İktidarın çaresizliği, muhalefetin arayışları: Levent Gültekin & Ruşen Çakır tartışıyor

Çok sayıda Afganlının İran üzerinden yasadışı yollarla ülkeye girmesinin yarattığı sivil gerginliğin üzerine patlak veren orman yangınları Erdoğan iktidarının ne derece çaresiz olduğunu bir kez daha gösterdi. Muhalefet kanadındaysa ana gündem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak adayın kim olacağı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Gazeteci Levent Gültekin ile Türkiye’nin gündemini, iktidarı ve muhalefeti ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına adaylığı beklentisinin artmasını konuşacağız. Levent, merhaba.

Levent Gültekin: Merhabalar, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: İyi yayınlar hepimize. Önce şunu bir konuşalım: Geçen Halk TV canlı yayınına bir saldırı oldu. Senin de düzenli yorumcu olduğun bir kanal ve hatta sen de bir kere yayına giderken Halk TV’nin önünde saldırıya uğramıştın. Onun bir başka versiyonu ve canlı yayın sırasında olması. Ne diyorsun? Yani ne diyeceğini tahmin ediyorum da, yine de bir konuşalım.

Levent Gültekin: En azından evet. Ya, şimdi iktidar mensupları ya da o çevre her kimse, gemi azıya aldı diyebiliriz. Kendi medyaları izlenmiyor takip edilmiyor; artık insanlar onlara kulak vermiyor. Muhalif medya dediğimiz, işte Medyascope var, Halk TV, işte, birkaç tane kanal, birkaç tane internet sitesi, hem izlenirlik hem de etki açısından baktığımızda çok ciddi bir anlamı var. Bunu başka türlü susturamıyorlar; bir taraftan kaba kuvvetle susturacaklarını zannediyorlar; baskıyla, tehditle, şantajla, mahkemeyle veyahut sokak saldırılarıyla… Anlamadıkları bir şey var. Bu, aslında sana –Medyascope’a yapılan da, bize yapılan da, bana yapılan da– bu, medyaya yapılan bir saldırı değil; bu, kamuoyunun ve toplumun gerçekleri öğrenmesini engellemeye dönük bir çaba. Medyascope’un son zamanlarda hedef olmasının altında bu yatıyor, Halk TV’ye yapılan saldırıların altında bu yatıyor. Hem ülkeyi yönetemiyor, felâket bir tablo var her açıdan baktığımızda; ekonomide yangın da… ki zaten o acı tablonun ortay çıkma sebebi, bizim canımızı yakan o tablonun ortaya çıkması, yetersizlik dediğimiz kısım. Eh diğer, ekonomi öyle, mülteci meselesi öyle, her alanda büyük bir dağınıklık var; bir tarafta da toplumun ve kamuoyunun bunu görmesini, bilmesini, duymasını istemiyorlar. Bunu da, ancak zannediyorlar ki, “Tehdit ederiz, bağırırız, çağırırız, saldırırız, hatta döveriz, hatta öldürürüz. Böyle yaparsak insanlar susar” sanıyorlar; ama bence büyük bir yanılgı. Bu bir meydan okuma değil; tekrar söylüyorum — daha önce bana yapılan saldırıda da söylemiştim: Ne senin tavrın, ne Halk TV’nin, bu bir meydan okuma, bir savaş değil; bir kavga etmiyoruz. Bu bir sorumluluktur, bu bir ülkeyi sevmektir; ülkedeki yazarlığın, gazeteciliğin meslekî sorumluluğu yerine getirmektir bu. Baskı ile ortadan kaldırılamaz. İktidar sadece belki kendini kandırabilir, belki bir süre bir miktar korku yayabilir. Ama artık o korkuyu da yayamadığı kanaatindeyim. Bir şey olacağını zannetmiyorum; ama ülkeye biraz zarar veriyorlar. Kamusal alanı biraz daha tehdit ediyorlar.

