Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (74): Erdoğan Diyarbakır’da, Peker’in sözünü ettiği yasadışı silah trafiği & Soylu sahiden yalnız mı?

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can ile haftanın olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Bugünün en önemli olayı tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki buçuk sene sonra Diyarbakır’a gitmesi. Şu âna kadar baktığımız zaman, siyasî yönü çok öne çıkmış bir şey değil. Yine açılışlar, vs. yapacak. Biraz önce izledim. Erdoğan’ın cuma namazı sonrasında –Sur’da kılmış cuma namazını– basın toplantısı gibi bir şey yaptı. Gazetecilerin sorularını cevaplandırdı. Altı buçuk dakikalık bir video izledim ve orada, Kürt lâfı geçmedi. Yani ne soruldu? Aşı soruldu, Afganistan’a asker soruldu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin 3. yılı soruldu. Kürt sorulmadı. Kürt lâfı geçmedi. Bunu şundan dolayı söylüyorum: Tamam, geçmez; ama Erdoğan Diyarbakır’a gidiyor diye, hemen, “Yeni bir açılım mı oluyor? MHP’yi mi bırakıyor? Kademeli bir şey mi?” diye birtakım söylentiler başladı. Bugün Abdülkadir Selvi de yazmış, “Kürtler’i kazanmadığı seçimleri kaybediyor” diye – ki doğru. Kürtler’i kazanmak için seçimlerde birtakım jestler mi yapacak, birtakım açıklamalar mı yapacak? En azından başlangıç itibariyle pek bir şey gözükmedi. Yine camide, terör örgütü PKK vs. diye bir girizgâh yaptı. Sen de görmüşsündür. Belki bundan sonra birtakım şeyler söyler, ama açıkçası ben o şeylerin, yani “Yeni bir şey olur mu? Oluyor galiba” gibi söylemleri… hatta geçenlerde biliyorsun, Erol Katırcıoğlu üzerine de konuştuk, ben de onu değerlendirmiştim, bana bunlar âfâkî geliyor. Artık, Erdoğan’ın böyle bir şeyi istese bile yapabileceğini sanmıyorum. Ama yine de Kürtler’i kazanmak zorunda olduğunu bildiğini de biliyorum. Ama bunun formülü nasıl olacak? Bugün Altan Tan ve Reha Ruhavioğlu’yla birlikte bir yayın yaptık. Orada da Altan doğru bir şey söyledi: “Erdoğan Kürtler’e mecbur…” diye. Ama buradaki soru şu: Kürtler Erdoğan’a mecbur mu? Bu soruyu sorduğun zaman işler değişiyor. Tabii o zaman da hemen, gerek Altan gerek Reha Ruhavioğlu’nun da dediği gibi, Kürtler’in Erdoğan’la mesafeyi açmış olmalarından dolayı, muhalefette de yaşanan bir rehavet ve kabaca “çantada keklik” yaklaşımı var. “Nasıl olsa, en kötü ihtimalle ikinci tura kalır. İkinci turda Erdoğan’a verecek değiller ya, muhalefetin adayına verecekler” gibi bir yaklaşım var. Dönüp dolaşıp aslında bunları konuşuyoruz. Şimdi, Erdoğan’ın tabii ki iki buçuk yıl sonra Diyarbakır’a gitmesinin bir anlamı var. Ama, ben şahsen Erdoğan’ı, yerinde yani Diyarbakır’da defalarca izledim. En son 2015 Haziran seçimleri öncesinde de izledim. Ondan sonra izlemedim galiba, ama… O arada herhalde beş kere filan İstasyon Meydanı’nda izlemişimdir. Her sefer düşen bir profil görmüştüm. İlk başlarda, o çözüm süreçlerinin ilk anlarında daha coşkulu başladı ve sonra adım adım inen bir profil gördüm. Onun, siyaseten artık Güneydoğu’da çok fazla etkisinin –yani tabii ki yine oy alıyor ve ikinci parti, o belli–, ama etkisinin azaldığını görüyorum. Bir de orada ilginç bir ayrıntı var biliyorsun: HÜDA-PAR var, Hizbullah’ın devamı – ki o da girdiği seçimlerin hiçbirisinde güçlü bir varlık gösteremedi. Ama mesela HÜDA-PAR’la bile bir tür ittifak ilişkisine girmek zorunda kalıyor Erdoğan. Yani o kadar zor durumda ki, HÜDA-PAR’a, varoluşunun ya da gücünün çok ötesinde bir anlam atfetmek zorunda kalıyor. Ne dersin?

