Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haftanın Konuğu (19): Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Ahmet Davutoğlu, Ruşen Çakır’ın sorularını cevapladı

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Prof. Ahmet Davutoğlu konuğumuz. Hocam hoş geldiniz.

Ahmet Davutoğlu: Hoş bulduk. Nasılsınız?

Ruşen Çakır: Sağ olun, sizler çok yorgunsunuz ve yoğunsunuz, biliyorum.

Ahmet Davutoğlu: Evet.

Ruşen Çakır: En son Aralık ayı sonunda sizi ağırlamıştık. O zamandan bu zamana çok şey değişti.

Ahmet Davutoğlu: O kadar oldu mu? 

Ruşen Çakır: Evet, bayağı bir şey değişti ülkede. Daha da değişeceğe benziyor. Ben önce şunu sorayım: Son günlerde bayağı bir Anadolu’dasınız ve İstanbul’a bir iki günlüğüne geldiniz. Biz bu yayını yapıyoruz, ama yarın tekrar yollara çıkacaksınız. Nedir? Ne yapıyorsunuz?

Ahmet Davutoğlu: Şimdi, siyaset, alanda yapılan faaliyetlerle enerji kazanır. Biz aşama aşama siyasî partimizi planlamıştık. İyi bir Kurucular Heyeti Yönetimi oluşturduk. Tâbir-i câizse genel merkezin karargâhını kurduk. Daha sonra kongreleri yaptık, büyük kongreyi yaptık. Maalesef araya tekrar kapanma girdi. Girmemiş olsa, Mayıs ayından itibaren başlayacaktık. Ama şimdi, Haziran 15, yani normalleşmeyle birlikte hızlanan bir tempo ile sadece ben değil bütün arkadaşlar alanda. Yani şöyle diyeyim: Ben birkaç gün önce Samsun Çorum ziyaretlerini yaptım. Samsun deyince, sadece Samsun değil, Vezirköprü, Terme ilçelerine, Atakum, İlkadım ilçelerine yaptık. Yarın da Bayburt, Gümüşhane, Erzurum… Erzurum’da da yedi ilçeye gideceğim. Daha sonra geleceğim, Kocaeli Pazar günü. Pazartesi günü Hatay, Salı günü yine dört beş ilçesiyle Hatay yapacağız. Daha sonra iki gün İstanbul ve Ankara’ya gidişim var toplantılar dolayısıyla; sonra Trabzon, Giresun. Daha sonra da böyle devam ediyor Diyarbakır programı. 

Ruşen Çakır: Buradaki maksadınız tam olarak nedir?

Ahmet Davutoğlu: Esas itibariyle, ilkin alandaki toplum psikolojisini görmek gözlemek, halkla temasa geçmek. Halkla yoğun bir iletişim içine girmek ve tabii kendi teşkilatlarımızı da hem motive edip hem de tekrar yapılandırmak. Sadece ben değil, geçen haftadan itibaren bütün kurucularımız, bütün yönetim kurulu üyelerimiz 18 grup halinde Anadolu’ya yayıldılar. Her bir Genel Başkan Yardımcısı; biraz önce ben buraya gelmeden Bingöl’deki arkadaşlarımla görüntülü görüşme yaptım. Dün Şanlıurfa’dakilerle görüntülü görüşme yaptım. Arkadaşlarımız, gene Başkan Yardımcıları artı beş kişi ile oluşan heyet, bütün Anadolu’ya yayıldık. Yani İzmir’de bir heyet var, Şanlıurfa’da bir heyet, efendim, Bingöl’de bir heyet, Trakya’da bir heyet. Temmuz ve Ağustos ayı boyunca bu heyetler alanda olacak, tekrar tekrar gidip gelecekler. Çünkü bizim medya kullanım alanımız dar. Sizin gibi özgür, bağımsız medya dışında ve haberlerimizi ancak olumsuz bir şeyse vermeye niyetli bir medya var. Bunu kırmanın yolu: Alan siyaseti. Arkadaşlarımızın hepsi, yani kurucularımız, yönetim kurulu, hepsi alanda şu anda.

Ruşen Çakır: Peki, ne görüyorsunuz?

Ahmet Davutoğlu: Gördüğüm şey şu açıkçası: Mesela Samsun beni çok etkiledi, Terme, Vezirköprü ilçelerindeki tabloda, bir kere halk iktidara olan güvenini tamamıyla kaybetmiş Ruşen Bey. Yani anketleri vs. bırakın; halkın derdi şu: “Bir an önce buradan çıkmalıyız; bir kara tünelin içindeyiz, bizi bir tünele soktular, bu tünelden çıkmalıyız. Tünel’in ucunda işaret gördüklerinde halk heyecanlanıyor. O işaret ne oluyor? Diyelim biz alan indiğimiz anda halkta bir heyecan oluyor, dalga dalga yayılıyor. Mesela eskiden –yani Aralık ayı dediniz, o günlerde– belki yaptığımız ziyaretlerde tek tek, “Hocam, niye ayrıldınız? Bizi bırakmasaydınız” gibi tepkiler oluyordu. Şimdi ise aynı kişiler, “Daha önce sizin ayrılmanıza kızıyorduk, ama çok haklıymışsınız” diyorlar. Özellikle bu videolar, siyasî ahlâk konusunda yaşananlar şeyler, yoksullaşma… Şimdi, “Bizi kurtarın” sesleri çok yoğun. Hemen hemen hiç olumsuz tepkiyle karşılaşmıyoruz; yani daha önce olan türde. İki gerçek ortada: 1) bu iktidar gidici, 2) halkın gönlünden kopmuşlar artık. Mesela alanda bir AK Parti gerçeği ile de karşılaşmıyoruz hani. Soruyorum, “Buraya hiç milletvekilleri iniyor mu?” diye. Mesela Terme’ye ilk defa bir siyasî parti liderinin gelmiş olmasından mutlular. Oradan birisi bağırdı: “Nerede iktidarın milletvekilleri? Başbakanımız burada, siz neredesiniz?” diye. Birçok kişi, “Eskiden AK Parti’ye oy veriyordum, ama tablo şu” diye ses veriyor. AK Parti alanda yok; MHP zaten böyle bir faaliyeti eskiden beri benimseyen bir parti değil. Sayın Bahçeli’nin alana indiği pek görülmez seçim dışında. İkinci vaka ise, bütün medya ambargolarına rağmen bizim halk tarafından görünürlüğümüz ve bilinirliğimiz. Hafıza tazelemesi olmuş, büyük bir ümitle bakıyorlar. Otobüsün önünü kesenleri de görüyoruz. Ben gidip kongre yapıp, toplantı yapıp ayrılmıyorum. Saatlerce Ruşen Bey, saatlerce Samsun sokaklarında dolaştım. Otobüsle dolaştım, indim yürüyerek dolaştım. Terme’de, Vezirköprü’de girmediğim sokak kalmadı, her yeri gezdim. Bunlar, mesela Vezirköprü, Hafza yolu ben bıraktığımda yapılacak demiştik, yapılmamış; mesela halk bunu söylüyor. Bazı yerlerde siz şeyle karşılaşıyorsunuz: “Siz bunu bize yapmıştınız, o yarım kaldı” diye şeyler. Bu hafıza tazelemesi bakımından alan siyaseti önemli. Bundan sonra biz, açık söyleyeyim, ne İstanbul medyasına dayanarak siyaset yapacağız ne Ankara’daki bürokratik koridorlara. Adım adım Anadolu’dan… İstanbul’daki medyaya, İstanbul’daki siyaseti dizayn edeceğini zanneden çevrelere, Ankara’dan dizayn edeceğini zanneden çevrelere inat. İnat tabirinin altını çizeyim. Bir iddia ile Anadolu’dan adım adım kuşata kuşata, koşa koşa Ankara’da siyaseti değiştireceğiz. Bu sadece benim emeğim değil, dediğim gibi. Yani şu anda bizim en az yüz elli arkadaş şu anda alanda. On sekiz –tabii takriben teşkilatları da koyarsanız çok yüksek ama– bütün arkadaşlar alanda ve her gün bana rapor yazıyorlar.

Ruşen Çakır: Şunu sormak istiyorum: Şimdi kabaca baktığımız zaman, gittiğiniz yerlerde üç tip profil var: Bir, AK Parti seçmeni diyelim, yakın bir zamana kadar AK Parti’ye vermiş, siz de oradayken vermiş. Diğeri, AK Parti’ye muhalif olmuş ya da bu şekilde gelen CHP’li, ulusalcı. Bir de yeni seçmen gençler. Şimdi siz Gelecek Partisi olarak bunların hepsine aynı stratejiyle mi yaklaşıyorsunuz? Bunlardan bazılarını diğerlerine göre daha mı önemsiyorsunuz?

Ahmet Davutoğlu: Yok, ben vatandaşlar arasında alan siyaseti yaparken, yani alana indiğimde vatandaşlar arasında ayrım yapmayı doğru bulmam, karşıma kim çıkarsa değerlidir. Yani Samsun sokağında geziyorsunuz ya da yarın Bayburt, Gümüşhane, Erzurum sokağında; karşınıza kim çıkarsa değerlidir. Sizi vaktinde desteklemiş olsa, karşı çıkmış olsun, hatta şu anda eleştirmiş olsun, o anlamda ben bir ayrımı etik bulmam, yapmam da. Oturur onunla dakikalarca konuşurum. Anlatırım derdimi, öyle bir ayrım yapmam, ama Türk siyasetinin bir problemi var: Ankara’da oturup siyaset yaparken, nihayet, öncelikli hedefler size zaten oy vermesi güç olan, yeri belli seçmen olmuyor. Artık çok şartlanmış bir şekilde var olan, reel durumu bile görmeyecek şekilde şartlanmış bir AK Parti seçmenini ikna etmekte zorluklar var. Onu zaman ikna edecek, onu biz ikna edemeyeceğiz. Geçen gün bir düğünden çıkarken bir hanımefendi, “Ben sizi çok seviyordum” dedi, yurtdışından bir gurbetçi hanım. “Ama” dedi, “neden ayrı düştünüz? Anlattım. “Bunlarda haklı olabilirsiniz, ama niye ayrıldınız? Yine de kalsaydınız.” Şimdi bir kere, üç kere anlatırsınız, belli ki Avrupa’da bulunduğu için ekonomik durumu biraz daha iyi; bunlara anlatmak zor, ama yine anlatmak lâzım. Bir de zaten yerleşik seçmen olan kesimlerde zor. İki tane grup var: Şu anda büyük blok olarak bir yön arayışı içinde olan, iktidarın gidişinden mutsuz olan ve iktidardan kopmuş olan seçmen. Bu AK Parti olabilir, HDP olabilir, MHP olabilir, partisinden kopmuş olan seçmen, yani bu gidişattan gayri memnunlar; ikincisi: Yeni seçmenler. Bu iki grubu sözcük olarak önceliyorsunuz. Çünkü o kararsızlar, o memnuniyetsizler siyasî tabloyu değiştirecekler. Ankara’da yaptığınız planlamada, kullanacağınız argümanlarda onları öncelersiniz. Ama alana indiğimde, karşıma kim çıkarsa, hangi görüşten olursa olsun…

Ruşen Çakır: Ama söylemlerinizi, programlarınızı saptarken bir takım şeyleri…

Ahmet Davutoğlu: Tabii, tabii.