Ruşen Çakır: Bu arada sizin Murat Sabuncu ile yaptığınız yayında bize yönelik saldırılarda verdiğiniz destek için tekrar hem ben ve hem de Medyascope olarak teşekkür edeyim. Şimdi başlığı, “İktidarın çaresizliği, muhalefetin arayışları” diye verdik; sen de, Halk TV’ye saldırıda da bahsettin zaten. İktidar tam bir beceriksizlik ya da yetersizlik içerisinde. Şimdi çok konu var tabii de; ekonomiden bahsettin, ama ekonomi zaten eskinin meselesi. Şu anda gündemde iki temel konu var sanki ya da en önemli konular: Birisi, her ne kadar şu anda çok şükür kontrol altına alınmış gözükse de orman yangınları — ki orada iktidarın çaresizliğini bayağı bir gördük; bir diğeri de Afganlar meselesi. Yani genel olarak bir mülteci meselesi vardı; üzerine Afganlar meselesi eklendi. Önce yangınla başlayalım istersen. O süreçte senin de demin söylediğin gibi yetersizlik, beceriksizlik, çaresizlik var; bunu aşamadığı için de göstermeye çalışma var. Sen bu süreci nasıl yorumluyorsun? Neler, Çok olay yaşandı tabii; sivil toplumun çok büyük gayreti, bakanların bir acayip açıklamaları, Erdoğan’ın çay fırlatması vs.. böyle bir garip, hani gerçeküstü, “distopik” diyorlar ya? Distopik bir süreç yaşadık maalesef bu arada.