Kemal Can: Evet. AKP’nin Kürt coğrafyasıyla, Kürt oy potansiyeliyle ilişkisi, aslında başından itibaren böyle bir dalgalı grafik halinde cereyan etti. Yani söylem düzeyinde de, oradaki desteği düzeyinde de bir dalgalanma hep yaşandı. Çok başa gidersek, önce Erdoğan 2002’nin başında, pek çok açıdan, işte demokratik açılımlar ve benzeri konularla birlikte, Kürt meselesinde de bu tür bir yaklaşım içerisindeydi. AB süreci filan… Sonrasında yine, “Kürt sorunu yoktur” noktasına gitmişti. Hatta bir soru üzerine, “Düşünmezsen sorun da yoktur; sormazsan sorun da olmaz” gibi bir söz bile söylemişti. Ama sonra, “Kürt sorunu benim sorunumdur” dediği bir dönem yaşadı. 2007 seçimlerinde de özellikle bölgede çok ciddi oy sağlamış olması, bu konuda çok büyük bir cesaret ve ataklık getirmişti. Hatırlıyorsan, onu da 2009’a kadar, meşhur Habur hikâyesine kadar ilerleyen, Oslo görüşmelerinin zeminini de açan bir süreç izledi. Ama orada Erdoğan’ın Kürt meselesiyle ilgili açılımları, sadece onun siyasî cesaretiyle doğrudan ilgili olmayan, bugün pek çoğunu bildiğimiz gibi, devletin çeşitli kademelerinin de onayı ve aslında iştirakiyle yürüyen bir süreçti. Peşinden gelen açılım, çözüm, her neyse adı, o süreçten sonra tekmelenen masa ve Dolmabahçe mutabakatı sonrasındaki 2015 süreci… O günden bugüne gelirken de, istikrarlı bir süreklilik var. Ama bu dalgalanmanın içerisinde, kaybedilen birkaç nokta var. Birincisi, hep bahse konu: Müzakere masası kaybedildiği gibi, müzakere masasına konulacak temel tezler ve o pazarlığı oluşturacak al-verdeki, “Ne alınacak, ne verilecek?” meselesi çok karıştı. Yani artık aynı denklemle, teorik olarak, Kürt meselesi ve AKP’nin ve Erdoğan’ın Kürt meselesiyle kurabileceği ilişkiler üzerine üretilen teorik veya potansiyel ihtimaller, pratikte pek çok sorunla baş başa artık. Birincisi, blok hareket eden çok politik bir kitle olmasına rağmen, tamamen talimatla hareket eden bir kitle olmaktan çıkmış durumda Kürt seçmen. Bunu son yerel seçimlerde de önemli ölçüde gördük. İkincisi, “Size artık bir şeyler verebiliriz” gibi geleceğe mâtuf bir vaadin, ileriye itilmiş bir vaadin, buna karşılık peşin birtakım şeyler talep edilmesinin de câzibesi düşmüş durumda. Evet, şu anda pek çok açıdan ne muhalefet ne de iktidar, özellikle kronikleşmiş bir toplumsal mesele olan Kürt meselesine ilişkin herhangi bir vaatte bulunmuyorlar. Herhangi bir çözüm programı açıklamıyorlar. Dolayısıyla bir tür, Kürtler’in kendilerine böyle bir alan açma ihtiyacı her zaman bâki. Ama bunun pratikte olabilmesi için, mesela şimdi hep konuşulan şey, işte, “Erdoğan, Kürtler’i kazanmak zorunda, bu teorik bir şey. Ama, “Ne yaparak kazanabilir?”in cevabı yok. Sen röportaj yapmışsın. Muhtemelen Altan Tan’ın söylediklerinde de, geçen haftalarda da konuştuğumuz gibi, Erol Katırcıoğlu’nun söylediklerinde de, teorik olarak bir şeylerin müzakere edilebilme ihtimalinin var olması, “O müzakerenin ana unsurları ne olacak?” sorusunu cevapsız bırakıyor. Yani neyi müzakere edecek? Erdoğan neyi koyacak masaya ve ne talep edecek? Kürt oylarının desteğini talep edecek. Peki bunu garanti edecek bir aktör var mı? Yani, bu HDP ya da herhangi bir başka aktör… O müzakerede kendisi ikna olsa bile, birincisi: O bütün seçmeni ikna edebilecek bir şey olabilecek mi? İkincisi: O müzakere sırasında Erdoğan neyi vaat edecek Kürtler’e? Bu ikisi boşlukta duruyor şu an. 

Ruşen Çakır: Burada bir şey söyleyeceğim. Şöyle bir olay oldu bugünkü yayında. Altan, bunları bir yemek masası olarak tarif etti. “Ana yemek olmasa bile, ara sıcaklar vs. ne olacak?” dedi. Ben de dedim ki: “Birisi ev sahibi, birisi misafir olarak yaparsan, mâlûm, misafir umduğunu değil bulduğunu yer”. Ama sorun burada. Evin sahipliğinde ortaklaşabilmek. Olay hâlâ büyük ölçüde şu olarak koyuluyor, biliyorsun: İşte, Kürtler birtakım taleplerde bulunuyor; acaba iktidar, muhalefet ne verir, ne kadar verir? Burada hâlâ bir sahip var ve bir de misafir var. Halbuki Kürt sorununun çözümü aslında, bu sahiplik-misafirlik ilişkisini ortadan kaldırmak değil mi? Ama o kadar deneyimden sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta yine, “Ne verebilirler? Onlar ne istiyor? Nerede anlaşılır?” gibi, birisinin lûtfetmesi, birisinin rica etmesi gibi garip bir şeye sıkıştırılıyor. Yani dönüp dolaşıp… Aslında en büyük acı da bence bu. 