Ruşen Çakır: Bunun sizi rahatsız etiğini biliyorum, ama şu ittifak sorularına yani..

Ahmet Davutoğlu: Yok, rahatsız olmam.

Ruşen Çakır: Hayır, şu anlamda rahatsız: “Bugünün meselesi değil” diye cevaplıyorsunuz, onun farkındayım; ama geçen bir şey gördüm. Yanılmıyorsam Konya’da bir yayında söylemişsiniz: “Millet İttifakı’nı değil Cumhur İttifakı’nı sorun” demişsiniz; yani burada Bahçeli olduğu müddetçe Cumhur İttifakı’nın ömrünün çok da uzun olmadığını düşündüğünüzü söylemişsiniz. Bu tamamen şu âna kadar yaşanmış olanlardan hareketle bir şey mi? Yoksa şu anda da yaşanmakta olan bir şeyler mi?

Ahmet Davutoğlu: İkisi de. Ya ben niye ittifak sorularına mesafeli duruyorum? Şundan: Bu, iktidarın oyununa gelmek oluyor. Şöyle ki, iktidar kendisi oyunu kurarken zaten, “Biz bir tarafız, bir de karşı taraf var” diye kuruyor. Bu karşı tarafı bazen “terörist” diye suçluyor, bazen “vatan haini” diyor, bazen “bölücü” falan filan. Ama Cumhur İttifakı’nı varsayarak bir karşı taraf oluşturuyor. Karşı tarafın yanlış olduğu anlamına gelmiyor bu. Şimdi Cumhur İttifakı’nı zihninizde değişmez bir ittifak diye kurduğunuzda, onun tuzağına girmiş oluyorsunuz. Ben Cumhur İttifakı’nı kalıcı olacağı kanaatinde değilim. Bunu derken iki şeye bakıyorum: 1) Bahçeli’nin geçmişi — siyasî liderlerin, Dışişleri Bakanı iken de Başbakan iken de karşıma bir siyasî lider oturacaksa, bütün geçmişini incelerdim, biyografisine bakarım. Nerelerden geçmiş, ne yapmış, entelektüel durumu ne, iş adamı ise ne? Bu benim genel bir şyaklaşımımdır; hepsinin profiline bakarım. Bugünlerde Merkel’in ayrılması ile bir dokümanter yapıyorlarmış; Alman televizyonları benden görüş istediler, orada da zikrettim: Bütün o liderler, bütün geçmiş serüvenleriyle, o bütün hayatları ile… Şimdi, Bahçeli’nin serüvenine baktığınızda birtakım doneler yakalıyorsunuz. Ve bu doneler sizi şuna götürüyor: Bahçeli her an âni bir karar alabilecek bir durumda birisi. Çok rahat dost olabilen, çok rahat düşman oluşturabilen birisi. Şimdi Bahçeli’nin bu geçmiş performansı bir kere bir done olarak elimizde. Bir de bugünkü durumu biliyorum ben. AK Parti kitleleri, AK Parti yönetim kadrosu –belki Sayın Cumhurbaşkanı ve yakın çevresi hariç– Bahçeli’nin AK Parti üzerinde oluşturduğu ipotekten rahatsız. Ve bu yorum değil, bu bir bilgi. Yani daha doğrusu bu gözlem diyeyim; nihayetinde ben oradaki psikolojiyi ölçecek araçlara sahibim. Ve bu haklı da bir durum; ben de orada olsam rahatsız olurdum. Bir tarafta iktidar partisi var; büyük emeklerle iktidarı kazanmış; öyle ya da böyle diğer taraf da oraya tutunmuş, orayı yöneten bir lider var. Bahçeli’nin dünkü grup konuşmasına baktığınızda, Süleyman Soylu’nun arkasında durdu. “Kimsesiz zannetmesin” dedi. Peki, Süleyman Soylu kimsesiz mi? Evet, Süleyman Soylu daha önce AK Parti’ye hakaret eden biriydi, Tayyip Erdoğan’a. Evet, sonra girdi AK Parti’nin en kritik şahsiyeti haline dönüştü ve geçen sene bir istifa şovuyla da gücünü ortaya koydu ve Tayyip Erdoğan’a geri adım attırdı. Şimdi, bakıyorsunuz Süleyman Soylu AK Parti’nin önemli bir figürü olmasına rağmen, AK Parti içinden kimse Süleyman Soylu’yu sahiplenmiyor ve Bahçeli AK Parti’ye ders veriyor. “Nasıl kimsesiz zannedersiniz? Onun arkasında ben varım” diyor. Dikkat edin, şimdiye kadar Süleyman Soylu’yu açıktan destekleyen hiçbir AK Parti’nin önemli ismi çıkmadı. Şimdi AK Parti’de bildiğim tanıdığım insanlar var; bunların Süleyman Soylu’yu desteklemek için Bahçeli’den baskıya mı ihtiyaçları var? Sayın Erdoğan bugün grup toplantısı yapmadı. Yapmış olsaydı bu konulara girmek zorundaydı, liderlik bunu gerektirir. Şunu demesi lâzım: “Bir dakika arkadaş! Sen başka bir partinin genel başkanısın”.

Ruşen Çakır: Pardon, sözünüzü kestim. Geçen sefer biliyorsunuz, o krizin ilk anlarında önce bir sessizlik oldu; sonra Bahçeli de grup toplantısında sahip çıktı, ertesi gün Cumhurbaşkanı grup toplantısı yaptı, o da sahip çıktı. Şimdi bu sefer dünkü toplantıdan sonra şunu düşündük: Herhalde Erdoğan’a bir mesaj bu.

Ahmet Davutoğlu: Mesaj, doğrudan mesaj bu.

Ruşen Çakır: Bugün grup toplantısı yapmadı. Ben sabah işe geldiğimde, arkadaşlara ilk onu sordum: “Bugün Cumhurbaşkanı grup toplantısı yapıyor mu” diye. Çünkü onu bekliyorduk. Yapmadı. Sonuçta, hani futbol tâbiriyle, topu taca attı sanki.

Ahmet Davutoğlu: Bazen grup toplantısı yapılmamasının başka gerekçeleri olabilir; “Bugün TOKİ’de konuşacaktı” denilebilir; ama TOKİ konuşmasında da zikredilmedi. Yani Süleyman Soylu AK Parti milletvekili mi şu anda? Milletvekilliğini tabii bıraktı, ama AK Parti mensubu mu? Yoksa MHP mensubu mu? AK Parti mensubu ise, niye Cumhurbaşkanı açıktan ve aleni bir şekilde toptan destek vermiyor. Ve kaymakam adayları ile toplantı yaparken Süleyman Soylu’yu davet etmiyor. Efendim, bazı toplantılar, onun da katılması gereken toplantılar oluyor. Diğer bakanları da davet etmiyor, o da gelmiyor. Peki Süleyman Soylu’yu, son olarak Kabine toplantıları dışında Sayın Cumhurbaşkanı ile kim gördü, ne kadar gördü? Şimdi bu mesafeli tutuma karşı, Bahçeli ise “Kimsesiz zannetmeyin, ben onun sahibiyim” diyor; yani “ben onu koruyacağım” — sahip derken burada mülkiyet anlamında değil de Arapça sahip dost anlamına gelir. Ve “Ben onun desteğiyim, kimsesiz değil o” diyor. Şimdi bu, AK Parti yönetimine nasıl yansıyor? Yahu nihayet sürekli örselenen insanlar onlar. Bir taraftan Cumhurbaşkanı tarafından örseleniyorlar. Çünkü kimse şu anda “AK Parti MYK’sı toplantı yaptı mı, ne karar aldı MYK’sı? diye merak etmiyor. Ömer Çelik açıklamalar yapsa da kimse onu merak etmiyor. Ama Recep Tayyip Erdoğan Bahçeli ile buluşacak derken, herkesin kulakları şey oluyor. Güç kaybı. Bakın, şimdi eskiden, hani Sayın Bahçeli Mesut Yılmaz ve Sayın Ecevit ile koalisyon kurduğunda biz hiç şeyi merak eder miydik? Bakanlar Kurulu’nda neler oluyor diye? Etmezdik, çünkü bakanlar zaten yamalı bohça gibiydi, bu üç lider bir araya geldiği zaman haber olurdu. Şimdi de iki lider bir araya geldiği zaman haber oluyor. Artık Bakanlar Kurulu’nun kıymet-i harbiyesi yok, AK Parti MYK’sının kıymet-i harbiyesi yok. Ve bunun doğruluğundan yoğun bir eleştiri var. Şunu da söyleyeyim: Sadece AK Parti tabanı değil MHP tabanı da rahatsız bundan. MHP tabanı birçok yerde, Anadolu’da, “Yine ben MHP’liyim, ama bu yolsuzluklardan rahatsızım. Sizin tutumunuzu destekliyorum” diyor. Şimdi MHP tabanı da kendilerinin içinde olmadığı bir yolsuzluk –tabanı söylüyorum, üst kadronun ilişkileri ayrı bir şey–, ama sıradan Anadolu insanı şu veya bu gerekçe ile MHP’ye oy vermişse diyor ki: “Ben iktidarda değilim. Niye ben de mahcup oluyorum?”

Ruşen Çakır: Peki hocam, şunu soracağım: Şimdi AK Parti içerisinde rahatsızlık, yönetimdekilerde, hatta bakanlarda, milletvekillerinde rahatsızlık, ekonomi kötü, salgınla mücadele, şimdi en son yolsuzluk vs.. İnsanlar şunu merak ediyor: Niye kopmuyorlar? Bunun devamını getireyim. Mesela sizin partiniz var, DEVA Partisi var; ayrı ayrı eski yol arkadaşlarının partileri de var; beraber çalıştıkları, hani bir şey kurmaları da gerekmiyor, hatta en kötü ihtimalle siyasetten de kendilerini çekebilirler. Niye hâlâ…?

