Gomaşinen (51): Öncesi ve sonrasıyla El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırıları

Gazetecilik anılarımın 51. bölümünde El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de ABD topraklarında eşzamanlı gerçekleştirdiği intihar eylemlerini; buradan hareketle geliştirilen komplo teorilerini; ABD’nin 11 Eylül’ün ardından başlattığı “terörle savaşı” anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 51. bölümünde 11 Eylül 2001 saldırılarını anlatmak istiyorum. Tam yirmi yıl oluyor; yani çok az kaldı yirmi yıl olmasına ve o târihten bu yana çok şey değişti. Hatırlanacaktır; o târihteki en önemli slogan mottosu, Amerikan Başkanı OğulBush’un, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüydü. Gerçekten öyle oldu; ama yirmi yılın dökümüne bakacak olursak, hiçbir şey eskisinden daha iyi de olmadı — meselâ Afganistan. Afganistan’dan ABD ve diğer Batılı ülkeler çekiliyor. Ülkenin büyük bir kısmı yeniden Taliban’ın denetimine giriyor — tam bir hezimet. Yirmi yılın sonunda Irak hâlâ kendini toparlayamadı; Batılıların tâbiriyle “yıkık bir devlet”, başarısızlığa uğramış bir devlet, her an parçalanabiliri bölünebilir ve El Kaide’nin dönüşmüş hâli IŞİD tehlikesi, riski her zaman için var. Bunun örneklerini çoğaltabiliriz. İslâm dünyasına El Kaide ile mücâdele adı altında demokrasi götürme iddiasındaydı Amerikalılar –o târihte yönetimde etkili olan yeni muhafazakârlar– hiç de böyle bir şey olmadığını da görüyoruz. Her neyse, bu yirmi yılın dökümü; bir de o olayın o günü var. 

Dünyada her şey ne kadar değişti bilmiyorum, ama benim gazetecilik hayâtımda 11 Eylül çok şeyi değiştirdi. Gerçekten ilginç bir olay oldu; benim için bir tür dönüm noktası oldu. Çünkü ben 11 Eylül öncesinden îtibâren El Kaide üzerine çalışıyor, yazıyor, konuşuyordum ve insanlar da genellikle benimle dalga geçiyorlardı. Bunun doğru olmadığını, abarttığımı, komplolar vs.. Benim El Kaide üzerine kafa yormamın birkaç tâne nedeni vardı. Birisi, Afrika’da Amerikan büyükelçiliklerine yönelik El Kaide adına yapılan saldırı, Yemen’de Amerikan destroyerine yönelik saldırı, intihar eylemleri… Bir tarafta bunlar vardı, bir diğer tarafta da El Kaide’nin tabanını oluşturan ilk Afganistan cihâdında ortaya çıkan gönüllüler, bunlara “Afganîler” deniyordu. Bunlar büyük ölçüde Arap ülkelerinden, ama sâdece Arap ülkelerinden değil dünyanın dört bir tarafından, Afganistan’da rejime karşı savaşa giden Müslümanlar. Türkiye’den de çok kişi gitti; onların ölüm haberleri Türkiye’deki İslâmcı dergilerde yayınlanıyordu. Ve bunların oraya gitmesinde, o târihlerde başta CIA olmak üzere istihbârat servisleri –Pakistan’ın istihbarat servisi, birçok ülke, Suudi Arabistan– bayağı bir devredeydi ve El Kaide’nin temellerini aslında bunlar birlikte attılar. Burada öykü aslında şuydu: Bu gönüllülerin içerisinden bir tür şebeke oluşturmak. Bunu da yine kendisi gönüllü olarak oraya gitmiş olan Yemen asıllı Suudi Usame Bin Ladin –çok zengin bir âilenin çocuğu– organize etti; ama yalnız değildi. Dünyanın değişik yerlerinden, Mısır’dan ve başka yerlerden İslâmcılar onunla berâber hareket ediyordu. Afganistan’daki gönüllü savaşçı ya da onların tâbiriyle “mücâhit” olgusu başka yerlerde de karşımıza çıktı. Meselâ Keşmir’de, meselâ Çeçenistan’da, meselâ Bosna’da; hattâ Afrika’da Ogaden denen bir yerde. Buralara değişik yerlerden insanlar gidiyor, savaşıyor, kimisi ölüyor, kimisi yaralanıyor, kimisi ülkesine dönüyordu. Örneğin Cezayir iç savaşının ilk dönemlerinde rejime karşı silâhlı savaş yürütenlerin önemli bir kısmının Afganistan’da bir tecrübeleri olduğu bilgileri de çıkıyordu ve buradan bir şebeke oluşuyordu. 