Kemal Can: Yani sürekli böyle bir durum var. Bir kere en temelinde muhataplık… Yani kim masaya oturacak? Eğer masa diye tarif ediliyorsa… Bir kere Kürtler’in meşru muhatabıyla ilgili bir mesele var. Yani iktidarın yarattığı bir mesele var. Çünkü daha önceki çözüm sürecinde, muhatap olarak HDP ortaya çıkmıştı ve Dolmabahçe mutabakatını onunla yapmışlardı. Şimdi, çok temel bir meseleyle yüz yüze iktidar. HDP’yi siyaseten meşru hâle döndürmek gibi bir yere dönmesi gerekiyor önce — bir muhataplık ilişkisi kurabilmek için. Yok, onu devreden çıkartan bir yeni muhatap üretmesi söz konusuysa, şu anda öyle bir siyasî muhatap yok karşısında. Böyle bir açmazı var konunun. İkincisi, senin söylediğin gibi, her şey sadece bir imkân ve teorik bir faraziye olarak cereyan ediyor. Yani çok kabaca söylendiğinde, kimsenin hayır diyemeyeceği bir olasılıktan bahsediliyor. Tabii ki bu konuda önemli bir adım atılması söz konusuysa, bunu konuşabiliriz. Ama bunun iki tarafı da, yani o adım dediğin şeyin altı da boş, konuşulacak temel başlıkların altı da boş şu anda. Burada çok temel bir mesele var. Yani işte, birtakım ara sıcaklar, zamanında hatırlarsan, “Kürtçe kanal açtık, onu yaptık, bunu yaptık…” Ama sonra, kayyumlarla bütün siyasî iradesini yok saydı Kürtler’in. Şimdi de gidip, aslında kayyumlara bir tür destek çıkartması da yapıyor Diyarbakır’da. Çünkü bir yandan Sur’u –burada Davutoğlu’nun da bir olayı var– orayı tamamen yeni baştan yapma iddiasıyla boşalttılar. “Kayyumlara partimiz destek versin” diye talimatlar vermiş zaten il başkanları toplantısında. Bir de HDP’den transfer yapıp rozet taktı filan… Yani açılımın öncesinin ziyaretine ilişkin hiçbir şey yok. Sadece varsayımlar var şu anda önümüzde. Ama ben daha ileri bir eksiklikten bahsediyorum. İki tarafta da o varsayımların altını dolduracak hiçbir somutlaştırma görmüyorum. Bunun olabileceğini söyleyen Kürt siyasetçilerin de, “Tam olarak neyi müzakere etmekten bahsediyorsunuz?” sorusuna cevap verdiğini görmüyorum. Bu tarafta, ihtimal olarak AKP’nin Kürtler’i yeniden kazanmak için neleri yapmaya hazır olduğunun cevabını da görmüyorum. Az sonra konuşacağız, biraz şununla da ilişkilendiriliyor: Soylu meselesi, MHP ile sorun konusuyla da ilişkilendiriliyor. Ama şu anda, AKP’nin ve Erdoğan’ın girdiği denklem, aynı anda çok sayıda aktörü birlikte idare etme… Tıpkı dış politikada yaşadığı sorunun benzerini şu anda iç politikada yaşıyor. Neydi dış politikada rahatlığı? Ruslar’ı da idare ediyorsun, Amerika’yı da… Arada bir pozisyonda durarak, herkesle bir şey yaratıyorsun. Ama ne oldu? O iş artık öyle işlemiyor. Bu iç politikada da benzer şekilde böyle. Yani çok sayıda aktörü bir anda idare etmek artık mümkün değil. 

Ruşen Çakır: Burada dönüp dolaşıp iş, AKP’de olamayan, AKP’nin karşısında olan, hatta AKP’ye düşman olanların da önemli bir kısmının hâlâ, Erdoğan’sız herhangi bir çıkışı tasavvur edememeleriyle alâkalı bir şey. Şimdi birtakım çok ciddiye alınması gerekmeyen, ama yine de ilgi uyandıran dedikodular var. Mesela İYİ Parti ile görüşmeler vs.. Burada da aslında aynı yaklaşım var. Şöyle bir şey yapılıyor: Cumhur İttifakı %50 artı 1 oy alamıyor. Bu bir… Erdoğan, iktidarını vermemek için elinden geleni yapacak. Bu da iki… Devletin bütün baskı, yargı unsurlarını kullansa da, sandıktaki bu dengeyi değiştirmesi mümkün gözükmüyor. O zaman ne yapacak? Yanına birilerini katacak. Katmak zorunda… İşte Kürtler; Kürtler olmadı İYİ Parti; İYİ Parti olmadı başkası vs.. Hatta CHP’den türeyen, ama hâlâ kendilerini gösteremeyen, Mustafa Sarıgül gibi ya da Muharrem İnce gibi, onların bir şeyleri bölmesinden medet uman bir şey var. Kürt meselesini konuştuk. Kürtler gelir mi gelmez mi? Aslında bunu daha çok konuşacağız belli ki önümüzdeki süreçte. Bu İYİ Parti meselesi, dönem dönem gündeme gelen bir mesele… Yani İYİ Parti yükselişte olan bir hareket. En azından Meral Akşener… Yükselmese bile, en azından istikrarlı bir yerde duruyor. Öyle değil mi? Anketler bunu gösteriyor. Niye şu anda düşmekte olan Erdoğan’a can simidi olsun? Böyle bir şey bana çok gerçekçi gelmiyor. Ama şu olabilir: İYİ Parti, CHP başta olmak üzere beraber hareket ettiği muhalefet unsurları adına belki birtakım şeyleri, Erdoğan sonrası süreç için, Erdoğan’la görüşüyor olabilir. Bilemiyorum. Ona da çok emin değilim açıkçası.