Levent Gültekin: Arka planla ilgili biraz bilgilerim var; onları da paylaşayım yayında, ama önce birkaç şey söyleyeyim: Bu yaygın uçakları meselesindeki bu kadar belirgin bir acziyet durumunun biraz arka planını biliyorum Ruşen; onu kendi arkadaşım üzerinden anlatacağım birazdan. Şimdi iktidarın dağınıklığının nedenini hepimiz konuşuyoruz, biliyoruz: Tek adamlar böyle. Tayyip Erdoğan’ın ağzına bakıyorlar; o bir şey söylerse iş yapabiliyorlar, o bir şey söylemezse… Onun da ilgi alanları çok sınırlı. Yani Türk Hava Kurumu’nun ne durumda olduğunu takip edebilecek, hem o odak meselesi, yani dikkat kesilme durumunda değil, hem de o kadar çok kendi mevcut iktidar pozisyonunu korumak, iktidarın aritmetiğini sürdürme çabasına enerjisini harcıyor ki, ülke yönetmeye hem enerjisi hem de dikkati kalmıyor. Bir taraftan MHP’yi idare etme, bir taraftan oy oranlarını koruma, bir taraftan muhalefeti birbirine düşürüp kavga ettirme, bir taraftan bütün adamın enerjisinin %90’ını “Ben varlığımı nasıl sürdürürüm, iktidarı nasıl devam ettiririm?”e harcadığı için, ülke yönetimi bütünüyle büyük bir felâket içerisinde; ama her alanda. Bu sadece yangın meselesi değil; ekonomi de böyle, göç krizi de böyle, tarımda da böyle. Herhangi bir sorunun üzerine bir dakika odaklanalım: Bir maske dağıtımında da yaşadığımız krizin kaynağında ne varsa, uçak yokluğu krizinin kaynağında da aynı şey var. İlgi yok; ilgi ülkenin meselesini çözmeye yönelik değil. Bu bir kere temel bir sorun. Ama benim arka planda bildiğim başka bir şey var. Benim çok eski, yakın bir arkadaşım, dostum, bundan birkaç ay önce, eski bir arkadaşım, bundan altı ya da sekiz ay önce, belki bir yıl da olmuştur, Türk Hava Kurumu’na kayyum olarak atanmıştı. Ondan dinledim “Ne oluyor, niye bu böyle? Nasıl olabilir?” diye. Diyor ki orası bambaşka bir kurum. Kayyum olarak atandığında, Ruşen, altı korumayla geziyordu. Bildiğin altı tane büyük silahlı koruma ile geziyordu. Çünkü orada çok bambaşka bir yapı var kurum olarak. Öyle rüşvetler, öyle paralar, öyle ilişkiler dönüyor ki aklım hayalim duruyor. “Oradaki,” diyor, “birine, yöneticilere, adını vermeyeyim birine diyor ki — benim çok da yadırgadığım bir şey, şaşırdım; yahu bu nasıl olabilir bu kadar rüşvet? “Bak, görünüyorsun. Bu kadar para almışsın, bu kadar para dolaşıyor ortalıkta.” Adam şöyle cevap vermiş: “Bu bina ben geldiğimde yoktu, şu yoktu ben geldiğimde, şu yoktu ben geldiğimde, eh bunların bir bedeli var.” Dedim ki diyor: “Yahu arkadaş, maaş alıyorsun ya? Daha ne bedeli?” —“Maaşlar için insanlar bu kadar uğraşmaz” demiş, sadece maaş için. Şimdi böyle inanılmaz bir yapı var. İktidarla da biraz anladığım kadarıyla cebelleşen, kavga eden, kendilerine bağımsız bir kurum havası veren… Mesela uçak kirası diyelim yüz bin dolar, bunlar iki yüz yapıyorlarmış; yüzü paylaşıyorlarmış. Buna benzer şeyler. Şimdi kayyumu atamışlar; benim o arkadaşımı koymuşlardı. Üç ay sonra ayrılmak zorunda kaldı, dedi ki: “Can güvenliğim yok, inanılmaz tehditler alıyorum ve iktidar da beni hiç korumuyor, öyle bir dertleri de yok. Beni koymuşlar, git orayı çöz diye. Ben nasıl çözeyim tek başıma? Korkunç bir şey” diyor. Muhtemelen orada şöyle oluyor: Tayyip Erdoğan birine veriyor görevi, “Git orayı düzelt” diye. O da gidiyor, bakıyor ki gücü yetmiyor, ipe un seriyor, zamana yayıyor. Tayyip Erdoğan’ın aklında Türk Hava Kurumu mu var? Memleket zaten yok ki Türk Hava Kurumu olsun, dönüp bir daha bakmıyor. Ne zaman bir kriz patladığında, “Yahu niye düzeltmediniz burayı?” diye dönüyor; yeniden birini koyuyorlar, o kriz ânında diyelim, çözsün diye. O bir daha başlıyor kendince. O bir daha unutuluyor. Muhtemelen o gelen kayyumun gücü yetmiyor veyahut risk almıyor veyahut o iradeyi, kararlılığı, cesareti gösteremiyor, bir şekilde yol almıyor. Bunun sonucunda dediğim gibi orada uçaklar bir inatlaşma sonucunda, “Ha, böyle mi? O zaman kiralamıyoruz sizden uçağı, gidiyoruz Rusya’dan kiralıyoruz. Böyle mi yapıyorsun?” diye, oradaki o para çarkını çözemedikleri için, karşılıklı bir inatlaşmadan çıkamadıkları için böyle bir şey. Ama dediğim gibi, bu bir iktidar için mazeret değildir. İktidarın görevi sonuçta bu sorunları çözmektir; ilgilenmiyorlar, odakları başka bir yerde, korkunç bir tablo var. Şimdi yangın… dünyanın her yeri yanıyor. Bizim asıl meselemiz: Yahu, bir ülkenin nasıl bir tane uçağı olmaz? Bir tane ya! Hani bir tane uçak kaldıracak durumu yok. Yok bilmem kaç helikopter aldık… Bu aslında iktidarın ne kadar döküldüğünü gösteriyor; bir sürü göstergesi var da… Ama bir tane, 86 milyonluk bir ülkenin bir tane –hele böyle Akdeniz havzasında yaşıyorsun, ülkende önemli orman alanları var, her sene yangın tecrübesi geçiyorsun, öyle felâketler… – böyle bir ortamda bir tane uçak! Orayı düşünmüyor olman, onu dert etmiyor olman… zaten ülkeyi dert etmiyor. Bunu bize bir kere daha gösteriyor. Korkunç bir dağınıklık var. Erdoğan artık memlekette şu sorun çözülmüş, bununla değil, bir taraftan Süleyman Soylu sorununu çözemiyor, oraya odaklanmış vaziyette, MHP’yi küstürmeden onu nasıl çözebilirim çabası içerisinde. Bir taraftan oy oranlarında bir erime var; ama hani bir türlü yakalayamıyor kendine olan güveni. Bir tarafta ekonomide ciddi bir daralma var; hani orada onu şey yapamıyor. Bütün bunları alt alta topladığımızda, korkunç bir dağınıklık ve yönetilmeme krizi var Türkiye’de.