Ben bunun üzerine bayağı kafa yoruyordum ve hattâ El Kaide üzerine bir kitap yazmaya karar vermiştim; fakat ilginç bir şekilde, yabancı medya veya bilimsel akademik yerlerde de bu konuda çok çok az şey bulabildim. Her türlü internet üzerinden aradım; yurtdışına gittiğim zaman kitaplara baktım; kütüphânelerde makale aradım vs.. Çok az şey buldum. Olanların büyük bir kısmı da çok üstünkörü, abartılı propaganda faaliyeti gibi kitaplardı; ama ne bulduysam aldım ve bir kitap hazırlamaya başladım. O sırada herhangi bir yerde çalışmıyordum, bir gazete ya da dergide ya da televizyonda çalışmıyordum; arada çağırdıkları zaman NTV’ye yorum yapıyordum. Esas olarak Metis Yayınları’nda, İstanbul’da Beyoğlu’nda “Siyahbeyaz” kitap dizisini yönetiyordum, editörlüğünü yapıyordum. Orada birtakım meslektaşlarımıza kitaplar yazdırıyordum ya da onların kitap önerilerini alıp, işimize yarayanları Haldun Bayrı’yla berâber Metis’te “Siyahbeyaz” dizisinde basıyorduk ve ben de El Kaide kitabını Metis’in “Siyahbeyaz” dizisi için düşünüp üzerinde çalışmaya başladım. Hattâ bu konuda bana yardımcı olabilecek dil bilen yardımcılar aradım. Özellikle yurtdışına çıkmış olan birtakım yazıların çevirisi, taranması vs.. Ve meselâ Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan bir kadın öğrenciyle görüştük; kabul edecek gibiydi, ama sonra olmadı ve bu arada 11 Eylül patlak verdi. 

Tabii burada ilginç bir olay var. 11 Eylül günü ben bir başka kitap üzerine çalışıyordum. O da, iş adamı Üzeyir Garih bir mezarlıkta öldürülmüştü; onun üzerine bir kitap yapmaya niyetlendim, ama olmadı o kitap; çünkü kafamda kurduğum şeyi gerçekleştiremedim, onun materyelini bulamadım. O kitap kapsamında, Üzeyir Garih bir Mûsevî olduğu için, Türkiye’de Yahudi aleyhtarlığının târihi üzerine bir görüşme ayarlamıştım Rıfat Bali’yle. Kendisini zâten tanıyordum, bir yakınlığımız da vardı. Rıfat, sağ olsun, o gün, 11 Eylül günü, benim Metis’in en üst katındaki küçük odamda ben teybi açtım Rıfat’la söyleşi yapıyorum, bir taraftan not alıyorum, bir taraftan kayıt yapıyorum. Bu arada Metis’teki arkadaşlara, “Sakın bizi rahatsız etmeyin, biz bir müddet buradayız” dedim. Cep telefonları kapalı; benim odada bir de küçük televizyon vardı, televizyon da kapalı. Biz Rıfat’la bayağı konuştuk; sonradan hiçbir işime yaramadı o konuşma, ama tabii ki bu arada Rıfat’la sohbetten çok şeyler de öğrendim, o ayrı, ama kitap olmadığı için bir işe yaramadı. Neyse her şey bitti ve telefonları açtık; baktım ki çok sayıda mesaj var: Kimisi SMS mesajı, kimisi de arayıp ulaşamayanların bıraktığı mesajlar. Sonra, Metis’teki arkadaşlarla konuştuk; onlar dedi ki, Metis’in santralinden de arayanlar olmuş. “Ne oldu ya?” falan dedim, “açsana televizyonu, haberin yok mu?” dediler. Televizyonu bir açtık ki: Meşhur İkiz Kuleler’e saldırı olayı. Neye uğradığımızı şaşırdık tabii; ama biz bunu yaklaşık bir saat sonra falan öğrendik. 