Kemal Can: Bu, İYİ Parti’nin bir tür kaderine dönüştü. Yani kurulduğu andan itibaren bu hiç bitmeyen bir tartışma ya da kulis, dedikodu olarak dönüyor. Bu, olayın gerçek olup olmamasından bağımsız olarak, yine biraz önce konuştuğumuz gibi, bir olasılığı sürekli canlı tutan, “Böyle bir şey olabilir mi? Evet, olabilir” fikrinden yola çıkılarak…, ama sahiden somut birtakım temasların olduğu da gerçektir, mümkündür. Bu anlamda pek çok temas imkânı kapısı, penceresi var. Biliyoruz. Bu konularda da daha önce ortaya çıkmış birtakım iddialar var. Ama dediğin gibi, kurulan matematik, potansiyel olarak… Biraz önce tartıştığımız konunun aynısı burada da var. Böyle bir pazarlığa oturulduğunda ne alınıp ne verilecek? Neyin karşılığında bu yapılacak? Ayrıca kimin ne avantajı olacak?

Ruşen Çakır: Bir de teminat meselesi var. Çünkü, bir anlaşma yaparsın… Diyelim ki, hani söyleniyor ya, parlamenter sisteme dönecek. Farz-ı muhal… Dönmezse ne olacak? Bu kadar basit yani…

Kemal Can: Bir de onun karşılığında, kendisi için istediği şeyin de, dokunulmazlık güvencesi filan olduğu gibi iddialar var. Onun garantisini kim verecek? Bir de bütün bunlar, Kürt meselesiyle ilgili olayda da, İYİ Parti’yle ilgili tartışmada da hep bir aritmetik üzerinden yapılıyor. Yani, onun o kadar oyu var, bunun bu kadar oya ihtiyacı var, oradan onu alıp bunu almak, onun yerine bunu koymak filan gibi hesaplar yapılıyor. Ama daha önce Meral Akşener de bunu ifade etti. “Ben öyle dediğimde, öyle olacak demek değil. Benim yüzde 15 oyum var. Hadi şimdi buraya gidiyoruz, dediklerinde onlar benimle gelmez ki.” Bunu kendisi söyledi zaten Akşener.

Ruşen Çakır: Evet. Bizim yayında söyledi, stüdyoda söyledi bizzat.

Kemal Can: Biraz önce konuştuğumuz Kürt meselesinde de öyle. Yani, bir şeyi müzakere ediyorsun. Vaat edilen, geleceğe dönük bir şeyi birileri kabul edebilir. Ama bunu herkese kabul ettirip, esir ettiği seçmenlerin tamamını ikna edebilmesinin o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Ayrıca şöyle bir şey var: Erdoğan’ın, kendisine güvence yaratmak için, son konuşmalarında da, “Biz devleti yolunu şaşırmışlara bırakamayız” filan demesinin arkasında, oydan daha fazla şeye ihtiyacı var. Aslında MHP ve Bahçeli ile kurduğu ittifak meselesini defalarca konuştuk. Bir aritmetik mesele değil. Sonuçta, Erdoğan’ın kendisini ve iktidarını korumak için, bunun için birtakım siyasî pazarlıklar yapsa bile, sadece seçmen desteğine ihtiyacını çözmesi yetmiyor – ki onu çözmekte de ciddi sorun var. Aslında devlete ihtiyacı var. Mesela şimdi, Kürtler’i yeniden kazandı, MHP’yi de çıkarttı. Yerine İYİ Parti’yi koydu. Tamam, aritmetik, bugünkü matematik de oldu. Ama İYİ Parti’nin üçte ikisi gelmedi, HDP’nin yarısı gelmedi. Ne oldu şimdi aritmetik? Üstüne bir de, şimdi herkesin çok hararetle söylediği gibi, bütün yargı ve güvenlik bürokrasisini MHP ele geçirmiş. Yani, ne olacak şimdi? Bir de onları da kaybetmiş oldu. O zaman şimdi denklem ve aritmetik nasıl oluşuyor? Yani dolayısıyla böyle, kâğıdın üzerine oy oranlarını yazıp, sonra böyle Lego oynar gibi, onu çıkart bunu koy filan gibi işlemiyor. Siyasî mühendislik diye bir şey var, ama siyasî mühendislik böyle işlemiyor. Bu kadar basit değil. O yüzden de bu tür spekülasyonlar aslında, şu anda pişmekte olan bir şey değil; belki yoklanmakta olan ve seçenekleri olduğundan fazla göstermeye yarayan işler. Çeşitli seferler seninle de konuşmuşuzdur, hatırla; dediğim gibi, İYİ Parti kurulduğundan itibaren sürekli bir “acaba AKP ile…” durumu var. Çözüm süreci de bittiği günden beri, “Yenisi gelir mi?” diye konuşulan bir şey. Hatırlasana, kaç kere, kaç tur “Yeniden mi olacak? Yeniden mi olacak?” Ben bundan 4 sene filan önce bir şey için Brüksel’e gitmiştim. Orada Avrupa Birliği’nden birileri, “Yeni çözüm süreci başlayacakmış, öyle duyumlar geliyor, öyle kulisler var” filan diye sorular soruyorlardı. “Ben çok kulis bilen biri değilim, ama çok ihtimal vermiyorum” dedim. Üzerinden 3 yıl geçti. Hiç de öyle cereyan etmedi olaylar. Dolayısıyla ben, genellikle olasılıklar üzerinden yürütülen siyasî tartışmaların, birazcık muhataplarının da istediği, sanki olandan çok seçenek varmış gibi bir hava yaratmaya ve o havadan doğacak taktik imkân zenginliğine yaradığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Burada tabii en önemli sorunlardan birisi de aslında, iktidarıyla, muhalefetiyle siyaset üretmekte yaşanan zorluk ya da siyasî olarak ortaya birtakım… Mesela Kürt sorunu üzerine, demin sen de söyledin, kimse bir şey söylemiyor ki… Dolayısıyla kulis muhabbeti yapılıyor. Orada da kulisi de neye istinaden yapıyorsun? Matematik hesaplara göre yapıyorsun. Yani ortada şöyle bir şey olsa, diyelim ki, “Meral Akşener şöyle bir çıkış yaptı. Erdoğan şunu dedi. Bu arada Mithat Sancar bunu dedi. Aralarında şöyle meseleler mi oluyor?” gibi bir şey tartışamıyoruz ki! Tartıştığımız şeylerin hepsi… Ortada siyaseten dile getirilen şeyler yok, ya da yeni şeyler yok. Şöyle diyeyim: Herkesin pozisyonu belli. O pozisyonları veri olarak alıyoruz. Değişmez olarak alıyoruz. Kimse bir hamle yapmıyor. Onun üzerine biz de, pozisyonlar böyle olduğu için, “Gizli kapaklı şunlar dönüyor” diyoruz. Bir de birtakım tescilli insanlar var, biliyorsun. Sürekli bunları üretip üretip duruyorlar.  