Ruşen Çakır: Şimdi bu Afgan meselesi burada bir bonus gibi oldu sanki; bir derdi yokmuş gibi ülkenin, ama Afgan meselesinde çok ciddi bir şekilde zaten Suriyeli mültecilerle var olan, yeşermiş olan olay –sivil tepki diyelim, rahatsızlık– yer yer çok sert üslûplara da vardı, bunu iyice tetikledi. Yani iktidarın içinde de var, muhalefetin içinde de var. Mesela Bolu’daki CHP’li Belediye Başkanı’nın yaptıkları bambaşka bir örnek; ama birçok farklı kesimde, farklı dozlarda şeyler var. Burada da sanki hani, iktidar ilk başta öyleydi, hani “İran’dan geliyorlar, nasıl bütün sınırı denetleyebilsin ki?” vs. diye başlayan husus, göz yumma meselesine doğru evrildi sanki. Bir de bu gelenlerin büyük bir kısmının Amerikan işgal güçlerine yardımcı olan ve onların bilgisi dâhilinde çıkartılan insanlar olduğu, askerler olduğu iddiası falan da eklendi. Ne diyorsun? Bu olayın iki tane boyutu var: 1) olayın kendisi var; burada devlet yetersiz mi, bayağı bir kaçakçılık sektörü oluşmuş durumda, biliyorsun; 2) aynı zamanda bir de olayın sivil boyutu var, çok ciddi. Biz de o yüzden bayağı bir… zaten bize yönelik kampanyanın ilk başlangıcı oradan oldu biliyorsun. Hani sanki onları Afganistan’dan biz çağırmışız gibi…

Levent Gültekin: Para veriyorlar “Mültecilere sesinizi çıkartmayın” diye, boşuna vermiyorlar parayı.

Ruşen Çakır: Evet, öyle bir şey. Kabak bizim başımıza patladı ama, neyse, ne diyorsun?

Levent Gültekin: Ben göz yumulduğunu düşünmüyorum; tam tersine, aleni bir şekilde yapılan bir şey var. Bence devlet isterse o kamyon kamyon mülteci akınını en azından görünür olmaktan uzaklaştırabilir. Ben Halk TV’deki programımda da söylemiştim; belki tekrar izleyenler tekrarını duymuş olacak. Biraz bunu kasten yaptığını düşünüyorum. Yani biraz Batı’daki jandarmalık görevinin kendine yüklediği anlamı Batı’nın görmesini… Gözüne sokuyor. “Ben olmasam size büyük bir mültecilik akını olacak, ben burada jandarmalık yapıyorum. Görüyorsunuz, bak, akın akın insanlar geliyorlar. Eğer beni desteklemezseniz, ben gidersem –destekten kastım da maddî, ekonomik, kredisi, siyasî anlamda meşruiyet–, bütün bunları sağlamazsanız, ben gidersem, başınıza iş açılır, mülteci akını size gelir.” Bir tanesi bu. Diğer bir tanesi, benim o çevrelerden aldığım — bu Afganistan’da biraz, biliyorsun, Özbek General Dostum taraftarları var, onlar büyük bir can tehlikesi altında, onlar Türk, biliyorsun, Afganistan’daki Türkler. En çok onlardan akın ediliyor. Muhtemelen onlar anlaşmalı, Raşit Dostum da burada, biliyorsun. Bildiğim kadarıyla Ankara Gölbaşı’nda bir evi var — herhalde orada koruma altında.