Herhalde o saldırılar tam biz sohbete başlarken olmuş; her neyse, bunun üzerine NTV’yi aradım, “Beni arıyormuşsunuz” diye. “Hemen atla gel” falan dediler. Yayına çıkacağım ve o sırada benim yayınevindeki odamda bir kitap vardı, Yossef Bodansky adlı bir Amerikalı’nın yazdığı, “Amerika’ya Savaş İlân Eden Adam” Türkçe başlığı, kapağında kocaman bir Usame Bin Ladin resmi olan bir kitap var. Ama kitap çok kötüydü; yani iğrenç ötesi bir kitaptı, her şeyi birbirine karıştırmış bir İsrail propagandası kitabıydı: Yani Hizbullah, PKK, El Kaide hepsi bir arada vs.. Verdiği bilgilerin çoğu yanlış, anlaşılması çok kolay; ama kitabın adı ve kapağı yeterliydi. Aldım kitabı gittim NTV’ye. NTV harıl harıl çalışıyordu; tabii 11 Eylül’de tüm dünyada haber merkezleri o durumdaydı herhalde. Hemen beni oturttular oraya ve işte, “Ne diyorsun? Kim yaptı?” vs.. Ben çok emindim El Kaide’nin yaptığına. “El Kaide yaptı” dedim. “Nereden biliyorsun?” falan… “Ya, zâten Usame Bin Ladin Afganistan’da açıklama yaptı, ABD’ye savaş ilan ettiğini. Zâten şuralarda şuralarda da bu saldırıları yaptı. Bakın işte kitap var, kitapta da yazıyorlar. İşte, Amerika’ya savaş açmış insan; zaten istihbârat bilgileri de geliyordu, Amerika’ya saldırabileceği yolunda rivâyetler de vardı; ama tabii bu olağanüstü bir olay, tabii ki bu kadarını herhalde hiç kimse tahmin edemiyordu; ama bu böyle bir örgüt” falan diye anlattım. 

Beni konuşturdular; ama yani bir taraftan da vardır ya? Hani “Anlat anlat heyecanlı oluyor” yaptılar. Çünkü şöyle bir mantık vardı insanlarda — yani bu çok ayrımcı bir lâf olacak, ben bunu kullanmak istemiyorum, ama aktaracağım için kullanıyorum. “Elin Arabı ne anlar böyle bir sofistike işten?” yaklaşımı vardı. Hattâ yayından çıktıktan sonra, NTV’de çalışan arkadaşlar arasında benimle dalga geçenler oldu; bir ara bir yerde biri çıkmış, bir internet sitesinde, kim olduğu belli olmayan ve tehdit eden biri. İşte onu gösteriyorlar, “Bak bu olay var, bundan haberin var mı? Sen El Kaide diyorsun ama, El Kaide diye bir şey var mı? Varsa bile bunu yapabilir mi?” Falan diye bayağı bir… hani şunu söyleyeyim: Kendimi yalnız hissettim; insanlar inanmadılar, inanmak istemediler — hâlâ inanmayan çok kişi var. Komplo teorileri var: “Amerikalılar kendi yaptı” diyenden, “Bunlar aslında gerçek değil” diyene kadar bir yığın şey var. Bu konuda kitaplar da yazıldı; komplo teorileri üzerine internet siteleri var, şunlar var bunlar var. Hattâ benim çok yakın bir arkadaşım –şimdi adını vermeyeyim– Türkiye’de önde gelen komplo teorisyenlerinden, ama çok eskiden beri tanıdığım bir arkadaşım beni aradı bir gün, telefonda “Ya” dedi, “sen böyle El Kaide diyorsun ama, öyle değil de şöyledir” falan… telefonda uzun uzun konuşuyoruz; ama çok sevdiğim, çok samîmî birisidir yani öyle kötü biri değildir. Ben de ona dedim ki: “Ya, iyi güzel diyorsun da, 19 kişi ne olacak? Hani 19 tâne intihar eylemcisi var, öldüler. Peki bu nedir?” dedim. Bana gayet içten bir şekilde, “Bak onu düşünmedim” dedi kapattı telefonu. Sonra, iki gün sonra aradı yine aynı arkadaş, dedi ki: “Sen bana demiştin ya, sormuştun ya? ‘19 kişiye ne oldu?’ diye. aslında 19 kişi yok” dedi. Konuşacak bir şey kalmıyor tabii; komplo teorileriyle tartışacak bir şey kalmıyor. 