Kemal Can: Şöyle bir insan tipi var: Günde üç tane filan, kimsenin bilmediği, çok olağanüstü kulis bilgisi… Sürekli televizyon yayınlarına çıkan böyle insanlar var. Aynı gecede, “Bir duyum aldım” diye üç tane majör şey söyleyebiliyor. Ortalama haftada dört kere yayına çıkıyor. Her yayında üç tane böyle bilgisi oluyor. Yani neredeyse saat başı, bütün dengeleri değiştirecek bilgilere sahip oluyor. Sahiden öyleyse, ne kadar acayip bir şey. 

Ruşen Çakır: Şey geliyor hep aklıma, çok alâkasız gibi gelebilir ama. Yıllar önce, 12 Eylül döneminde biz cezaevinde yatarken, görüş yasağı var, ya da biz görüşe çıkmıyoruz. Avukatla görüşemiyoruz. Ailelerle görüşemiyoruz. Mahkemeye çıkmıyoruz. Koğuşta kalan bir yığın solcu. Bir de bir tek televizyon varsa var; bir de gazete geliyorsa geliyor. Ama şöyle şeyler oluyordu işte: Kenan Evren, Haydar Saltık’ın üstünü çizmiş ve ânında bütün herkes, bunun üzerine bayağı bir inanarak yorum yapıyordu. Ama bu bilginin oraya sızmasının kanalı yok. Hani kanalı olsa… Kim sızdıracak? Yani annen, baban gelecek. Avukatın en fazla… Yani onun da bir şeyi yok. 12 Eylül şartları… Ama bunlarla insan yaşıyordu. Şimdi böyle medyanın bu kadar zenginleştiği, şu bu olduğu, sosyal medyanın olduğu, çok sayıda video çeken var, köşe yazan var. Dikkat çekmek de istiyorlar tabii. Sonuçta ortada böyle şeyler var. 

Şimdi yine bir kulislere gidelim Kemal: Süleyman Soylu meselesi. Ama artık bu kulis vs. değil. Çok açık bir şey oldu. Bir öncekinde, salı günü Bahçeli çıktı ve Süleyman Soylu’ya bir şekilde sahip çıktı. Ama bu sahip çıkışı o sonuncu gibi değildi hatırlarsan. Daha ölçülü bir sahip çıkmaydı. Ardından, çarşamba günü Erdoğan çıktı ve o da sahip çıktı. O da yine ölçülüydü, ama sonunda sahip çıktı. Sonra aradan bir zaman geçti. Sedat Peker sürdürdü saldırılarını. Özellikle Süleyman Soylu’ya yönelik. Süleyman Soylu da, o iki televizyon girişiminin, kendini aklama girişiminin ardından sessiz kaldı. Ardından Bahçeli çıktı, okumuşsundur ya da dinlemişsindir, çok açık ve net sahip çıktı. Yine bekledik geçen sefer olduğu gibi. “Çarşamba günü Erdoğan grup toplantısı yapar, Bahçeli kadar olmasa da Soylu’ya sahip çıkar” dedik. Grup toplantısı yapmadı. Toplu konut açılışı mı ne? Öyle bir yerde konuştu. Orada da yapmadı. Ne zamandır Süleyman Soylu ile yan yana gelmiyorlar. Mesela bugün, bildiğim kadarıyla Diyarbakır’a gitmemiş Süleyman Soylu. Daha doğrusu önce gitmiş de sonra dönmüş. Normalde Diyarbakır hani… Terörle mücadelenin baş aktörü olarak lanse ediliyor Süleyman Soylu. Erdoğan’ın hemen yanında olması gerekmez mi? Cuma namazından sonra da yoktu… 

Kemal Can: Bundan şeyi de çıkartabilirler: “Açılım yapacak da onun için güvenlikçi söylemi yanında götürmedi”. Bu yorumu yapan da çıkar yani.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Aslında açılım değil de, burada Soylu ile ilgili bir mesele var artık, değil mi? Hâlâ Soylu’nun gücü olduğunu düşünenler var. Ben artık olduğunu sanmıyorum ve Bahçeli’nin de onu bir şekilde diriltmeye çalıştığını, ama pek de başaramadığını düşünüyorum.