Ruşen Çakır: Arada gidip geldiğini biliyorum da, şu anda burada mı bilmiyorum.

Levent Gültekin: Ben burada yaşadığını duydum en son. Zaten bugün Taliban onun ofisini ele geçirmiş, üniformasını da giyerek poz vermişler. Şimdi benim aldığım bilgi, Afganistan’daki Türkler çok büyük tehdit altında, Taliban onları bütünüyle öldürmek, yok etmek istiyor diye. Raşit Dostum’un burada ağırlanması ve onun taraftarlarının buraya transfer edilmesi. Sayı kaç? Kimse bilmiyor. Şimdi bu korkunç bir sorun. Yani bu mesele sadece bir ırkçılık meselesi değil, bu bir göç meselesi değil; bu, “Üç tane yabancı geliyor, onlara saygılı olacak mıyız olmayacak mıyız?” değil. Bu çok başka bir noktaya doğru gidiyor. Bu toplumsal çatışmayı ayyuka çıkaracak bir noktaya doğru gidiyor, içeride zaten var olan sorunlarımızın, çözemediğimiz sorunların üzerine devasa bir sorunun binmesi anlamına geliyor. Dahası Ruşen, mülteci sorununun tamamını toplumun sırtına bindirmiş devlet. Şimdi ne benim sırtımd,a ne senin sırtında, ne yazarların gazetecilerin. Mahalledeki gariban insanın sırtında. Komşuluk anlamında sırtında, işsizlik anlamında sırtında. Onun getirdiği, diyelim ki yozlaşmayı, tarz, üslûp, yaklaşım, kavga kültürü, kültür yabancılaşması… bütün bunları hazmedecek bir göçmen politikası yok devletin. Bütün yükü halkın sırtına bindirmişler; onun neden olacağı bir çatışma var. Biraz önce söylediğimiz gibi, Türkiye Erdoğan’ın umurunda olmadığı için orayı da dert etmiyor. Nasıl ki muhtemel bir orman yangınına bir uçak ihtiyacını aklının ucuna getirmiyorsa, muhtemelen gelebilecek bu kadar göç akınının, bu kadar mültecinin bu ülkede çıkaracağı tahribatı da uzunlamasına düşündüğüne ihtimal vermiyorum. Anlık kararlarla, kim bilir neyin pazarlığı yapıldı? Neyin karşılığında? Amerika ile bir al-ver mi oldu? Bir pazarlık mı yapıldı? Veyahut MHP’nin, “Oradaki Raşit Dostum üzerinden Türkler’i almamız lâzım,” diye bir talebi mi var? Veyahut bunların ümmetçilik gibi saçma sapan, o hamâsî yaklaşım üzerinden kurdukları bir diyalog mu? Şimdi diyelim ki on yıl önce Türkiye’nin en temel sorunu terördü, sonra ekonomiydi; bunlar çözülmediği halde yepyeni devasa bir sorunumuz var: Mülteci sorunu. Bu, ırkçılık veyahut mülteci taraftarlığı arasına sıkıştırılmayacak kadar büyük bir sorun. Tartışmak, konuşmak, çözüm üretmek, tavır almak gerek. Bir ülkenin kaldırabileceği bir sayı vardır. Üç müdür, beş midir, on milyon mudur, elli milyon mudur? “Abi, bütün dünya gelsin, Afrika da gelsin, Somali de gelsin, Afganistanlısı da gelsin” diyemeyiz. Tekrar söylüyorum: İktidar varlığını sürdürebilmek için Türkiye’nin bütün değerlerini… mesela diyelim ki özelleştirme: Ekonomiye, paraya ihtiyacı var, satıyor. Katar’a arsa satıyor, yol satıyor, işte, Kanal İstanbul’u satıyor. Niye? Çünkü para gelecek. Öbür taraftan “O parayla bir şekilde ekonomi çarkını döndürürüm, iktidarımı sürdürebilirim” diye. Aynı şeyi bu sefer de mültecilere yapıyor. “Ne kadar çok mülteci gelir, Batı’yı ne kadar çok tehdit ederim, Batı’dan ne kadar çok siyasî ve ekonomik destek alırım? O kadar varlığımı sürdürürüm.” Peki varlığını sürdürdün diyelim, beş yıl daha. Peki sonunda nasıl bir tahribat? Orayla ilgilenmiyor, sonuç diye bir şey yok. Önemli olan sürdürmek.

