’yi basma meselesi değil. Bunların hem psikolojik olarak hem sözlü olarak tabii ki destekleri var; tabii ki bir yerden cesaret alıyorlar; tabii ki bunları yönlendiren var; tabii ki bunları konuşturanlar var. Ama hiç arka planına bakmamıza gerek yok, iki tanesini açıktan söyleyeyim: bir tanesi, 2015’te yaşadıklarımız; iki, iktidar mensuplarının sürdürdükleri aleni politika; yani çatışmacı, ayrıştırıcı, kavgacı, düşmanlaştırıcı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli diyor ya? “Yine bir el çıktı, Türk-Kürt savaşı…”  O el sizsiniz işte; bence o el hem Tayyip Erdoğan’dır, ne yazık ki Bahçeli’dir. Varlıklarını sürdürmek için ülkeyi karıştırmayı kendilerine bir çâre olarak görüyorlar. Peki “Muhalefet gidebilir miydi?” kısmı bence çok önemli; ona birkaç cümle söyleyeyim, onu unuttum, çünkü Sedat Peker meselesinden… Muhalefet şunu görmüyor Ruşen: Otoriter yönetimlerde… Bak bu Mısır’da oldu, Venezuela’da oldu, başka birçok ülkede, bak bugün mesela İran’da da oldu, dünkü seçimlerde: Toplum sadece iktidara öfke duymuyor; aynı öfkesinin benzerini bu sefer dönüp muhalefete de yöneltiyor. Muhalefet de mevcut toplumsal öfkeden payını aldıkça, seçime katılım oranı düşüyor, onun sonunda, o düşük katılımda oyu en yüksek olan parti kazanıyor. Otoriter yönetimlerde sistem böyle işliyor. Şimdi bir gün Kemal Kılıçdaroğlu’na Ankara’daki saldırı, sonra Meral Hanım’ın evinin önünün basılması, daha doğrusu önce Meral Hanım’a sonra Kemal Bey’e saldırı. Sonra Gelecek Partisi’nden Selçuk Özdağ’a saldırı, sonra HDP’lilere saldırı. Şimdi bu İzmir saldırısı… 

Ruşen Çakır: Bu arada sana da saldırdılar. 

Levent Gültekin: Ben bir de kendimi katmayayım dedim araya. Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: Ya bu siyasete bir saldırı; bu aynı zamanda HDP’ye saldırı, ama demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik bir saldırı. Bunun karşısında tek tek duramayız, durmanın tek bir yolu var: Omuz omuza vermemiz gerekiyor. Bir dalgakıran yaratmamız gerekiyor. Fakat muhalefet bir şekilde o toplumsal cesarete kavuşamadıkları için, daha doğrusu toplumdan o cesareti alamadıkları için veyahut kendilerinde o cesaret olmadığı için… halbuki senin dediğin gibi şu olay büyük bir imkândı. Niye? Ortada gencecik bir mağdur kız var, gencecik. Hani bir PKK çatışması değil, silahlı bir eylem değil, hiçbir şey değil; bir tane lümpen bir terörist giriyor gencecik bir kızı öldürüyor, orada aleni bir mağduriyet var, o mağduriyet üzerinden bir araya gelebilirlerdi.

Ruşen Çakır: Şimdi sen bu sırayla söyleyince; anlattığın, mesela Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırı, Meral Akşener’in evine saldırı; bak sen söyleyene kadar aklımdan çıkmıştı — son Rize olayını biliyorum da, mesela eve saldırı olayı büyütülmedi. Yani böyle bir şey oldu bitti. Kemal Kılıçdaroğlu, Selçuk Özdağ… söyleyince hatırlıyoruz. Hepsini bir arada alt alta koyunca çok olağanüstü şeyler. Yani bir Batı ülkesinde bunların bir tanesinin olması durumunda çok ciddi sorunlar yaşatabilecek hususlar; ama bunların hiçbirisinde gerçekten bir toplu… ki en serti Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılandı, değil mi yani, en bârizi?

Levent Gültekin: Tabii, ölümden döndü. Türkiye ölümden döndü. 