Kemal Can: Senin dediklerine katılıyorum, ama küçük bir farkla. Bahçeli’nin refleksinin, ana meselesinin Soylu’yu savunmak olup olmadığı konusunda bazı tereddütlerim var. İki şey ekleyeceğim. Yani tabii ki ilkinde de vardı, bunda da vardı. “Soylu’yu yedirmem” çıkışının arkasında, Soylu’nun kendisinden çok, o pozisyonun ve onun temsil ettiği bu güvenlikçi politikanın bir tür yüzü olduğu için Soylu, ondan dönüşe izin vermenin ya da o konudaki hassasiyetin daha belirgin olduğu kanaatindeyim. Hatırlıyorsan yine konuşmuştuk. Daha önceki çıkışında, “Ben İçişleri Bakanı’na tasma taktırmam” demişti. Üstelik de tuhaf biçimde bunu hatırlatarak yapmıştı. 

Ruşen Çakır: Aslında aşağılamıştı orada yani.

Kemal Can: Evet. Şimdi de aslında daha net bir şey. “Kim onun yalnız olduğunu sanıyor? Kim onu sahipsiz zannediyor” derken, onun temsil ettiği şey konusunda siyasî bir gönderme değil, idarî bir vurgu var altını çizdiği. Buna ek olarak başka bir şeyi daha gözettiğini düşünüyorum Devlet Bahçeli’nin. Şimdi Süleyman Soylu ile ilgili meselede, senin de söylediğin gibi, Erdoğan yanına sokulmasına izin vermiyor, yan yana görüntü vermiyor, açık destek vermiyor, AKP’den kimsenin destek vermesine muhtemelen izin vermiyor. Bunları apaçık görüyoruz. Fakat tersini de yapmıyor. Yani görevden almak ya da istifasını kabul etmek ya da istifasını istemek gibi hamleler de yapmıyor. Bir süre sürece bırakarak, Soylu’nun kendiliğinden zayıflaması… – ki aslında bu yaşanmakta zaten birkaç aydır. Bu kendi kendine yaşanıyor ve sanıyorum bundan aslında çok büyük bir rahatsızlığı yok Erdoğan’ın. Biraz sürece bırakmış. Ama burada, bu süreci bir tür AKP içerisindeki MHP aleyhtarlarının da kullanmaya çalıştığı intibâı var. Yani hep konuşuyoruz ya? “MHP’den rahatsızlar var AKP içerisinde” filan diye… Şimdi bu sessizlik ve Soylu üzerinden yürüyen örtülü gerilimin içerisine, bu MHP alerjisini de hafif hafif yedirme girişimleri var. 

Ruşen Çakır: Kemal, bu arada arkadaşlar bir not iletti. Süleyman Soylu salondaymış. Salon derken, herhalde Erdoğan’ın konuşma yaptığı bir yeri kastediyorlar. Diyarbakır’da camide görmedik. Bir şekilde olaya dahil olmuş. Onu da not olarak düşelim. 

Kemal Can: Tamam, o zaman bu açılım…

Ruşen Çakır: Bütün teoriler yattı. Tekrar baştan alalım. 