Ruşen Çakır: Bir de şey, şöyle bir boyutu var — ki ikincil kalıyor tabii de: Bir taraftan da Kâbil havaalanını korumaya gönüllü oldu Türkiye ve koruyacak. Kimden koruyacak? Büyük ihtimalle Taliban’dan koruyacak. Bir yandan Taliban’dan kaçan binlerce, on binlerce, ya da sayı kaçsa, insana ev sahipliği yaparken, bir diğer yandan da Kâbil’de havaalanını üstleniyor ve “Muharip güç değiliz” diyor. Ama orada o kadar stratejik değeri olan bir havaalanını Taliban herhalde elde etmek isteyecek ve orada olayın bir ikinci boyutu da olacak, gelecek zamanla. Ama tabii şu andaki en önemli mesele, Türkiye’deki bu husus ve senin söylediğin o mesele çok önemi. Batı nezdinde yitip giden meşruiyetini… yani Batı Erdoğan iktidarından ne istesin? Verebilecek pek bir şey kalmayınca, o her ne kadar ‘biz böyle bir şey olmayız’ diyebiliyorsa da, peş peşe açıklama yaptılar. Amerika’da ABD’nin resmî açıklaması vardı ya? Hani üçüncü ülke açıklaması. Onun üzerine, işte, “Türkiye mülteci kafesi değildir, olmayacaktır” vs. dediler. Ama sonuçta İran’dan geçiyor, Türkiye’ye giriyor, Türkiye’den öteye gidemiyor. Türkiye’den öteye gidemediği gibi, muhtemelen yollanmak istense İran’a da geri gidemeyecek. Ve sonuç olarak hakikaten fiilen kafes hâlinde kalacaksın ve belki en fazla bunun üzerine biz gidersek, “Muhalefet gelirse bunlar başınıza bela olur” diyecekler — ki diyorlar herhalde. Bir diğer yandan da, bunun üzerinden ekonomik kazanım elde etmeye çalışacaklar — ki yıllardır Suriye meselesinde böyle oldu.