Ruşen Çakır: İzmir’de HDP basılıp orada bir kadının katledilmesi apayrı bir şey, o ayrı bir vahşet; ama liderlere yönelik, doğrudan siyasî aktörlere yönelik saldırılar var ve bu saldırılarda bir yandan toplumla muhalefet birlikte çok doğru dürüst bir şey yapmadı; öte yandan iktidar da, tıpkı bugün sessiz kalması gibi… hatta tam tersine, “Ne işi vardı oraya gitti?” dedi değil mi? Mesela Meral Hanım’a, “Ne işin var Rize’de?” ya da Kılıçdaroğlu’na, “Şehit cenazesine niye gidiyorsun?” gibi suçlayıcı şeylere kadar gitti ve bütün bunlar, aslında bütün bu kutuplaşmayı tırmandırmaya yönelik hamleler, aslında tam tersine kutuplaşmayı bertaraf etmek için bir imkân. Yani Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırıyorsun, toplum gerilsin vs. şu bu diyorsun; ama tam tersine toplum, bu saldırıya karşı durarak bambaşka bir tablo çıkarabilirdi. Hepsinde bu olabilirdi, şimdikinde de bu olabilirdi. Ama hepsinde bir yere kadar gidip, bir yerden sonra, ötesi aşılamıyor. Hâlâ birlikte verilebilmiş bir fotoğraf yok mesela, var mı yani hepsinin birlikte olduğu bir fotoğraf?

Levent Gültekin: Ben Kemal Bey’e saldırı olduğunda da söylemiştim. Şu anda bütün parti genel başkanlarının gidip CHP’de Kemal Bey’in yanında, “Bu, Kemal Bey’e değil Türkiye’nin siyasetine, demokrasisine yapılmış bir saldırıdır; kendimize yapılmış bir saldırı olarak kabul ediyoruz” diyebilecekleri bir fotoğraf. O fotoğraf toplumda bir duygu yaratırdı. Tamam, somut bir sonuç olmaz, ama bir duygu. Aynı fotoğraf Meral Akşener’le verilebilirdi. Aynı fotoğraf şimdi HDP’de, hepsi beraber toplanıp “Hadi İzmir’e gidiyoruz, o gencecik kızın evinde beraber oturacağız, bir tâziye mesajı yayınlayacağız” diyebilirlerdi. Hep beraber ama; altı yedi, kaç tane muhalif parti varsa, orada çıkacağız, HDP de iki cümle edecek, hep beraber ve dağılacak. Bunun yaratabileceği duygunun farkında değiller. Ya farkında değiller ya da buna cesaretleri yok. Şu andaki muhalefetteki bana göre en büyük eksiklik cesaret eksikliği. Çünkü “Acaba şununla yan yana gelirsek şöyle mi algılanır? Bununla yan yana gelirsek iktidar şöyle mi kullanır, böyle mi kullanır?” gibi korkulara teslim olmuşlar. Bu korkuları yenmelerini bir türlü sağlayamıyoruz, bir türlü etkileyemiyoruz. İkili görüşmelerde de etkileyemiyoruz; kendi konuşmalarımızla, yazılarımızla etkileyemiyoruz. Ve bizden daha doğru bildiklerini zannediyorlar, ama her gün biraz daha kaybediyorlar. İşte bu öfke, sonunda muhalefete de kaybettirecek yarın. İnsanlarda –umut ediyorum öyle bir şey olmaz–, “Ya, bunların zaten bir farkları yok; bunlar aynı oyunun farklı pozisyondaki figüranları” duygusu giderek toplumda yerleşiyor. Bu eğer yerleşirse, seçimdeki katılım oranı düşer. Seçimde üç puanlık katılım oranı düşmesi demek, AK Parti iktidarına iki puan yazması demektir. Çünkü onların… şöyle düşün: Biliyorsun Mursi %52’lik bir katılımda %52 oyla seçildi. Bu ne demek biliyor musun? Toplam %25’e tekabül ediyor. Venezuela’da Maduro %40-45 katılımda %40 alıyor. Bu toplamda neye tekabül ediyor biliyor musun? %16’lara 17’lere tekabül ediyor, o ülkenin seçmeninde. Türkiye de biraz bu açmaza sürükleniyor. Muhalefetle ilgili bütün feveranımız, bu açmaza sürüklenmemesi gerektiği kanaatindeyim, onun önüne geçmeli.