Kemal Can: Açılım vs. yattı. Güvenlikçi Soylu’yu oraya götürmüş yani. Belki Soylu değişecek. O da olabilir. Şimdi şunu söylemek istiyorum: Orada, Soylu meselesi üzerinden yürüyen hem tartışmalar hem sessizlik, aslında bir tür AKP içerisindeki MHP alerjisinin de büyüklüğünü ve gücünü gösteren bir şey gibi lanse edilemeye başlandı. Hatırla, Soylu meselesi tartışılırken bunun hemen peşine, yani belki vagon olarak bunun peşine eklenen bir şey hâline geldi. MHP’nin ittifakından kurtulma projesinin parçasına dönüştü. Dolayısıyla, Bahçeli buna da reaksiyon göstermek durumunda. O yüzden Soylu’ya destekten çok, ben bunların daha belirleyici olduğunu, Soylu’nun siyasî rolü üzerine Bahçeli’nin çok bir şey biçtiği ve Soylu’ya fazla yatırım yaptığı kanaatine –genel kanaat bu yönde ama–, ben ona başından beri biraz daha ihtiyatlı bakıyordum. Tersinin daha çok lüzumlu olduğunu, yani Soylu’nun Bahçeli’ye –ki hemen teşekkür etti zaten– daha fazla ihtiyacı var. Yani Bahçeli’nin Soylu’ya o kadar ihtiyacı yok. Ama Bahçeli’nin, Soylu’nun bu kadar kolay hırpalanması ve o hırpalanmanın içerisine MHP alerjisinin de şırınga edilmesine reaksiyon gösterme ihtiyacı var. Biraz meselenin bu tarafının gözden kaçtığı kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: Bu arada hırpalanma demişken, Sedat Peker hırpalamaya devam ediyor. Dün Twitter’da yaptığı paylaşımlarda, başka yerlerde de yapmıştır, ama ben Twitter’da takip ediyorum, acayip bir şeyler anlattı. Aslında bir zamanlar gündeme gelmiş olan “kayıp silahlar” meselesinin ilginç trafiğini anlattı. İsimler, yerler verdi. Verdiği isimlerden birisi, bunu büyük ölçüde doğruladı. Her ne kadar silah görmediğini söylese de, o saatlerde, o tarihlerde, o kişilerle bir yerden bir yere gittiklerini doğruladı. Fakat ben burada açıkçası şuna çok emin olamadım: Soylu bunu neresinde? Sanki bu, Soylu’nun dışında bir şeymiş gibi geldi bana, Sedat Peker’in bu anlattığı. Doğrudan AK Parti’nin Gençlik Kolları’nda görev yapan birtakım isimler –ki bir tanesi şu anda hâlâ aktif görevde–; Soylu diyor ama bu doğrudan sanki Erdoğan’ı ilgilendiren bir şeymiş gibi geldi bana. Tabii bugüne kadar yaptığı yolsuzluk, çökme vs. olaylarının gördüğü ilgiyi bunlar pek görmedi. Çünkü netâmeli konular. İşin içerisinde kalaşnikoflar, Özel Harp Daireleri vs. var. İlginçti dünkü yaptığı paylaşımlar. Açıkçası ben çok emin olamadım. Burada neyi nasıl yapmak istiyor? Bir kere, o adını verdiği kişinin doğrulamasından şurası anlaşılıyor ki, anlattığı olaylar büyük ölçüde doğru. Birtakım detaylarda birtakım sorunlar olabilir, ama doğru. Hatta söyledi ya? Eğer bunu yalanlarlarsa, şimdiye kadar söylediğim bütün her şeyi de yalan kabul ediyorum. Çok iddialı bir şekilde söyledi. Hani o klasik var ya? “Nereye varmak istemektedir?” Bu olay açıkçası benim kafamı karıştırdı. Kafam çok net değil. Burada ne yapmak istiyor? Burada Soylu bunun birinci derecede merkezinde mi? Yani şöyle bir şey mi tarif ediyor? Birileri birtakım silah trafikleri yapıyor, Soylu yapıyor ve Soylu bunlar üzerinden kendini Cumhurbaşkanlığı’na hazırlıyor filan… Bana çok abes geldi, karışık geldi.

Kemal Can: Evet, orada bir tuhaflık olduğu doğru. Ama bunu şeyle ilişkilendirebiliriz. Hatırlıyorsan birkaç tane uyarı yaptı, bu İzmir saldırısının sonrasında da yaptı, daha önce de yapmıştı. İşte birtakım “derin devlet”, bir süredir onlardan bahsetmiyor ama, birtakım “katliamlar yapabilirler”, işte hatta “sokaktan uzak durun” uyarıları yaptı.

Ruşen Çakır: Aleviler’i işaret etmişti.

Kemal Can: Aleviler’i işaret etti. Yani böyle, birtakım sivil saldırgan unsurların harekete geçirilebileceği, böyle birtakım odaklar, merkezler olduğu ve bu tür harekete geçirilebilecek bir potansiyelin varlığından bahsetti. Sonra da bu son paylaşımında, “15 Temmuz’dan sonra neden devam ettiniz buna?” gibi bir şey söyledi. 15 Temmuz sırasını mı kastediyor, öncesinde başlamış bir şeyden mi bahsediyor, orayı biraz muğlak bırakarak, sonrasında devam eden şeyin, Soylu’nun da parçası olduğu ama doğrudan merkezinde olduğu bir şey olarak anlatmıyor. Onun da var olduğu bir şey olarak anlatıyor. Şimdi bunları birbiriyle ilişkilendirince, bu tür bir komplonun altyapısını hazırlayan bir odağın varlığından bahsediyor. Ama yine burada ilginç olan, dediğin gibi kayıp silahlar meselesi ilk andan itibaren hep konuşulmuş, tartışılmış bir konu; burada yine Sedat Peker, kendisinin de içinde olduğu bir şey olarak anlatıyor bunu. Daha önceki olaylarda da, bilinen olaylarda, mesela Kutlu Adalı meselesi de öyle. Sonunda “Kardeşimi gönderdim” söylemine getirilen ve o yüzden de zaten karanlık bir cinayet olduğu bilinen, ama doğrudan bu işin içindeki birinin “Evet, öyle oldu” demesiyle yeni bir boyut kazanan hâdise. Bu da öyle… Üstelik de bu sefer 15 Temmuz gibi, çok kısa bir süre sonra yıldönümü olacak, hani bir tür tabulaştırılmak istenen, çok önemli, sembolleştirilmek istenen bir meseleyle ilişki kurarak bunu anlattı. Yani 15 Temmuz’la dolaylı bir ilişki kurmuyor. Doğrudan onunla ilgili bir başlangıç ifade ediyor. Bunlar önemli mevzular. Ama bunlar hakikaten, diğer çökmeler vs. mevzusu da bence aynı, ama bu, senin de söylediğin gibi, siyaseten ciddi şekilde rotayı ve pozisyonu genelleştiren bir tablo. Yani Soylu’dan daha büyük bir şeyi tarif eden bir durum açıkçası. 