Ahmet Davutoğlu: Ben de bu soruyu soruyorum samimi bir şekilde. Karşılaştıklarıma da soruyorum. Özellikle yalnız kaldıklarında hemen hemen hepsi şikâyet ediyorlar. Geçen yine uçakta konuştuğumuz üst düzey bir isim uzun uzun şikâyet etti. Yani Allah aşkına! Bunu Cumhurbaşkanı’nıza söyleyin. “Nedir bu hal? Falan diye. Şimdi hep bana sorarlar: “Stratejik Derinlik’te yeni bir şey yazsaydınız, ne yazardınız?” diye. Başına uzun bir psikolojik bölüm eklerdim. İnsan psikolojisini bazen biz siyasî analizlerde yeteri kadar göz önüne almıyoruz. Burada on sekiz yıllık bir iktidarın getirildiği birtakım alışkanlıklar var, ilişkiler var. Ben burada açık söyleyeyim; üç grup görüyorum üst kadroda: bir, artık ne olursa olsun geçmişteki yönetimde bulunmuş olmak hasebiyle girdikleri ilişkiler dolayısıyla birbirlerine kenetlenmek zorunda kalan, birbiriyle rekabet eden, ama ayrılması mümkün olmayan, yani çünkü, işte bu Peker’in açıklamaları gibi birçok şeyden anlıyorsunuz ki bu insanlar birbirleriyle hem büyük rekabetler içinde veya sadece Peker açıklamaları değil, herkesin bildiği vakalar bunlar. Omuz atan bakanları kastediyorum. Birbirine omuz atanlar var, ama ayrılamıyorlar. İkinci bir grup var, şu veya bu şekilde daha küçük kazanımlar dolayısıyla oradalar, komisyon görevi var, bir milletvekilliği var, gittiği yerde ilgi görüyor, bunlar o kadar büyük rantların içinde olmasalar da küçük kazanımlar onlara yetiyor belli ölçülerde. Üçüncü bir grup var ki beni esas ilgilendiren ve esas üzüldüğüm grup diyeyim, her şeyin farkında ve aslında bu rant grubunun içinde de değiller. Büyük bir vicdan azabı hissediyorlar, ama daha erken diyorlar. Bunların ağır sorumluluğu var. Diğerlerinin sorumluluğu yok demiyorum, ama onlar bir gün vakit geldiğini düşündüklerinde geç olmuş olabilir. İllâ ayrılsınlar değil, ayrılmak ayrı bir şey, o bir cesaret gerektirir. Kolay değil; yani benim için çok şey söylenebilir, ama gerçek cesaret kendi genel başkanlığını yaptığınız bir partiden ilkesel bir ayrılma ile her türlü riski alarak ayrılabilmektir. 12 Eylül şartlarında Ecevit’in CHP’den ayrılması kolay bir şey değildi. Ben takdir de etmişimdir. Hani gerekçeleri ne olursa olsun. Şimdi ise iktidar olan bir partiden ayrılmak çok büyük cesaret gerektirir. Ben bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Açıkçası ben de vicdanı güçlü insanların –ki vicdanları hâlâ önemli ölçüde güçlü arkadaşlarımız var orada–, onların bir gün vicdanları ile güç ilişkileri arasında bir tercih yaptıklarında vicdanlarını tercih edeceklerini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Hocam, bunun bir de topluma yansıması var, biliyorsunuz. Bir de toplumda, AK Parti seçmeni olup, şöyle şöyleyeyim –biraz Şerif Hoca’nın tâbiriyle– çevreden merkeze gelip ve merkezde birtakım şeyleri edinip –bu sosyal yardım olabilir, çocuklarına iş imkânı olabilir ya da başörtülünün dışlanması olabilir– şimdi Erdoğan’ın iktidardan gitmesi durumunda tekrar merkezden dışlanacağı endişesi yaşayacak insanlar var.

Ahmet Davutoğlu: İşte bizim rolümüz en çok da orada başlıyor. Bugün o insanlar gidişatın yanlış olduğunu görüyorlar, tabanda da yukarda da. Ama ya kazanımları kaybedersek diyorlar. Eğer kazanımları kayıptan kasıt mevki makam ise, kaybetmeleri onların faydasına, çünkü bugünlerde böylesine ilişkiler arasında o mevkide olmak kazanmak değil. Ama kayıptan kasıt, değerler, başörtüsünü korumak, özgürlükler ve halk için sosyal yardım gibi kazanımlarsa onun teminatı biziz. Türkiye’de biz ne kadar güçlü olursak bu kazanımlar o ölçüde korunabilir. Ve açık söyleyeyim, Gelecek Partisi olarak söylüyorum, biz o kazanımların teminatıyız, bunu anlıyor halk. Artık o kazanımları Tayyip Erdoğan koruyamayacak. Koruması mümkün değil; çünkü kazanımların yanında öyle şeyler kaybettirdiler ki o manevi değerler açısından, o kazanımlar ile bu kayıpları dengelemek mümkün değil artık. Dolayısıyla bizim halk bunu hissetti, hissediyor ve orada teveccüh çok yüksek. Yukarıda birçok kesim, AK Parti yönetiminde de birçok arkadaş bunu hissediyor; ama dediğim gibi, ayrılmak biraz daha cesaret isteyen bir şey. Benim ayrılmaktan daha çok onlardan beklediğim, içeride seslerini yükseltmeleri, içeride sesini yükseltmeden ayrılmanın meşruiyeti tartışma götürür. Onun için ben, hatırlarsan önce bir manifesto yayınladım, içeride sesimi yükselttim. Kimse bana şimdi, “Bunu niye daha önce söylemediniz?” falan…, tek tük bilmeyenler sorabilir; ama halk vicdanı görüyor. Ben içeride sesimi yükselttim. Düzelselerdi ayrılmazdım. Hatta beni ihraç etmeye sevk etmeselerdi, “Yahu nedir yanlışlar? Bakalım” falan deselerdi, yine ayrılmamıza meşruiyet zemini kolay olmazdı. Ama şu anda o arkadaşlardan, o insanlardan beklediğimiz, beklememiz gereken şey, seslerini yükseltmeleri. İçeride seslerini kapalı kapalı kapılar ardında yükseltiyorlar. Bu toplum psikolojisi zamanla dağılacak Ruşen Bey. Yani altı ay önce böyle değildi; hatta altı hafta önce de böyle değildi. Bu psikolojik ortam değişecek, iklim değişiyor, suratlar değişiyor. Siz de halkın içerisindesiniz, ama sizin buradan gördüğünüzden çok daha hızlı bir şekilde psikolojik iklimin değiştiğini görüyorum. Dolayısıyla bir yere gidişat var; mesele bizim bunu nasıl yöneteceğimiz? Doğru yöntemlerle yönetebilmek önemli. 

Ruşen Çakır: Şimdi gündemin en önemli ayağı, Mayıs ayından beri Sedat Peker’in ifşaları, suçlamaları, videoları vs. Şimdi onun çok boyutu var; Süleyman Soylu’dan kısmen bahsettik, ama ilk videoların ilkinde, aynı mağduriyette birleşiyordunuz: Pelikan olayı. Yani ilk çıkışında, biliyorsunuz önce Süleyman Soylu yoktu. Süleyman Soylu’ya hiç dokunmuyordu; o sonra bir şeye kızdı Süleyman Soylu eklendi, ama ilk hedefinde Pelikan vardı. Yani kendisine Pelikancılar’ın ve birilerinin bir şeyler yaptığından şikâyet etti. Sizin de olayınız böyle. Yani bu kader birliği nasıl?

Ahmet Davutoğlu: Valla benim böyle bir kader birliğim yok tabii. Ama bir grup sistem dışı güç kullanmaya başlamışsa, o Pelikan olur, daha önce FETÖ olur, şimdi başkası olur falan, herkese aynı anda rahatsız edebiliyor birbirinden farklı grup, birbirini hiç tanımayan grupları, özellikleri hiç birbirine benzemeyen grupları. Şimdi bu tür grupların en önemli özeliği şu Ruşen Bey: Gücü tekeline almak istiyor ve meşru yolla almak istemiyor. Yani gidip seçime… mesela ne bileyim? FETÖ bir parti kursaydı ne kadar oy alırdı Türkiye’de? Alamazdı. Bir güç odağı oluşturarak, bir ilişkiler ağı üzerinden iktidarın gücünden daha fazla güç kullanmaya başladı; çünkü muhalefet de FETÖ’den korkmaya başladı parametre olarak; çünkü o günler için söylüyorum, hukuku kontrol ediyor, Emniyet’i kontrol ediyor falan. Pelikan da o zaman benim karşıma bir parti kurarak çıkmış olsalardı, %49’la başarı sağlamış bir Başbakan’ın karşısında muhtemelen varlık gösteremezlerdi. Ama sistemi kontrol ederek, zamanla benden sonra tümüyle… — açıkça burada mütevazı olmadan söyleyeceğim, ben bir dalgakırandım bütün bu güçlerin karşısında, bir dalgakıran; gelip güç kullanım alanlarında bize çarpıp geri dönüyorlardı, o dalgakıranı yok ettiler. Aslında siyaset dışı ilişkiler ağının son beş yılda ben ayrıldıktan sonra yoğunlaşmasına bakın. Önce de bakın, her zaman olur bunlar, yoğunlaşmasına bakın. Şimdi hukuk kendini bağımsız hissediyor mu? Hissetmiyor Pelikan yapılanmasından. Sonra kim bu? Üstü örtülü bir şekilde Adalet Bakanı söyledi değil mi? İş adamları üzerinde bir baskı var, basın üzerinde zaten bir baskı var. Peki, bu Pelikan yapısının arkasındaki güç ne? O zaman niye bir anlamda aynı anda Soylu ile şey arasında… nihayet Berat Albayrak faktörü olarak görüyor belki Peker bunu. Şimdi bunların hepsini bir araya getirdiğinizde, vaktinde eğer benim dediğim “Siyasî Etik Yasası” ve diğer ekli yasalar bir bütün olarak çıkmış olsaydı bu ilişkilerin hiçbiri olmazdı ve benim yönetimimde bunlar olmazdı, olamazdı. Zaten kavga da buradan çıktı. Kavga şey değil, yani Tayyip Erdoğan ile benim aramda liderlik için… evet, o olur, benim yükselen popülaritemden Tayyip Erdoğan da diğerleri de rahatsız olmuş olabilir, bir şey de demem. Ama esas mesele meşruiyet çizgisindeki bir devlet yönetimi ile gayri meşru bütün network’ların ilişkilerin ağının at oynattığı devlet sistemi arasındaki fark bu.

Ruşen Çakır: Ama o gayri meşru dediğiniz yapılar mesela Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dışında bunu yapabilirler miydi? Mesela sizin durumunuz.

Ahmet Davutoğlu: Tabii, tabii. Cumhurbaşkanı’nın tabii ki bilgisi var, ama gayri meşruluğun ölçüsü Cumhurbaşkanı ile ilişkili olup olmamak değildir. Meşruiyetin ölçüsü bir güç kullandığınızda, o gücün hukukî bir zemini olup olmaması. Yani mesela savcılarıa hâkimlere baskı yapma gücünü birisi nereden bulur? Bulmaması lâzım; bulabildiğine göre… Şu anda Türkiye’de eğer böyle bir baskı olmamış olsa, herhalde Peker’in iddiaları bir savcı tarafından gündeme getirilip incelenebilirdi. Şimdi bunların ilişkiler ağının gayri meşruluğu Cumhurbaşkanı ile ilişkisi olup olmadığından değil. Daha doğrusu Cumhurbaşkanı’yla ilişkili olması meşru kılmaz kimseyi. Cumhurbaşkanı da hukukun bir parçası, hukukun üstünde değil. Zaten sıkıntı orada. Şimdi herkes kendi meşrutiyetini Cumhurbaşkanı’nın gücüne endekslediği ölçüde meşru görüyor kendini. Onun için herkes “Cumhurbaşkanı’mızın talimatı” diye konuşuyor. Çünkü ancak orada… Meşruiyet kişisel olmaz, yani demokrasilerde meşruiyet demokratik hukuk devleti tarafından temin edilir. Bir Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın verdiği ya da vermediği yetkiler meşruiyetin ölçüsü olmaz.