Ruşen Çakır: Burada son olayda, ben dün Mithat Sancar’la bir yayın yaptım; zaten açıklama da yapmışlardı. Bir yayında da daha sonra Selahattin Demirtaş’ın yolladığı mesajlarda da HDP olabildiğince sâkin. Tabii ki öfkeli, ama sâkin ve bunun tüm muhalefetin bir araya gelmesine bir zemin olabileceği düşüncesiyle bence çok pozitif mesajlar verdiler. Yani o anlamda pekâlâ… Aslında galiba burada şöyle de bir hesap var: Hani en çok “Bu saldırı tüm demokrasiye yapılmıştır, hepimize yapılmıştır” falan diyenler… Tamam eyvallah, ama saldırı HDP’ye yapılıyor. Hedef hâlâ HDP. HDP’ye yapılıyor, HDP’ye zarar vermek isteniyor. Zaten HDP’ye bir yığın koldan, mahkemeler, tutuklamalar şunlar bunlar, kayyumlarla zarar veriliyor. Aynı zamanda HDP’ye yönelik bu tür baskılarla HDP’yi kışkırtmak istiyor esas olarak; hani bir provokasyon varsa eğer, buradaki maksat aslında, esas hikâye HDP’nin o güçlü tabanının bir şekilde iktidarın beklentilerini karşılayacak bir şekilde harekete geçmesi, böyle bir beklentileri olduğu kanısındayım. Ve o konuda şu âna kadar HDP bence çok serinkanlı bir pozisyonda.

Levent Gültekin. Bence sadece o da değil, orada HDP seçmeninin muhalefete küsmesini de sağlamaya çalışıyorlar. Yani muhalefet gerekli tavrı göstermediğinde, her olayda sahici bir yaklaşım ortaya koymadığında, HDP seçmeni mevcut aktörlere karşı biraz daha küsüyor, biraz daha uzaklaşıyor. Bence iktidarın kurduğu bütün oyun, HDP seçmeninin ne kadarını şu ruh hâline getirebilirim? “Canınız cehenneme! Biz karışmıyoruz bu oyuna!” dedirtebilirim.

Ruşen Çakır: Yani senin deminki örneğindeki gibi, sandığa gitmemesi mesela.

Levent Gültekin: Tam onu söyleyecektim. HDP seçmeninin %5’i sandığa gitmesin, bu Tayyip Erdoğan’a en az %6-7 olarak yazıyor. Anlatabiliyor muyum? Yani ne kadar çok HDP’liyi küstürüp sandıktan uzak tutarsa, mevcut iktidarın kazanma oranı o kadar yükseliyor. Çok basit: Bir tarafta Cumhur İttifakı var, bir tarafta Millet İttifakı var, kararsızlar dağıtılmadan buraya baktığımda, Millet İttifakı biraz daha önde. HDP ayrı; HDP’yi çekip aldığımda Cumhur İttifakı kazanıyor. Peki HDP’yi ancak Millet İttifakı’nın hanesine yazarsan sonuç değişiyor. O tamamen koparamıyor, zaten koparmaya uğraşıyor; zaten bir araya gelmelerini engelliyor, ama bir taraftan da HDP seçmenini muhalefete küstürme çabası da var bütün bu saldırıların ardında.

Ruşen Çakır: Buradaki mesele, muhalefette, en azından cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda HDP’lilerin tabii ki Millet İttifakı’nın adayına vereceği yolunda bir yaklaşım var.

Levent Gültekin: Mecburiyetten.

Ruşen Çakır: Evet, onu kırmaya çalışıyor diyorsun iktidar. Yani şimdiki hâliyle bakıldığı zaman, ilk tura Cumhur İttifakı Erdoğan ile çıkacak, Millet İttifakı herhangi bir isim bulacak, HDP kendi adayını koyacak; ikinci tura kaldığında da HDP seçmeninin tercihi seçimi belirleyecek, çok kabaca. Ve burada muhalefet diyor ki: “Nasıl olsa HDP’nin Erdoğan’a verecek hâli yok, bizim adayımıza verecektir” diyor. Ama şu hâliyle, Erdoğan bu çantada keklik olayını bozmaya yönelik hamlelerle, HDP’lilerin kendisine oy vermeseler bile HDP seçmeninin olabildiğince fazlasının sandığa gitme şevkini kırıp kendi elini güçlendirmek istiyor. 