Hâlâ ben, uzun bir süredir 11 Eylül üzerine, El Kaide üzerine yayınlarda konuştum, yazılar yazdım, hâlâ da yazıyorum, Medyascope’ta da çok yorum yaptım ve her seferinde, “Hâlâ buna mı inanıyorsunuz? Hâlâ bilmem ne mi?” diyorlar. Bu çok ilginç bir öyküdür. Tabii bu arada, yapmaya çalıştığım kitap yattı. Çünkü ne oldu? 11 Eylül’den sonra birdenbire, özellikle Amerikan Birleşik Devletleri’nde bir sürü El Kaide kitabı çıktı. Artık benim yapacak bir şeyim kalmadı, hiçbir anlamı kalmadı. Ânında birçok kitap çıktı; bâzıları çok iyi kitaplar, onların büyük bir kısmını alıp okudum. Bâzıları çok iyi kitaplar, ama önemli bir kısmı çok yalapşap yapılmış çalışmalar. Sonra bir anım var; burada geçen bir “Gomaşinen”de anlattım: Irak’a Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde günübirlik gitmiştim diye. Şimdi, uçakla gidiyoruz, Ahmet Davutoğlu’nun uçağında gidiyoruz; Davutoğlu ön tarafta bir yerde, biz bir grup gazeteciyiz. Bu gazetecilerin bâzıları iktidar medyası, o tarihte — ki onların en az iki tânesi sonra AKP’den koptu, şimdi Karar gazetesi çevresindeler, onlarla konuşup tartışıyoruz. El Kaide muhabbeti açıldı; yine her zaman olduğu gibi, 11 Eylül ve Irak söz konusu olduğu için; zâten Irak’a gidiyoruz. Irak yolunda ben anlatıyorum meslektaşlarıma –ki çoğu arkadaşımdı–; onlar bana, “Ya, bırak artık Ruşen. El Kaide mi var? El Kaide diye bir şey yok. İşte 11 Eylül çıktı, bilmem ne oldu” vs. diyorlar. Ben de bunlara, “Ya yapmayın, var, şu işte Kenya’da Tanzanya’da elçilikleri bombaladılar, Yemen’de şunu yaptılar, ben 11 Eylül’den önce kitap çalışıyordum vs. El Kaide falan şudur budur”. Sonra biz böyle tartışırken –ben onları iknâ edemiyorum tabii–, Ahmet Hoca geldi, Davutoğlu da yanımıza geldi; çok sever zâten muhabbeti her zaman. Ben dedim ki: “Ya hocam, arkadaşlara El Kaide’nin varlığını anlatamıyorum, kabul etmiyorlar; siz söylerseniz belki dinlerler” dedim. Dedi ki Ahmet Davutoğlu: “Ya, Ruşen Bey 11 Eylül’den önce El Kaide üzerine kitap hazırlıyordu; hattâ…” dedi “benim bir yüksek lisans öğrencime…” dedi. O bahsettiğim kadın meğer hocanın öğrencisiymiş. Yüksek lisans öğrencisiymiş; “Bir yüksek lisans öğrencim geldi, bana sordu. ‘İşte hocam, ben yüksek lisansı mı yapayım, yoksa Ruşen Çakır’ın bu teklif ettiği şeyi mi yapayım?’ diye sordu. Ben de ona, ‘Sen akademide kal’ dedim. O kitabı da sonra başka kimle yaptı bilmiyorum” diye o olayın da meğer bir tarafı çıktı, Ahmet Davutoğlu bunu söyleyince — ki zâten Davutoğlu El Kaide’nin varlığını tabii ki kabul ediyordu. 