Ruşen Çakır: Hocam, şimdi çok sayıda video üretildi; ayrıca da çok sayıda sosyal medya paylaşımı oldu. Şimdi burada tek tek iddiaları konuşmanın anlamı yok. Çünkü bunların kimisi doğru, kimisi abartılı, ama genel bir çerçevede baktığımız zaman, devlet insanları var; yani pek kadın zikretmiyor, ama devlette önemli yerlerde olan insanlar var. Bakanların adı geçiyor, iş insanlarının adı geçiyor, yargı mensupları geçiyor, polis şefleri geçiyor, gazeteciler geçiyor. Yani aklınıza gelebilecek toplumda önemli ne kadar odak varsa, bu tarif ettiği olaylarda hepsinden birileri var. Genellikle deniyor ki: “Bildiklerinin çok azını anlatıyor”. Bir diğer yandan da çok sayıda taze bilginin kendisine aktığı söyleniyor — ki çok mâkul. Şimdi buradaki mesele, tek tek hangi iddia doğru hangisi abartılı vs meselesinin ötesinde, bunları dinleyip de, izleyip de, ya da okuyup da, “Olur mu canım?” diyen yok. Yani tek tek olayın kendisini belki bilmez insan. Yok o banka o üniversite bilmem ne olmuş vs. adını ilk kez duyduğumuz bir yığın insan var. Yaptı yapmadı bilmiyoruz, ama şunu diyemiyoruz mesela: Özel üniversite sahibi, İçişleri Bakanı’nın oğlu ile beraber bilmem ne yapmış; “Olur mu canım?” diyemiyoruz.

Ahmet Davutoğlu: Çünkü ben bizim temiz siyasetle ilgili açıklama yaptığımız 15 Şubat’ta onu şöyle tanımlamıştım: Sistemik yolsuzluk. Yani eğer sistem işler, o sırada birisi yolsuzluk yapar, rüşvet alır –her yerde olur bu; dünya cennetten ibaret değil, insanlar da melek değil–, ama sistemin kendisi doğru işlerse bunlar münferit kalır, bireysel kalır. O zaman birisi olduğunda, o da olmaz dersiniz. Ama şimdi sistemin kendisi yolsuzluklar üzerine inşa edilmiş durumda. Yani sistemik yolsuzluklar, sistemin kendisi yolsuzluklar üzerine inşa edilmiş durumda. Dolayısıyla hani Şener Şen’indi galiba, bir filmi vardı: Namuslu diye. Yani namuslu olmakla namussuz olmak arasında ayrım kalmamış. Şimdi toplumun genelinde neredeyse kanıksanmış hali var. Zaten üzücü olan da bu. Öylesine yozlaşmışlık, çürümüşlük var ki, “Hayır, bu olmaz” diyemiyorsunuz. Ve hiç kimse araştırmıyor işte. Peker, bir gün önce verilen, Emniyet’te şu anda verilen ifadeyi ertesi gün okuyup cevaplandırıyor. Burası yolgeçen hanı mı? Kim verdi bunu, nasıl sızdı o ifade? Bu, Emniyet’te hemen araştırılması ve sonuna kadar gidilmesi gereken bir şey. Mesele Peker’in ifşaatları değil sadece, Peker’in yöntemleri de bir çürümüşlüğün işareti. Orada sızıyor bazı bilgiler, şu anda bile ulaşabiliyor o bilgilere. Ha, sızmasın mı? Onu demiyorum ben. Şeffaflık içinde olması lâzım; ama bu şunu gösteriyor: Artık ortada bir Soylu krizi yok, bir devlet krizi var, bir devlet yönetimi krizi var. Soylu bunun görünen yüzü. Çok daha kapsamlı bir sorunla karşı karşıyayız. Ve onunla kapsamlı mücadele etmek gerekiyor.

Ruşen Çakır: Ama şöyle bir şey gözlüyorum ben, katılıyor musunuz bilmiyorum: Toplumun bayağı bir kesiminde de, “Ya, bunları okuyoruz, izliyoruz, ama bir şey değişmeyecek” diye bir kanıksama hâli var.

Ahmet Davutoğlu: O kanıksama hâli de bir psikolojik tuzak. Onu diyenler de yapanlar kadar sorumlu bence. Demeyecek, “Hayır, bu değişecek” diyecek. Başta biz siyasîlerin “Biz bunu değiştireceğiz” güvencesi vermemiz lâzım halka. Halkın da, “Ya, ben bunu değiştiririm” güveninde olması lâzım. Olaya alıştığınız anda teslim olmuşsunuz demektir. Zaten bu mücadeleyi onun için veriyoruz. Ve kimse tereddüt etmesin; bakın Türkiye’de bozulma ne kadar hızlı ise düzelme de o kadar hızlı olabilir. Bunun birçok örneklerini biz yaşadık. Dolayısıyla şimdi yapılması gereken, Türkiye’de bu yönetimin yerine bütün bu yapıyı tekrar inşa edebilecek bir mimari, bir devlet mimarisi, demokrasi mimarisi ortaya koyabilecek bir alternatifi halkın önüne sunmak — bizim meselemiz bu, sorumluğumuz bu. Ama iki şey beni bugünlerde bozuyor. Bu psikolojik tuzağa girmemek lâzım. Bir, dediğiniz gibi, “Bu yolsuzluklar değişmeyecek” demek. Böyle bir şey yok; biz içindeydik bütün bu devlet yapısının. Elhamdülillah bütün bunların içinde hiçbir gayrimeşru çete, ilişkiler, bırakın teması, bulunduğumuz yerde bulunamadılar. 

Ruşen Çakır: Hocam, peki bu bağlamda…

Ahmet Davutoğlu: İkincisi de şu: Seçim acaba âdil olacak mı? Acaba bu seçime gölge düşecek mi? Gerçekten biz değiştirebilecek miyiz? Bu iki tuzağa düşmeyip, biz hem bu yolsuzluk düzenini değiştireceğiz, hem de bu seçimlerin mutlaka âdil bir şekilde yapılmasını sağlayacağız.

Ruşen Çakır: Şimdi o seçim meselesine geleceğim, o çok önemli bir konu; ama arada şu yolsuzluk meselesini kapatmadan: Sizin şimdi bir yanda partinizin kurduğu Yolsuzlukla Mücadele ve Temiz Gelecek Komisyonu var. Bu yeni kuruldu. Ben size şeyi sormak istiyorum. Bir demeciniz oldu, hatta sosyal medya paylaşımınız da oldu galiba Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili olarak. Şimdi orada bir şey oldu; sanki “Amerika’ya gidip orada ifade verirse Türkiye zor durumda kalır” mı diye îmâ ettiniz?

Ahmet Davutoğlu: Tabii, kesinlikle. Kesinlikle, yani buradan Cumhurbaşkanı’nı yine uyarıyorum. Bunu tekrar tekrar söyledim; ama tabii izliyor mu, kendisine iletiliyor mu bilemem. Ama şu an Sedat Peker ifşaatları ayrı bir bahistir. O Türkiye’de hukuk süreci içinde çözülebilir, yani üzerine gidildiği takdirde bütün bu bağlar çözülür. Ve Susurluk sonrası olduğu gibi arınma dönemi kendi içinde yaşanmaya çalışılır. Ama Sezgin Baran Korkmaz çok daha vahim bir tablodur. Çünkü Sezgin Baran Korkmaz –Peker’in ifşaatlarında da bu var– ki oradaki en kritik şey kokain ticareti. Eski Başbakan’ın oğlu, Binali Bey’in oğlu ile ilgili yaptığı ve benzeri kokain iddiaları devleti büyük baskı altına alır. Sezgin Baran Korkmaz’ın meselesi ise doğrudan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni izam eder. Niye mi? Dünyada bazı konularda bir konvansiyon vardır, yani bir uzlaşı vardır. Birisi uyuşturucu, birisi kara para aklama. Devletler buradaki tutumlarına göre bir ligde yer alırlar veya küme düşerler. Kara para aklama meselesi, işte Karayipler’deki bazı adalar, Pasifik’teki bazı adalar… devlet midir? Değildir, ama kara para aklama cennetleridir. Şimdi Avrupa’da birinin kara para aklaması mümkün mü, Avrupa demokrasilerinde? 

Ruşen Çakır: Bir ara İsviçre’ye atfedilirdi, onlar da geri adım attılar.

Ahmet Davutoğlu: İsviçre’nin biraz da finansın serbest dolaşımı ile ilgili eskiden beri bütün Avrupa’nın finans merkezi olması ve bir savaş görmemesi sebebiyle insanlar oraya para aktardıklarında güvende hissederler kendilerini; burada da bazıları istismar eder. Ama devletleri kategorize ederken, bu iki kategoride şüpheli duruma düşmemek lâzım. Demokrasiler bu iki durumda da şüpheli duruma düşmez. Şimdi “narko-devlet” diye bir tâbir var. “Narko-devlet” şu: Kokain ticaretini, gelir kaynaklarından biri gibi gören devlet. Yani vergi gelirleri var, bu arada da kokain ticareti üzerinden çıkan bir gelir alanı var. Görünmeyen birtakım güçler kokain ticaretini uluslararası alanda irtibatlı yaparlar ve oradan devlet payını alır. Latin Amerika’daki bazı devletler için “narko-devlet” denir. Bu, demokrasilerde olmaz. Böyle bir devlet statüsüne düştüğünüzde, insanları zehirlemekle, kendisinin küçük çıkarları için insanları zehirleyenlerdir bunlar.

Ruşen Çakır: Bunu bir ciddi bir risk olarak ele almak lâzım.

Ahmet Davutoğlu: Tabii büyük bir risk olarak görüyorum. Büyük bir risk. Ciddi derecede, olağanüstü bir risk olarak görüyorum. Türkiye Cumhurieti devletinin itibarını yerle bir etmektir bu. Onun için Sayın Binali Yıldırım’ın –bu iddialar doğrudur demiyorum ama–, Türkiye Cumhuriyeti’ne Başbakanlık yapmış, hani seçim kazanmadan Başbakanlık yapmış, ara dönem Başbakanı gibi de olsa, çıkıp bu devletin itibarını koruması lâzım. Yani oğlunu korumak değildir burada devletin itibarını korumak.

Ruşen Çakır: O açıklama inkâr değildi.