Levent Gültekin: Evet, bence tam buna oynuyor şu anda. 

Ruşen Çakır: Aslında çok basit bir oyun bu ve çok kolay da bozulabilir bir oyun aslında.

Levent Gültekin: Tabii ki çok kolay, her şey bozulabilir. Ruşen –ben de arka plandan bilgiler alıyorum sen de alıyorsundur–, Erdoğan bütünüyle kopmuş, yönetemiyor. Eski şeyi yok, o dirâyeti, o kararlılığı…, adam dağınık. Yani normalde konuşmalarından görüyoruz, yürümesindeki sarsılmalarından görüyoruz. Adam yirmi yıldır dağıldı, tamam, ayrı. Oyun kuramıyor, söylemini geliştiremiyor, söylemini gençleştiremiyor; yeni bir barışçıl, yani böyle insanların kalbine ferahlık verecek bir siyaset ortaya koyamıyor, hiçbir sorunla ilgili tek bir çözüm üretemiyor. Ya inat ya kavga. Yani bitmiş bir Erdoğan var. Kazanacak bir aktöre ihtiyaç var, sadece kazanacak. O kazancın stratejisini, örgüsünü kuracak bir akıl yok şu an, o aklı gösteremiyorlar. Yoksa hakikaten söylüyorum: Doğru düzgün, birazcık derli toplu bir siyaset dilini, üslûbunu, “Hangi sözüm nereye gidiyor? Hangi davranışım ne sonuçlar doğuruyor?” diyen biraz da cesur bir yaklaşımla, Erdoğan diye bir şey kalmaz ortada. Çünkü Erdoğan dağılmış; asıl kazanan toparlayan olmadığı için, Erdoğan’ın dağınıklığı henüz ete kemiğe bürünmüyor. Bu yüzden o kadar basit ki. Bazen biz bunu söylüyoruz, izleyiciler şöyle diyorlar: “Ya, ama Levent Bey, İYİ Parti ile HDP bir araya gelemez”. Ben de şunu demiyorum — o kadar da kopuk değiliz ülkeden: “Otursunlar hepsi, altısı bir kâğıda imza atsınlar” demiyorum. Bazen zımnen, bazen sadece, diyelim ki böyle bir cenazede bir araya gelip oturmak, konuşmak; bazen diyelim ki mesela sana bir saldırı oldu, benim bir söz söylemem bile sende bir pozitif duygu yaratır, hiç görüşmüyor olsak bile. Ya da sana biri bir şey söyledi, benim çıkıp “Hayır, o öyle değil” demem bile…. Bazen o tabanın duygusunu anlamak, bazen o insanlara el uzatmak, oturup da bir ittifak yapmaktan bile çok daha önemlidir bazen. Mesele ittifak değil ki. Mesele: Konuşulabiliyor mu? Bak şimdi, bütün liderler birbirlerini ziyaret ediyorlar, sonra hep beraber basın toplantısı düzenliyorlar. HDP’yi ziyaret edenler HDP ile beraber basın toplantısı düzenlemiyor. Şimdi bu kadar kaba, incelikten yoksun, o tabanın duygusunu hesaba katmayan bir siyaset olmaz. Ya görüşmezsin, tamamen bütünüyle bağını koparırsın, aynen MHP gibi yaparsın, o zaman razı olursun pozisyonuna. Ya da görüşüyorsan, “Kamuoyu önünde beraber basın toplantısı yapmıyoruz” sakilliğine düşmezsin. Bu ikisi arasındaki şey var ya? Çatışma. İkisi arasındaki çarpıklık muhalefetin zayıflığının kaynağıdır. Hep diyoruz ya? Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğunda Öcalan’la iş tutma cesaretinin onda biri, muhalefet ihtiyaç duyduğunda HDP ile iş tutması için yok, onda biri kadar yok.