Tabii bunun nedenleri konusunda, nasıl geliştiği konusunda farklı görüşler olabilir; ama El Kaide olgusunu kabul etmemek diye bir şey gerçekten akıl alır bir olay değil. Daha sonra da IŞİD ve her zaman yapılan, meşhur “ABD kendi yaptı, yok İsrail yaptı…” İşte, “11 Eylül saldırısı sırasında İkiz Kuleler’deki Yahudi çalışanlara önceden haber verildi” vs.. Bunlarla tartışılabilecek bir şey yok, bence El Kaide vardı, var, hâlâ var; çok önemli birtakım süreçlerin sonucunda ortaya çıkmış ve biz gazeteciler için çok ilginç bir olaydı, hâlâ da öyle. Zamânında çok istedim; birtakım yerlere, meselâ El Kaide’nin saldırdığı yerlere, Afrika ülkelerine, Yemen’e gitmek istedim; ama elimde imkânlar olmadığı için bunları yapamadım. Ve artık zâten El Kaide’nin yerini büyük ölçüde IŞİD aldı. Bir not da şunu düşmek isterim — daha önceki “Gomaşinen”lerde, ilk “Gomaşinen”lerde anlatmıştım: İstanbul saldırıları, El Kaide’nin İstanbul saldırıları. 11 Eylül’den sonra El Kaide’nin biliyorsunuz dünyanın değişik yerlerinde, özellikle Irak işgalinden sonra eylemleri oldu. Terör saldırıları, canlı intihar saldırıları, canlı bombaları, İspanya’da, İngiltere’de vs. değişik yerlerde oldu. Endonezya’da oldu, Kuzey Afrika ülkelerinde de oldu ve ben Türkiye’de de bir saldırı olabileceğini, El Kaide’nin Türkiye’de çok ciddî bir şekilde örgütlenmiş olduğunu, saldırı olabileceğini söylüyordum ve de orada da hep böyle bir dalga geçme modu vardı; ama onu da gördük: İstanbul saldırılarıyla El Kaide onları çok ciddi bir şekilde tekzip etti. Tabii bütün bunları söylüyorum ama, “Oho, sen hâlâ El Kaide mi diyorsun? Onlar şu İngiliz derin devleti, yok İsrail, yok Mossad” falan diyen çok kişi çıkacaktır; ama öyle değildi, bu El Kaide’ydi. Bugün IŞİD var, yarın belki bir başkası çıkacak; belki El Kaide ve IŞİD tekrar güç toparlayacaklar, çünkü bunların üzerinde şekillendikleri, yeşerdikleri zemin aynen duruyor; hattâ daha kötü bir şekilde duruyor. İslâm dünyası ve Müslümanların durumu her geçen gün daha kötüye gidiyor ve bunun sonucunda birçok psikolojik ve kültürel nedenle, ama en çok ekonomik ve siyâsî nedenlerle bu radikal arayışların sona ermesi asla mümkün değil; tam tersine radikalizm her seferinde… meselâ El Kaide Mısır ya da başka yerlerdeki birtakım radikal İslâmcı hareketlerin bir tür devâmı gibiydi, ama onları aşmıştı. IŞİD El Kaide’yi de aştı; her ne kadar 11 Eylül saldırısı gibi, o çapta bir saldırı yapmasa da, meselâ Irak ve Suriye’de Hilâfet Devleti ilânına kadar götürdü işi. 

Şimdi bundan sonraki süreçte onları da aşan birtakım yapılarla karşı karşıya kalabiliriz — umarım kalmayız, ama gerçekçi bir şekilde bakacak olursak kalacağımız âşikâr. 11 Eylül’den yıllar sonra Müge’yle beraber New York’ta o Ground Zero dedikleri İkiz Kuleler’in olduğu yeri de gördük ve orada ölenlerin, hayâtını kaybedenlerin isimlerin olduğu yeri de gördük — acayipti. Hattâ hangi yıldı hatırlamıyorum, 11 Eylül’ün bir yıldönümüne denk gelmişti, gidip bakmıştık. Ne hissettim? Ya, nasıl söyleyeyim? Her açıdan yazık; yani şöyle yazık: o insanlara yazık, o insanları ölüme götürenlere yazık ve dünyaya yazık. Sonuçta ölenler, öldürülenler… hepsi çekildi ve dünyada hiçbir şey daha iyi olmadı, hiçbir şey eskisi gibi olmadı, ama her şey daha kötü oldu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.    

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.