Ahmet Davutoğlu: Tabii ki de kit götürmüş getirmiş, yok, bunu sadece o da değil diğer bağlantılı ilişkilerde. Yani işte bir Kıbrıs’taki vs. hepsi, Türkiye’yi “narko-devlet” statüsüne düşürecek bütün konularda çok net ve kesin bir tutum almak lâzım; yani neşteri öyle bir atmak lâzım ki hiçbir ur kalmasın. İkinci kategori ise kara para aklama. Orada da Sezgin Baran Korkmaz geliyor. Sezgin Baran Korkmaz olayı daha önce yaşadığımız olaylardan çok daha ağır kara para aklama olayı. Reza Zarrab olayından daha ağır bir tablodur. Neden daha ağır? Reza Zarrab olayında Amerika’nın ülke dışında yaptığı uyguladığı bir ambargoyu delme var. Biz de o zaman o ambargoya olumlu bakmadık, hiçbir zaman. Onun için hatırlarsanız o zaman İran’a gittik, bir ara ikili anlaşma imzaladık, Amerika öfkesini çektik falan. Çünkü bizim İran’la ticaretimiz var, kimse bunu şey yapamaz dedik. Ama bunu açıkyüreklilikle konuşmamız gerekirse, görüş ayrılıklarımızla birlikte konuştuk. Orada bile Türkiye’nin ne kadar risk altına girdiğini gördük. Burada ise Amerikan Hazinesi’ni dolandırmak var. Türk Hazinesi’ni dolandıranı Türkiye Cumhuriyeti hükümeti nasılsa takip eder, nerede olursa olsun. Amerikan Hazinesi’ni dolandıran bir grubun parasını Sezgin Baran Korkmaz Türkiye’ye getiriyor. Kimse de “Yahu bu para nereden geliyor?” demiyor. Türkiye’de MASAK diye bir kurum var, “Bu para nereden geliyor? Meşruluğu nerede? Nerede kazanılmış?” demiyor. Aynen o kara para aklama cenneti olan ülkeler gibi giriyor. Sonra birtakım yerler alıyor. Ve burada siyasî ilişkiler üzerinden kendi konumunu güçlendiriyor. Şimdi tekrar mahkemesi uzadı. Benim iktidardakilere tavsiyem, o mahkemeyi beklemeyin, Türkiye’de süratle Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili bir dava açın.

Ruşen Çakır: Zaten bir soruşturma var.

Ahmet Davutoğlu: Soruşturma ayrı, bir dava açın. Ve Sezgin Baran Korkmaz’ı cezalandırmaya başlayacaksanız, önce siz cezalandırın. Bunu ben Reza Zarrab için söylemiştim Sayın Cumhurbaşkanı’na, Türkiye’de dava açılmalı diye. Çünkü Türkiye’de dava açılsa, birtakım siyasîlere dokunuyorsa –hani dokunmaması beklenir, “Siyasilerle ne işi olacak?” diye–, benim görevim siyasîlerin itibarını korumak değil. Oğlumuzun veya yakınlarımızın itibarını değil… Devlet adamının görevi, önce Türkiye Cumhuriyeti’nin itibarını korumak. Bu iki alanda çok ciddi risk görüyorum; Sezgin Baran Korkmaz daha büyük risk. Yani şöyle beklenmesin: Türkiye bunu alacak, ondan sonra yargılayacak veya bakacak. Bir kere Türkiye’nin yargılayacağı konusunda şüpheler var. Avusturya hükümeti bunu Türkiye’ye vermez; yani Amerika Hazinesi’ni dolandıran biri — ki Amerika’daki ayağıhapiste.  Bir gün Rıza Zarrab ile ilgili Cumhurbaşkanı, “Hayırsever bu” falan dedi; bakanlarımıza söyledim, Bakanlar Kurulu’nda “Hiçbir arkadaşımın bu kişiyle resmini istemiyorum” dedim. O zaman Başbakan Yardımcısı ona bir ödül vermişti, daha sonra da özür dilemişti bilmeden verdim diye, Sayın Kurtulmuş. O zaman da söyledim, çünkü elimde done yoktu; daha bu şekilde yanlışlıkları üzerine tabii birtakım şeyler vardı, ama bir adam para yığınını yanına koyup resim çektiriyorsa, “Bir dakika!” derim ben. Bu meşru bir para olamaz. Meşru parayı kimse böyle şov aracı yapmaz. Şimdi Sezgin Baran Korkmaz da, bir bakıyorsunuz, hayatının belli bir aşamasına kadar hiç serveti yok; bir aşamadan sonra servet kazanıyor. Devletin görevi şu: “Yahu bir dakika! Bu servet nereden, nasıl kazanıldı?” Eğer bu servet bu kadar güçlü kazanıldıysa, önce vergilendirsin bakalım, önce bir vergilendirilsin. Şimdi Paramount Otel’de kimlerin kaldığının listesi bir çıkarıldığında, hani hasbelkader orada yanlışlıkla kalan kalmış olabilir, herkesi izam edecek değilim; ama bu ilişkinin döndüğü otel olarak Güneş Motel diye bir vaka bizi yıllarca meşgul etmişti değil mi? Güneş Motel diye bir yerde bir hükümet kuruldu falan. Sayın Ecevit’ten çok bahsediyoruz, ama o hep bir leke olarak kaldı Türk demokrasisinde. Şimdi orada kimler kaldı? Bir yargı mensubu niye kalır? Bir üst düzey bürokrat niye kalır?

Ruşen Çakır: Çok güzel fotoğraflar çıktı biliyorsunuz, değişik değişik, birbirinden farklı.

Ahmet Davutoğlu: Yani şimdi kimsenin aklına bu soru gelmiyor. Yahu bu değirmenin suyu nereden geliyor? Vergilendirilmemiş kazanç haramdır, hani her yerde yazar. Vergilendirilmemiş, hani nerede bunun vergisi?

Ruşen Çakır: Ama burada biliyorsunuz, para gelsin de nereden geliyorsa gelsin gibi bir yaklaşım var devlette.

Ahmet Davutoğlu: Ama bu hukuk devletinde böyle bir anlayış olmaz. Bu kara para aklanan küçük cumhuriyetlerde, devletlerde olur. Hukuk devletinde para gelsin meşru yolla gelsin Türkiye’de kalsın, üretilsin, üretsin tekrar geri dönsün. Ama ortada bu iki konuda kokain, uyuşturucu ticareti ve kara para aklama konusunda dünyadaki bütün ülkelerin bir konvansiyonu var. Türkiye birinci ligdeyken, bu konuda süper ligdeyken, şimdi amatör lige, ikinci lige bile düşmez. Bir anda dünyadaki algınız şu olur: “Bu ülke kendi içindeki siyasîler kendi çıkarları için başka ülkelerdeki birtakım yanlışlıklara göz yumarlar”. Bir şeyi kalmaz yani bir hukuk nosyonu kalmaz, yok olur.

Ruşen Çakır: Hocam, biraz siyasete geçelim. Şimdi demin söz ettiğiniz seçim güvenliği meselesi çok ciddi bir mesele. Bu konuda, “İnsanlar kötümser olmasın, kararlı olsun” dediniz. Burada tabii şöyle bir husus var: Bir tarafta çok otoriter bir devlet, yargı başta olmak üzere birçok mekanizmayı kendi lehine kullanan bir devlet yapısı var; bir tarafta da bölük pörçük muhalefet var. Şimdi ittifak meselesini bir kenara koyalım ama, sonuçta insanların gündeminde, “Acaba seçim güvenli olur mu?” sorusu var; hatta “Acaba seçim yapılır mı?”dan başlıyor, biliyorsunuz. Başlayan bir şey var ve buralarda, bir tarafta ne kadar gücünü kaybetse de devleti kontrol eden bir iktidar var, diğer tarafta da bölük pörçük bir muhalefet var. Siz muhalefet partileri olarak nasıl bir temastasınız? Birbirinizle arada fotoğraflar görüyoruz, genel merkezde birbirinizi ziyaret ediyorsunuz, beraber fotoğraf veriyorsunuz falan; ama bunlar bir protokol görüşmesinin ötesinde bu tür temel meseleler konusunda bir ortak akıl yürütme, ortak hareket etme… Yani seçime birlikte girdiniz ya da girmediniz hiç önemli değil; ama seçim olup olmayacağının garantisi ya da seçimin güvenli olmasının garantisi için en azından yan yana durmanız gerekir diye varsayıyorum. Yanılıyor muyum?

Ahmet Davutoğlu: Şimdi bir kere Genel Merkez ziyaretleri dışında da telefonlarla sürekli temas halinde oluyoruz; o konuda herhangi muhalefet veya iktidar…, iktidarla da bizim parlamenter sistem konusundaki önerilerimizle ilgili görüşme talebimiz vardı; iktidar yetkilileri olumlu bakmadılar. Yoksa herkesle her şey konuşulabilir. Muhalefetin ise ortak birçok konusu var; mesela seçim güvenliği meselesi bütün muhalefetin, bütün siyasî partilerin aslında mutlaka ortaklık yapacağı bir konudur. Bu konuda hiçbir taviz vermeyiz. Bizim bir taraftan şu anda arkadaşlarımız alana yayıldı, diğer taraftan da mahalle bazlı seçim eğitimlerine başladık. Hatta sloganımız da şu: “Seçimden önce seçmene sahip çık, seçim günü sandığa sahip çık, seçim bittikten sonra da oya sahip çık”. Yoğun bir eğitim yapıyoruz her yerde. Geçen hafta Genel Merkez’de bu konudaki arkadaşları ağırladık, ben de katıldım. Dolayısıyla bütün partilerin ortak olarak birleşeceği yerlerden biri bu. Yine bütün partilerin ortak üzerinde duracağı husus, seçimin vaktinde usûlüne uygun bir şekilde yapılması. Vaktinde dediğim, erken olabilir, ama seçim yapılmaması gibi bir şeyin gündemde olmaması lâzım. Bunun için insanların, “Biz bedenimizi ortaya koyarız, hayatımızı ortaya koyarız ve seçimi yaptırırız” kararlılığını göstermesi lâzım. Ayrıca yolsuzluklarla mücadele, parlamenter sistem, güçlendirilmiş parlamenter sistem, yani Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine alternatif olarak o ortaya konan sistem, bütün bu konularda muhalefet partileri arasında bir mutabakat var. Bu mutabakatın siyasal bir dile siyasal bir sürece yönelip yönelmeyeceği meselesi zamanla olgunlaşacak bir mesele. Ben o kadar olumsuz bir atmosfer olduğu kanaatinde değilim.