Ruşen Çakır: Bu söylediğin çok çarpıcı, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Neler yapıldı? Kimlerle nasıl görüşüldü? Evet, dediğin doğru. Yine şimdi, biliyorsun, bazı izleyiciler diyor ki: “Levent yine kalkıp muhalefeti eleştiriyor” falan. Ama özellikle bu söylediğin, yani Öcalan’la görüşmüş, Kandil’e milletvekillerini doğrudan kendisi yollamış bir iktidara karşı, HDP’li milletvekilleriyle görüşmekten çekinen bir muhalefet, hakikaten bir mesele yani. Yarın öbür gün –bunu herkes de biliyor– pekâlâ Erdoğan MHP’yi de atıp tekrar HDP ile ya da kimse artık bambaşka insanlarla da pekâlâ görüşebilir. Sonuçta bu dayattığı şey mutlak bir şey değil. Daha önceki geçmişine baktığımızda da…

Levent Gültekin: Ya, adam Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkaracak cesareti gösterdi ya! Daha bundan ilerisi var mı Allah’ını seversen? Osman Öcalan. Öbür taraftan sen Mithat Sancar ile beraber basın toplantısı düzenleyemiyorsun. Aradaki cesaret farkını, aradaki gözükaralık farkını, kendi hedefine kendi amacına ulaşmak için neleri yapabilmenin farkını görüyor musun? Şu muhalefet eleştirisiyle ilgili birkaç şey söyleyeyim: Yahu insan, eleştiriyi, düzeltmek istediği, iyi olmasını istediği şeylere yöneltir. İktidarı eleştirmenin bir faydası yok artık; çünkü bir karşılığı yok. Çünkü iktidar zaten dağılmış, kararsızlar olmadan AK Parti-MHP’nin toplamı %30’ları buluyor. Peki geriye kalan %70 var. O %70’in toplanması için bizim muhalefeti silkelememiz, sarsmamız, habire dürtmemiz gerekiyor. Dürtmemiz buraya %70’i toplama amacına dönüktür, yıkmak için değil. “Muhalefet adam olmaz, muhalefet yapamaz, muhalefetten bir şey çıkmaz” diyenlerden değilim ben. Muhalefet çok iyisini yapabilir, hepsi buna yetkin; yeter ki o cesareti, bir araya gelme iradesini göstersinler. “Toplumdaki o birlikteliğin enerjisi yansısın, bu %70 ile beraber Türkiye daha fazla tahrip olmadan buradan çıkar” diyenlerdenim. Bunun için muhalefeti dürtmeyi bir görev olarak kabul ediyorum artık.

Ruşen Çakır: O zaman şöyle toparlayalım: Başlığımızdaki soru, “Yeni bir korku iklimine doğru mu?” Böyle bir ihtimal var, ama muhalefet pekâlâ bunu bozabilir ve pekâlâ buna izin vermeyebilir ve vermemesi gerekir. Bu korku ikliminin gerçekleşmesini engellediği ölçüde de başarılı olacak.

Levent Gültekin: Kesinlikle. Çünkü yani şöyle, toplum psikolojisinde şöyle bir gerçek var: Toplum korktuğunda, en güçlü gördüğü liderin arkasına sığınıyor. Bu, insanın doğal davranış sistemidir. Tayyip Erdoğan’ın Haziran başarısının nedeni de buydu. Toplum korktu, baktı ortalıkta en güçlü kimi görüyorsa onun arkasına sığındı. Şimdi aynısını uygulayabilir. Başarılı olur olmaz ayrı mesele. Bunun başarılı olup olmayacağını muhalefetin cesareti belirleyecek. Muhalefet eğer güçlü bir şekilde, o birliktelikle, “Korkmayın, biz varız; daha iyisini vaat ediyoruz, daha yüksek bir ekonomik refah vaat ediyoruz. Daha az işsizlik, daha iyi bir demokrasi, daha iyi bir hukuk; bak şöyle yapacağız…” Dostça, anlatabiliyor muyum? O duyguyu, o umudu, o heyecanı yansıtabilirse, Erdoğan’ın hiçbir projesinin bu saatten sonra başarılı olma ihtimali yok. Evet, yıkabilir yakabilir, daha fazla tahrip edebilir; ama o heyecana o cesarete kapılmış toplumu sindiremez.

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım Levent, çok teşekkürler. Evet Levent, Gültekin ile yine keyifli bir söyleşi yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.