Ruşen Çakır: Burada tabii şöyle de bir şey var. Orada anlattıklarından görüyoruz. Hatta doğrulayan kişi de söylüyor. Bir gaziye araba vermiş, ötekisine ev almış vs.. Belli ki 15 Temmuz Sedat Peker’in çok iddialı olduğu bir konu. Biliyorsun, değişik vesilelerle bunu dile getirdi. 15 Temmuz ve sonrasında, o şebekelerin içerisinde, gaziler, gazi ve şehit yakınları vs. oralarda kendine bayağı bir çevre de inşa etmiş. Bütün videolarında da hep onu yapıyordu. İşte, “Şehit yakınlarını ziyarete gittim, gazileri ziyaret ettim” filan… Şimdi haftaya, 15 Temmuz haftasına girdiğimizde, anladığım kadarıyla bununla ilgili yeni yeni birtakım başka şeyler de anlatacak. Çünkü orada, biliyorsun çok haber kaynakları var ve yeni yeni ekleniyor. Bayağı bir, yeni birtakım şeyleri dile getirecek olabilir.

Kemal Can: Zaten hatırlıyorsan, o paylaşımın hemen öncesinde, “Şimdi bak, ciddi konular konuşalım, tamam diğerleri…” filan gibi bir giriş yaptı. Genellikle, Sedat Peker bu tür süreçleri açtığında, bir kapı açtığında, biraz zemine bakıp ondan sonra bir yöne doğru ilerletiyor. Dediğin gibi, bu 15 Temmuz ve etrafındaki mesele üzerine, yeni bir şeyler de açacak bir giriş kapısı gibi duruyor. Ama dediğim gibi, odak karışıyor biraz. Ama zaten açıkçası, hatırla, iyice küçük bir merkezden başlamıştı. Neredeyse işte, “Pelikancılar” filan deyip, hatta Soylu’yu bile hedef almamıştı ilk çıkışlarında. Sonra böyle dalga dalga, çember çember olay genişledi ve aslında olay hep, merkezinde Erdoğan’ın olduğu ve aslında bir tür spiral gibi döne döne her şeyin ona ulaştığı bir şeyi kurguluyor. Bu çok açık. Bu aslında biraz önce tartıştık ya? Bu açılımlarda, pazarlıklarda, bir şey olacak mı olmayacak mı meselelerinde, hatta muhalefetin stratejilerinde bile hep Erdoğan’ı merkeze oturtma… Yani olasılıkların hepsinde, yaşananların hepsinde, hep merkeze yerleştirilen, onun etrafında dönen bir şey halinde tartışıyoruz. Aslında biraz problemli olmaya başlayan şey bu. Çünkü bu aslında, hem her şeyi sanki çözüyormuş gibi gösteren, ama sarmalı devam ettiren ve aslında hiçbir şeyin gerçeğini konuşmadığımız bir döngü yaratıyor. Böyle bir problem var. Siyasî ihtimalleri konuşurken de böyleyiz; karanlık ilişkileri konuşurken de böyleyiz, problemleri konuşurken de böyleyiz. Biraz bu döngünün dışına çıkabilerek konuşmak gerekiyor. Ama bu tür tartışmalar, kaçınılmaz olarak hep onu merkeze alan bir anafor yaratıyor. 

Ruşen Çakır: Bu son yaptığı, kayıp silahlar üzerinden anlattıkları, aslında ne zamandan beri insanların bir şekilde ürkerek dile getirdiği birtakım kaygıları da doğrulayan bir şey. Tek bir olay anlatıyor, ama Türkiye’nin dört bir tarafında, böyle birtakım trafiklerin olabileceğini de düşündürtüyor ve bu da çok ciddi bir mesele yani. Türkiye’nin içerisinde birtakım siviller, belli organizasyonlarla, oradan oraya silahlar taşıyorlar, saklıyorlar gibi bir hikâye… O da diyor ya, “Özel Harp Dairesi olsa anlarım”. Düşman işgaline karşı yapılan silahlanma, silah saklama olayı olsa, bir yere kadar bunun bir anlamı olabilir, ama bu kadar kutuplaşmış bir ülkede, bu olay aslında çok ciddi bir alarm nedeni yani. 

Kemal Can: Ama orada senin duyduğun şüpheyi haklılaştıran şöyle bir şey var. Hani o kendi söylediği şey var ya, “Korku iklimi lâzımdı, ben de onun için görev yaptım”. Acaba o görev devam mı ediyor, fikrini de düşündüren bir şey. Çünkü bu korku iklimini… Üstüne bir de Erdoğan’ın “Bırakamayız bunların eline” dediği bir şey var. Hemen onun devamında da, “Bakın, olmayacak, seçimle olmayacak, asla bırakmayacaklar” tartışmaları hemen yeniden gündeme geldi. Üstüne bu… Yani “Aslında korku iklimini sürdürme misyonu kim tarafından devam ettiriliyor?” şüphesini biraz düşünmek lâzım.

Ruşen Çakır: Tabii ama o meşhur lâf da var biliyorsun. “Paranoyak olduğun, takip edilmediğin anlamına gelmiyor”, Kemal. Onun için de, tamam korku iklimi yaratmak istiyor olabilirler, ama yine de bir yerden bir yere böyle garip garip kalaşnikoflar filan gidip geliyorsa, bunu da bilmekte yarar var. 

Evet. Noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı böyle noktalayalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler…

Kemal Can: İyi günler… 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.