Ruşen Çakır: Peki hocam, şunu soracağım, değişik kamuoyu yoklamaları geliyor önümüze ve açıkçası sizin partiniz ve hatta DEVA Partisi’nin ve Saadet Partisi’nin oyları yüksek gözükmüyor. Siz de kendiniz birtakım yoklamalar yapıyor musunuz bilmiyorum, ama bunlar gerçeği yansıtmıyor mu? Yoksa henüz erken mi, yoksa insanlar kendilerini mi gizliyorlar? Nedir bu? En son mesela Metropoll’ün bir araştırmasını gördük, başkalarının da değişik zamanlarda çıkıyor ve buralarda sizin partinizin, DEVA Partisi’nin, Saadet Partisi’nin oy oranları zayıf gözüküyor. Bu nedir? Yani araştırmalarda mı bir sorun var? Nasıl yorumluyorsunuz?

Ahmet Davutoğlu: O araştırmacılarla da konuşuyoruz. Onlar da biraz konuşunca… yani bizim alanda gördüğümüz tablo ile anketler arasında uçurum var; yani fark demiyorum, uçurum var. Bir gezimize siz de katılın görün. Biz de alanda fiilî anket yapıyoruz ve yönlendirilmiş bir şey de değil. Sadece kendi teşkilatımıza gitmiyoruz, sokakta dolaşıyoruz. Bir uçurum var. Onu araştırma teknikleri itibariyle gerekçelendiriyor araştırmacılar ve bunu Türkiye’nin saygın araştırmacıları söylüyor. Bazı araştırmalar var ki baştan manipülatif. Bizi öyle çok düşük gösteren bir kısmı tamamen manipülatif, özel yönlendirmeli ve belki maddi birtakım imkânlarla… Bir kısmı siyasal olarak manipülatif, bir kısmı parasal olarak manipülatif. Birtakım maddi imkânlar sağlarsanız farklı şeyler çıkar.

Ruşen Çakır: Sipariş yani.

Ahmet Davutoğlu: Sipariş tabii. Ama gerçekten ciddiyetini kabul ettiğimiz araştırmacılarla konuştuğumuzda onlar da şu vakayı kabul ediyorlar. Bizimle ilgili anketlerde bir anket sapması oluşacağını kabul ediyorlar. İki sebeple: 1) korku ikliminin varlığı; 2) kararsız görünen seçmenler tekrar dağıtılırken önceki oylara göre ana gruba daha çok çıkıyor. Yani AK Parti’den kopan bir seçmen kararsız diye görünüyor, o kopan seçmen sanki tekrar AK Parti’ye oy verecekmiş gibi tekrar AK Parti’ye dağıtılıyor. Halbuki o kararsız seçmenin büyük çoğunluğu bize gelecek besbelli. Yani bu AK Parti değilse de, diğer kararsızlar da. Şimdi üçüncüsü de tabii, seçim, iki dedim ama üçüncü bir gerekçe var burada: Seçim ortamına girmeden yapılan anketlerin çoğu gerçekleri tam olarak yansıtmaz, seçim ortamında gerçek tablo ortaya çıkar. Hatta öyle bir anket olur ki, anketler sandıkta yanlışlanır. Batı’daki gibi, sandık öncesi anketler orada yansıttığı kadar gerçeği yansıtmaz. Bunun çok örnekleri var; yani 99 seçimlerini düşünün: Kim o tabloyu bekliyordu? Hatta AK Parti’nin seçildiği 2002’de, hatta daha öncesi 83’te. Yani devletin büyük…

Ruşen Çakır: MDP’nin üçüncü parti olduğu.

Ahmet Davutoğlu: Devletin bütün yüklendiği bir parti vardı: MDP. Herkesin beklentisi, o öyle böyle kazanacaktı. Evren de bütün şeyini yükledi; daha iktidarının üzerinden üç yıl geçmiş, ama halk gitti sandığa girdiğinde, o kapalı kabine girdiğinde halkın önemli bir kısmı orada karar verir. Dolayısıyla bu anketleri esas alarak siyaset yapmaya kalksa, Özal’ın siyaset yapmaması gerekirdi.

Ruşen Çakır: Bir şey sorabilir miyim? Selçuk Özdağ olayı ne oldu?

Ahmet Davutoğlu: İşte, şiddettin özendirilmesinin tipik örneği. Güya hukuki süreç devam ediyor, ama Selçuk Bey’e saldıranlardan biri şu anda bir ilde Ülke Ocakları Başkanı oldu. Ve aslında Türkiye’de hukukun ne duruma düştüğünü gösteren en hazin tablolardan birisi.

Ruşen Çakır: Hiç tutuklu kimse var mı?

Ahmet Davutoğlu: Hayır hayır. Yani yolda iki kişi tartışsa ufak tefek de debelenme olsa ne olduysa Selçuk Bey’e de o oldu.

Ruşen Çakır: Şimdi burada bunun üzerine konuşmak abes; ama bu kadar partide genel başkan yardımcılığı yapmış, milletvekilliği yapmış, geçmişi söylüyorum, sokak ortasında göstere göstere böyle bir saldırının … ki aslında tabii Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı da böyle oldu, Levent Gültekin de dahil birçok gazeteciye yapılanlar da böyle oldu. Şunu sormak istiyorum: Ahmet Bey, bu son birkaç yılın ürünü bir şey mi, yoksa on küsur yıllık yirmi yıla yaklaşan iktidarın geldiği nokta mı? Bu bir olay tabii; başta yolsuzluk da bunun bir parçası. Hani sistem çökmüş diyorsunuz, sistemin çökmesi de bunun bir parçası. Bu size çok sıklıkla sorulan bir şeydir. Yani bunun bir miladı var mı, yoksa bu bir süreç mi?

Ahmet Davutoğlu: Bu bir süreç. Son yıllarda hızlanan bir süreç. Daha önce tekil olan şeyler bir ana damar haline dönüştü. Şey tekil hâle geldi diyeyim; mesela nezaket dili, siyasetin nezaketle yapılması istisnâî bir durum hâline geldi iktidarın tutumunda. Yani Selçuk Bey’e yapılan saldırı konusunda, normal şartlarda en ağır şekilde siyasetin bunu cezalandırması lâzım, çünkü bugün Selçuk Bey’e saldıran yarın sana da saldırır. İktidarı kaybettiğin anda ne olacak? Bu sefer başka saldırılar olur. Dolayısıyla siyasette şiddetin ve terörün kullanılmaması konusunda herkesin ortak tavır alması lâzım. Peki bizi caydırdı mı bu? Hedefleri eğer bizi caydırmaksa, Selçuk Bey’i caydırmaksa, bizi caydırmadı, Selçuk Bey de eskisinden daha aktif alanda. Yarın da beraber Erzurum’da olacağız. Biz de eskisinden daha fazla aktif alandayız. Yani bu şiddetle neyi elde ettiniz siz? Korku iklimi salmak istiyorsanız, kusura bakmayın bunu salamayacağınızı gördünüz. Ama nihayette halka bir korku verme düşüncesi var. “Bakın, biz bir siyasîye bunu yapıyorsak, daha neler olabilir?” kanaati. Türkiye bu tür şeyler, tâbir-i câizse bu tür “çakallıklar” çok gördü; bunların hepsi aşılır.

Ruşen Çakır: Sizin Kanal İstanbul meselesindeki tavrınızı bir yerde açıkladınız, ama ben yine tekrar sormak istiyorum, mâlûm..

Ahmet Davutoğlu: Şeyi unutmadan, bir önceki soruda vardı, yolsuzluklarla ilgili — ki o bahsi kapatmadan söyleyeceklerimi unuttum başka bir bahse geçtiğiniz için. Biz partide bu hafta yaptığımız Parti Kurulu’nda bir karar aldık ve Parti Yolsuzlukları Araştırma ve Temiz Gelecek Komisyonu’nu kurduk. Başında da bu konularda yetkin bir avukat, parti Yönetim Kurulu üyemiz Şenol Gürşan var. Yine bürokraside son dönemde yaptığı açıklamalarla yolsuzluklarla ilgili kaynakları çok açık bir şekilde ortaya koyan Abdullah Güzeldülger ve konuşacak başka arkadaşlarımız da olacak. Düşüncemiz şu: Genel Merkez’de oluşan bu komisyon Genel Merkez’de kalmayacak; bütün illerde, illerdeki yerel yolsuzlukları da takip eden birer birim oluşturmayı düşünüyoruz, belediyelerde diğer alanlarda hepsini takip eden.

Ruşen Çakır: Onlar herhalde 7/24 çalışmak zorunda olacaklar.

Ahmet Davutoğlu: Evet, çalışacaklar ve hukukî olarak delillendirilmiş dosyalar hâline dönüştüğünde, gerekli işlemleri yapmak üzere merkezî yönetimde olanlar dışında da yerel yönetimlerde de yoğun bir takip altına alacağız. Bu da Türkiye siyasetinde bir ilk. Yani Meclis’in yapması gereken işi biz parti olarak yapacağız. Bütün yurt sathına bunu yayacağız.

Ruşen Çakır: Siz belki yakından tanırsınız, benim de çok sevdiğim bir siyasetçidir Azmi Bey. Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanı’ydı biliyorsunuz bir ara AK Parti’den.

Ahmet Davutoğlu: Azmi Ateş.

Ruşen Çakır: Çok büyük bir performans gösterdi, ama bir daha aday gösterilmedi. Eski milletvekili oldu, hep gözümün önüne geliyor; izliyorsa da buradan selam yollayalım. Ama hep o gelir aklıma. Çünkü bayağı bir performans sergilemişti; çünkü canla başla inandı ve o inancı nedeni ile de…

Ahmet Davutoğlu: Biz de inandık, siyasetin yazını getirirken bizi de siyasetten emekli etmek istediler. Ama yapamadılar.

Ruşen Çakır: Şimdi Kanal İstanbul’u soruyordum; diyordum ki Melih Gökçek sizi de Ali Babacan’ı da geçmişteki bazı lâflarınızı alarak şey yapmış, mâlûm, her zaman yaptığı gibi bir şey yapmış. Siz de bir yerde söylemişsiniz, ama yine tekrarlamakta yarar var. Onu izlemeyenler olabilir. Özellikle galiba yine Konya’da yaptığınız bir açıklama yanılmıyorsam.

Ahmet Davutoğlu: Samsun’da yaptığım, Çorum’da belki de.

Ruşen Çakır: Diyorsunuz ki — meâlen: “Başbakanlığımın ilk döneminde dosyaları incelemeden bilmeden birkaç konuşmamda proje hakkında olumlu şeyler söyledim, ama sonra olaya vâkıf olunca, bunu çok gereksiz, saçma ve en sonunda da gayri meşru buldum”. Son yapılanları tanımlıyorsunuz. Ve anladığım kadarıyla en son şu andaki pozisyonunuz –nasıl söyleyeyim?– çok sert. 

Ahmet Davutoğlu: Evet, çünkü bunun İstanbul’a da Türkiye’ye de büyük bir zarar verecek bir proje olduğu kanaatindeyim. Şöyle: “Efendim, siz de şöyle bunu demişsiniz” diye bu iddialar bana sık sık soruluyor. Bir hükümeti devralmışsınız, önceki hükümetten gelen projeleri sanki devr-i sâbık yaratır gibi hemen ve yekten reddetme diye bir durum yok. Aynı hükümetin devamıyız. Dolayısıyla hükümet programını okurken yaptığım bir konuşmadır o. Orada ilk hükümet, yani 28 Ağustos’ta başbakanlığı devraldıktan sonra hükümet programı açıklaması. Dolayısıyla bütün projeleri sıralarken hükümet programında dikkat edersen Meclis kürsüsünde yaptğım şey, bir iki yerde de tamamıyla o dönemlerdeki bir atıfla geçtiğim konular… hiçbir yerde böyle oturup bir programda Kanal İstanbul ile ilgili uzun uzadıya bunu faydalı anlattığım bir örnek yok. Neden? O şeyi yaptıktan sonra, hükümet programını oluşturduktan sonra, tabii daha önceki projelerle ilgili, Dışişleri Bakanı olarak doğal olarak hepsini biliyor değilsiniz, brifingler aldım bütün projeler ile ilgili. Kanal İstanbul’un fizibilitesinin doğru yapılmadığı, ekolojik problemlerle ilgili hiçbir şeyi tatmin edecek o kadar çok soru sordum ki, heyeti topladım, “Bana anlatın” dedim. “Şu yapıldı mı, bu yapıldı mı? Şöyle oldu mu?” En sonunda, “Stratejik olarak burayı, adayı nasıl savunacaksınız?” diye Genelkurmay Başkanı’na da sordum, ayrı bir toplantıda değil. Yani “Bu konuda bir analiz yaptınız mı?” Baktım ki bu konuda hiçbir hazırlık yok. Sonra kendim de olaya vâkıf olduğumda, yani ben ilgilendiğim bir konuyu hocalıktan gelen bir şeyle bütün detayı ile öğrenirim. Şüphe düştüyse zihnime, bütün detayını bilmeden imza atmam. Nitekim Melih Bey’i ciddiye almam bu konularda. O bana mesaj vermiyor; o, mesajı vermesi gereken yere veriyor yani. Çünkü sebeplerini tahmin edersiniz; yani dolayısıyla ciddiye almam o eleştirileri. Ciddiye alınacak hususlar değildir. Ama 2014 Ağustos’undan 2016 Mayıs’ına kadar Kanal İstanbul ile ilgili hiçbir adım atılmamasının sebebine de bir bakmak lâzım. Yani önüme getirdiklerinde ve ben tatmin olmadan son görüşmemiz de dahil Cumhurbaşkanı ile ihtilaftan önceki son şeyde, “Niye bu yürümedi?” dediğinde kendisine söyledim. Bu konularda ciddi kaygılarım var. Bu kaygıları kendisine de aktardım daha önce. “Bu kaygıları gidermeden İstanbul’u feda edecek bir projeye imza atmam” dedim. Ve Sayın İmamoğlu geçenlerde bir Zoom toplantısı yaptı. Tek tek yaptı bütün liderlerle; orada bütün atılan adımların iki yıl içinde atılmadığı gözüküyordu. O da dedi, “Bu sizin döneminiz”. Şimdi, daha sonra da 2018’de Cumhurbaşkanı’na bir rapor daha verdim; otuz senelik bir genel gidişatla ilgili. Orada da “Kanal İstanbul’u yapmayın, bu bir cinayettir” dedim; orada da söyledim, “Büyük vebaldir” dedim. “500 yıl sonra bile burada bir deprem olsa insanlar mahsur kalsa, ki kalır. Veya bir saldırı olsa, düşman saldırısı, bu yapılacak iş değil, yapmayın” diye o zaman da söyledim.

Ruşen Çakır: Peki muhalefet liderlerinin, Kılıçdaroğlu’nun ve Meral Akşener’in ayrı ayrı söyledikleri, “Paraları ödemeyiz, buraya yatırım yapmayın” açıklamaları sizin…

Ahmet Davutoğlu: Ben en başta söyledim zaten bunu. Bu köprü şeyi atılırken, “Bu gayri meşrudur” dedim. Bir yapım ihalesi yapılmamıştır burada, bir deplase ihalesine dönüştürülmüştür. Ve zaten hafriyat yapılmadan bir köprü yapmaya kalkma…, yani peki biz geldik ve Kanal İstanbul’u durdurduk, ne olacak o köprü? O da dâhil en baştan söyledim. Hele hele Cumhurbaşkanı’nın “Söke söke alırlar” ifadesi tam bir utançtır. Dinlediğimde ekrana baktım, “Ya,” dedim “one minute diyen Cumhurbaşkanı bu mu?” Yani “one minute” diyen o zaman Başbakan’dı tabii, o gün beraberdik. Herkes telaş içindeyken ben kendisine söyledim, “Hiç merak etmeyin biz buradan çıkarız, siz başınız dik bir şekilde bu salondan çıktığınızda biz Türkiye’yi de başı dik şekilde çıkartırız” dedim. Ama şimdi o başı dik Erdoğan uluslararası mahkemelerin Türkiye’den söke söke alacaklarını söylüyor, Türkiye sömürge ülkesi değil. O kadar çok örneği var ki. Arkadaşlara inceleyin dedim; Kenya’nın var mesela benzer bir durum. Hiç de öyle söke söke alamamışlar.

Ruşen Çakır: Hayır, bir de alsalar bile, Erdoğan gibi bir siyasetçinin, o gelenekten gelen birisinin..

Ahmet Davutoğlu: Böyle bir söz sarf etmesi… yani Türkiye’yi sömürge… müstemleke ülkesi mi burası? Neyi alıyor söke söke? Aslında bazen Erdoğan’ın prompter’dan çıktığında zikrettiği şeyler hata gibi, gaf gibi görünüyor. Değil, o bilinçaltının dışa yansıması. O anda bilinçaltı harekete geçiyor. Yani prompter bilinci sistemize ediyor yönlendiriyor. Oradan çıktığı anda bilinçaltı harekete geçiyor. Burada da öyle bir şey. Burada birinci önceliği ne? Şirketlere güvence vermek, vatandaşa değil. Şirketlere güvence veriyor orada. Şirketlere diyor ki: “Merak etmeyin, Türkiye Cumhuriyeti’ni diz çöktürürler, yine de paranızı alırsınız. Buraya yatırım yapın”. Biz de diyoruz ki: “Kimse Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne diz çöktüremez, o şirketler de gereğini bedelini öderler. Bu konuda hiç kimsenin tereddütü olmasın. Bugün iktidara gelelim, ertesi gün bu işlemlerde Kanal İstanbul gibi bir cinayete ortaklık eden her bürokrat attığı imzadan sorumludur, her şirket öyle ya da böyle ihale işlemlerinde bir usulsüzlük varsa ondan sorumludur. Dolayısıyla kimse nasılsa bu iktidar ilânihaye devam edecek, ben de kervanımı yürürütürüm diye düşünmesin.”

Ruşen Çakır: Size en çok ne eleştiri geliyor?

Ahmet Davutoğlu: Neyle ilgili?

Ruşen Çakır: Yani insanlarla konuştuğunuz zaman siyasetle ilgili, az ilgili.

Ahmet Davutoğlu: Yani iktidarla ilgili eleştiri mi?

Ruşen Çakır : Yani sizin şahsınıza, partinize yönelik olarak en çok neyden şikâyetçiler?

Ahmet Davutoğlu: Valla son dönemde böyle bir eleştiriyle karşılaşmıyoruz alanda; aksine büyük bir teşvik ve teveccüh var. Daha önce söylediğim gibi, AK Parti içinden olanlar, “Sayın Başbakan’ım biz biz size güveniyorduk. Niye ayrıldınız? Niye şey oldunuz?” falan gibi. Onlara da söyleyeceğim, bir daha anlatıyoruz sabırla. Ben bıkmam anlatmaktan. Sabırla bir daha anlatıyorum. Başka da öyle yoğun bir eleştiri…, yani aksine, mesela eski bir CHP kanadından gelen bir şeyse, “Ya, Türkiye iki dürüst başbakan tanıdı; bir Ecevit bir siz” diyen de var. Büyük Birlik Partisi ve milliyetçi kanattan ise, “İki dürüst siyasetçi oldu; biri Yazıcıoğlu biri siz” diyen de oluyor. Her iki çevrede, farklı çevrelerde geçmiş dönemde bıraktığım izin bugün siyasetim için en büyük sermaye olduğunu görüyorum. Benim bagajım olduğu gibi kanaate sahip olanlar vardı. Ben halkla temas ettikçe görüyorum ki derin bir iz bırakmışız halkın vicdanında ve vicdandaki iz hiçbir siyasî bagaj tarafından örtülmeyecek kadar güçlü bir his. Dolayısıyla halka her gittiğimde, yorgun gidiyorum enerjik geliyorum. Bazen arkadaşlar, “Ya, gece on iki oluyor, hâlâ yorulmadın mı?” diyorlar. Çünkü o temas size güç veriyor. Öyle bir spesifik bir eleştiri konusu da şu âa kadar gelmedi.

Ruşen Çakır: Peki, bu konuşup konuşmama konusu Sedat Peker ile beraber gündeme geldi. Siz şimdi Sedat Peker’in bildiklerinin kat kat fazlasını biliyorsunuz. Tabii bunların içerisinde devlet sırrı olanlar var vs. onları ayrı tutuyoruz; ama birçok şeye de tanık oldunuz, duydunuz, yaptınız; ama şöyle bir algı da var sanki; hatta bu sadece sizin için değil, belki sizinle beraber hareket eden ya da diğer partide olanlar da, yani Ahmet Davutoğlu her şeyi tam anlamıyla açığa dökmeyecekler, kol kırılır yen içinde kalır vs.

Ahmet Davutoğlu: Bir kere şöyle bir düzeltme yapacağım, kol kırılır yen içinde kalır deseydim ben hâlâ AK Parti’de olurdum. Yani kolay değil. Türk demokrasi tarihinde kaç tane siyasî lider var genel başkanlık yaptığı partiden ayrılıp kararlı bir muhalefeti sergileyen? Bu konuda hiç mütevazı olmayacağım. Kim var? Yanlışları görüp, bu yanlıştır deyip ve en güçlü iktidar hâlindeyken… zayıfken ayrılmak kolay. Tayyip Erdoğan Fazilet Partisi iktidarı kaybettiği, Refah Partisi iktidarı kaybettiği zaman ayrıldı.

Ruşen Çakır: Ve kapatıldıktan sonra.

Ahmet Davutoğlu: Kapatıldıktan sonra ayrıldı. Ben iktidardayken ayrıldım. Ve en güçlü iktidar sahibi iken ayrıldım. Ve ilkesel bir ayrılık olduğunu da halka anlatabildim. Dolayısıyla bu konuda kol kırılır yen içinde kalır ifadesini asla doğru bulmam. İkinci bir şeyi doğru bulmam: Sedat Peker’in bildiklerini Davutoğlu da biliyor. Bilmem. Niye bileyim? Ben o ilişkilerin içinde olmadım ki hiç. Yani Sedat Peker’in bir şey biliyor olmasının sebebi o ilişkilerin içinde olması. Ben o ilişkilerin içinde hiç olmadım ki. Ha, benim bildiğim şeyler var mı? Var tabii. Var dediğim, devleti yönetmek anlamında var. Ama ben devleti meşru şekilde yönettim. Hiçbir gayrimeşru ilişkinin içinde olmadım — ki o gayrimeşru ilişkilerin filan..

Ruşen Çakır: Meşru işlerinizi yönetirken gayrimeşru..

Ahmet Davutoğlu: olduğu zaman da müdahale ettim. Onu da herkes biliyor. 

Ruşen Çakır: Bilgilendiriliyor muydunuz o zaman?

Ahmet Davutoğlu: Hayır, zaten müdahale ettim o sırada. Bu ilişkilerin çoğu, zaten Peker’in söylediği ilişkiler benden sonra olan ilişkiler. Hangisi? Esenyurt’ta olan, orada olan benden sonraki ilişkiler hepsi. Yani benim dönemimle ilgili, o dönemle ilgili Peker’in ifşaatlarında herhangi bir şey yok ki. Yani o dönem tertemiz demek için söylemiyorum. Yani bir kısmı benden sonra olan gelişmeler, bu son yaptığı açıklamalar, hep Süleyman Soylu network’ü tümü. Ve hatta şeyde Sayın Binali Yıldırım ile ilgili söyledikleri de benden sonraki dönem. O dönem bunlar olmuş olsa ve fark etsem acımayacağımı herkes biliyor. Niye dört bakan konusunda açık ve net bir tavır sergiledim. Bildiğim olaylarda üstüne gittim, gücümün yettiği ölçüde üstüne gittim. Bu anlamda şöyle bir beklenti doğru bir şey değil: Bir siyasetçi olarak Davutoğlu da böyle bir ifşa silsilesi gibi bir şeyler açıklasın. Doğru bir şey değil. Neden değil? Ben o ilişkilerin içinde olmadım ki. Fark ettiğim ilişkinin üzerine gittim, durdurdum, mücadele ettim. Zaten bir de şu yönü var ki işin, zaten ben çok siyaset felsefesi yaptığım için mi, siyasî ahlâk yasası çıkarmaya kalktım? Hayır, gördüğüm yanlışlıkları kökünden kurutmak için siyasî ahlâk yasası çıkarmaya karar verdim. Bütün o gayrimeşru oluşabilecek rant alanlarını yok etmek için imar yasasını çıkarttım. Yoksa Paramount Otel gibi bir otel oraya konulabilir miydi? O daha önceden konmuş; ama bütün o imar düzenlemeleri dâhil açık söyleyeyim elime alıp bir cerrah titizliği ile sistemi önüme yatırdım; nerede ur var, nerede ur var? İmarda ur var, oraya bir neşter atmak lâzım. Nerede ur var? İhâlelerde ur var, oraya bir neşter atmak lazım. Nerede ur var? Siyasi iltimas alanlarında, yakınlara iltimas alanlarında. Nerede ur var? Varlık beyannamelerinde. Şimdi varlık beyannamelerinde benim dediğim şey… o gerçi siyasete girmedi. Sezgin Baran Korkmaz… ama Allah aşkına, bir milletvekilinin on binler, yüz binler, milyonlar ile ifade edilebilecek şeyleri olabilir miydi ilişkiler ağı? Ben devlete böyle bakarım. Bir devlet adamı cerrah titizliği ile müdahalede bulunur. Ve yapmıştım o müdahaleyi, o müdahalede bulunduğum için bütün o urlardan beslenen karşı çıktı. Ama diğer ilişkileri benim… hani şuna benziyor: Siz kumar oynamazsanız kumarhanelerle ilgili doğrudan tecrübeniz olmaz. Biri kumarhane işletiyor ise siz onu durdurmak için elinizden geleni yaparsınız, bu ikisi ayrı şeyler. O ilişkiler ağı zaten bana bulaşamadığı için beni yok etmeye karar verdiler. Yani bir yerde bana, ve çoğu da dediğim gibi dikkat edin son dört beş yılın işi. Onun için ben diyorum: Biz bir dalgakırandık. Bizden sonra o dalgaların bu şehri yok etmesini engelleyecek bir şeyi kalmadı; onun için de tarumar oldu. 

Ruşen Çakır: Şimdi yavaş yavaş toparlayalım. Şeyi sormak işitiyorum, onu daha önce de konuşmuştuk, ama yine update etmekte yarar var. Siz erken seçim istiyorsunuz. 

Ahmet Davutoğlu: Evet.

Ruşen Çakır: Peki, erken seçim olur mu diye sorsam. Yani bu sizin istemenizle tek başına olacak bir şey değil, muhalefetin istemesiyle de olacak bir şey değil. İktidarın karar vermesi ile olacak bir şey. Ve ama sizin başta söylediğiniz, Devlet Bahçeli’nin bilinmezliği meselesini de koyarsak, anladığım kadarıyla her an olabilir gibi bir duygudasınız.

Ahmet Davutoğlu: Evet, öyle bir şey ki bu. Yani olumlu anlamda söyleyeyim. İstanbul’da bir deprem olabilme ihtimali nedir? Allah muhafaza, her an olabilir. Sizin ona göre tedbiriniz almanız lâzım. Bugün siyasette de fay kırıklıkları öyle hal almıştır ki her an bir deprem olabilir. Fay kırılmalarının… bu ekonomik fay kırılmaları var, ben onu görüyorum. Nasıl bir ekonomik fay kırılması? Bir konuşmada Samsun’da da söyledim. Türkiye’de bir milyar dolarlarla servet edinmiş siyasîler var; milyon dolarlarla maaş alan gazeteciler var, yüz bin veya milyon dolarlarla maaş alan mafyadan organize çetelerden maaş alan siyasîler var. Şimdi böyle bir milyar dolarların milyon dolarların dolaştığı yerde, bir de bin beş yüz lira ile geçinmek zorunda olan emekli var. Daha ürününü tarladan kaldırmadan kredi borcundan ezilen bir çiftçi var. Dükkânı siftahsız kapatan bir esnaf var. Şimdi bu öylesine bir fay kırılması ki, bu kadar gelir dağılımı adaletinin bozulduğu bir siyasî sisteminin seçimsiz denge bulması imkânsızdır. Dünyanın her yerinde bu böyle. Diğer fay kırılması, otoriterleşme ile demokratik talepler arasında bir fay kırılması var. Bakın, Soylu’nun arkasında durduğunu söyleyen Bahçeli… Bütün bu iddialar devletin, yani Bahçeli’nin çok önem verdiği devletin itibarını yerle bir eden iddialar. Onun arkasında duruyor, ama Anayasa Mahkemesi’ne saldırıyor. Aynı konuşmada Anayasa Mahkemesi’ne Gergerlioğlu kararı için saldırıyor. Devletin bir kurumuna saldırıyor. Bu öyle bir siyasî fay kırılması ki, bu da bir toplumu şeye götürür mutlaka. Yolsuzluklar ile sistemin güvenirliliğinin kalmaması, burada olduğu gibi mutlaka seçim gerektirir. Seçim olmadan bunların dengeye kavuşması mümkün değil. Ne zaman olur? Biz her an olacakmış gibi çalışmak zorundayız. Onun için uyku yok, dur durak bilmeden koşturuyoruz, ediyoruz. Halkın teveccühünü kazanmaya çalışıyoruz. Ama benim kanaatim, eğer Tayyip Erdoğan kendi iktidarına, cumhurbaşkanlığına halel getirmek istemiyorsa, bir daha seçileceğini ben düşünmüyorum, toplumda böyle bir atmosfer kesinlikle yok. Ama 2022 Haziran 24 Haziran’dan önce seçim yapmak zorunda. Hukukî olarak konumunu tartışmalı hâle getirir. Adaylığını tartışmalı hâle getirir. Bırakın seçimi, adaylığı tartışmalı hâle gelir. Çünkü iki dönem cumhurbaşkanlığı yapmış birinden bahsedeceğiz 2022 24 Haziran’da.

Ruşen Çakır: Yani erken yapmak zorunda diyorsunuz.

Ahmet Davutoğlu: Yapmak zorunda. Aday olamaz sonraki seçimlerde. Aday olduğunda hukuka götürseniz, Anayasa’ya göre bunun hukukî süreçte aday olamaması gibi bir durumla karşı karşıya kalır. Güç dengesi değiştiği anda da, hukuk elini serbest addetsin, aday olamaz diye hüküm verebilir. Çünkü iki dönem cumhurbaşkanlığı yaptı ve hiçbir yerde “iki dönem yeni sistemle başlar” diyen bir umde yok Anayasa’da, anayasa reformunda. Dolayısıyla gelecek sene Nisan Mayıs gibi bir seçim Türkiye’nin önünde gözüküyor. Bu sene olursa şaşırmam, ama gittikçe ihtimal daraldı; ama tabii hâlâ Tayyip Erdoğan’ın zihninde muhtemelen “İşleri düzeltirim, sonra seçime giderim” opsiyonu vardı; ama artık işlerin düzelme sınırı çoktan aşıldı. Dolayısıyla biz her an seçime hazır halde örgütlenmemizi hazırlıyoruz. 

Ruşen Çakır: O zaman demin söylediğiniz, insanların asla yapmaması gereken şeylere bir de, “Kaybetse bile iktidarı vermez” sözü…

Ahmet Davutoğlu: Hayır, hayır, öyle bir şey yok. Türkiye’de bu olmadı. Bunu yapabilseydi Evren yapardı. 12 Eylül’de Evren rejiminin yapamadığı şeyi bugün Türkiye’de hiç kimse yapamaz. Bunu yapabilseydi 27 Mayıs sonrası Başbakan’ı asmış olan 27 Mayıs Cuntacıları yapardı; ama 61 seçimlerinde bile iktidarı kaybettiler. Bir sene sonra, yani daha bir sene sonra kaybettiler kontrolü. Yani kimse Türkiye’de seçimden… vaktinde veya erken, ama mutlaka yapılacak, halk hiç tereddüt etmesin, biz bunun teminatıyız. Seçim esnasında hiçbir usûlsüzlüğe izin vermeyiz, biz bunun teminatıyız. Şimdiden müşahitlerimizi yetiştiriyoruz ve sonuna kadar mücadele ederiz. Seçim olduktan sonra kim kazanırsa kazansın mutlaka kazanan o koltukta oturacak ve o Meclis’te oturacak. Bundan da kimse tereddüt etmesin.

Ruşen Çakır: Çok sağ olun, güzel bir yayın oldu. Siz yarın tekrar yollara düşüyorsunuz, yollardan geldiniz yollara düşüyorsunuz. Size Allah kolaylık versin diyelim. 

Ahmet Davutoğlu: Sağ olun, çok teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyorum. Evet, Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nu konuk ettik. Akşam vakti stüdyomuzda kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.