Levent Gültekin: Şimdi Taliban meselesinde şöyle bir şey var. Biliyorsun Taliban’ın hâmisi Pakistan. Pakistan Başbakanı, benim bildiğim Tayyip Erdoğan’ın belki de en yakın dostlarından biri. Hem kapı olarak, hem bu İslamcılık, ümmetçilik üzerinden kurdukları bağ, neredeyse hemen hemen aynı. Muhtemelen Erdoğan –muhtemel değil, bunu biliyoruz–, Erdoğan Biden ile görüşmek için havaalanını ortaya attı. Yani o bir görüşmenin rüşvetiydi. Çünkü teklif, o zaman da biliyoruz, Türkiye’den gitti. “Siz çekiliyorsunuz, havaalanını biz şey yapalım” diye. Şimdi muhtemelen Erdoğan şöyle düşünüyor: “Ben Taliban ile anlaşırım. Taliban’a derim ki: ‘ya beni bir işgal gücü olarak görme’”…, yani bu Pakistan Başbakanı zaten o tip işlere bir aracılık yapar, bizim dost. Öyle demişti ya? Tayyip Bey’in yaptığı açıklamada: “Taliban ile bizim inanç olarak baktığımızda bir farkımız yok” diye. Aslında şunu demek istiyor: “Bizi işgal kuvveti olarak görme, biz oraya işgalci olarak gelmiyoruz. Senin adına jandarmalık görevi yapacağız, bizim seninle bir alıp veremediğimiz yok. Orada güvenlik sağlayalım, uçaklar rahat insin çıksın, kalksın, işte, Amerikalı pilotlar gitsin, bürokratlar rahatça hareket edebilsinler. Biz orayı koruyalım” diye. Şimdi o demin dediğimiz gibi aynı, hepsi, o meşruiyetini kaybettiği, yani demokrasiyi askıya almanın, hukuku ortadan kaldırmanın, otoriter rejim kurmanın bir faturası vardır o iktidarlara. O iktidarların meşruiyetini… nasıl ki diyelim Suudi Arabistan yurtdışına yatırdığı paralarıyla kendi krallığının dünyada sorun olmasını engelliyorsa, meşruiyetini öyle elde ediyorsa, veyahut diğer Ortadoğu ülkelerinin her biri. Saddam’a yıllarca Amerika niye göz yumuyordu? Çünkü onun jandarmalığını yapıyor; Ortadoğu’da onun isteklerini yapıyordu, o yüzden diktatörlük onun için sorun değildi. Ya da diyelim ki Esad’la niye otuz yıl boyunca ses seda çıkmadı? Çünkü bir anlamda, “Tamam abi, ben senin emrindeyim, ne istiyorsan yapıyorum, ben durayım burad,a ama senin işlerini yapayım”. Türkiye de ne yazık ki o duruma geldi, otoriterliğin faturasını Erdoğan Türkiye’ye ödetti. Kendi ödemiyor. Demokrasiyi ortadan kaldırmanın faturası var; hukuku yok etmenin zaten içeride bir faturası var, bir de dünyadaki meşruiyet krizini yaratma açısından bir fatura var. O meşruiyet krizini toplumun sırtına yüklüyor, ekonomide ödetiyor, mülteci krizinde ağır bir şekilde ödetiyor. Her alanda biz çocuklarımızın geleceği ile, varlıklarımızla, yoksul insanların hayatıyla, çocuklarımızın askere yurtdışına gitmek gibi hayatıyla Erdoğan’ın tek adam rejimini finanse etmek. Canımızla malımızla paramızla o sırf iktidarda kalsın diye bütün zorlukları çeker durumdayız.

Ruşen Çakır: Evet, muhalefete gelelim o zaman. “Muhalefet Türkiye’yi esenliğe kavuşturacak mı?” diye zor bir soru sorayım. Şaka bir yana; Kemal Bey, Kemal Kılıçdaroğlu HaberTürk yayınında açık bir şekilde, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adayı olmalarını istemediğini beyan etti. Bu aslında bildiğimiz bir şeydi; ama ilk defa bu açık ve net bir şekilde –yanılmıyorum, değil mi?– bunu koydu. Şimdi bugün Murat Yetkin bir yazı yazdı. Yazıda meâlen, “Onların herhangi birisi –ikisi birden olacak değil tabii– eğer cumhurbaşkanı adayı olursa, belediyelerin AKP’ye teslim edilmesi söz konusu olur” dedi. Bu tabii ki olayın bir yönü; ama bence –sen de galiba benzer düşünüyorsun– esas mesele daha siyasî bir mesele. Yani burada benim gördüğüm, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinin aday olmak istemesi giderek daha fazla öne çıkıyor sanki. Ne dersin?

Levent Gültekin: Hayır, ben ikisine de değil; hem Murat Yetkin’in yazısına katılmıyorum.

Ruşen Çakır: Hem de bana katılmıyorsun. O zaman program burada bitmiştir Levent, bana katılmıyorsan niye geliyorsun kardeşim ya? 

Levent Gültekin: İzleyicilerimizin şuna dikkatini çekeyim…

Ruşen Çakır: Şöyle diyebilirsin: “Haklı olabilirsin ama…” falan de bari.

Levent Gültekin: Şimdi izleyicilerimizin bir konuya dikkatini çekeyim: Bundan sonra yapacağım yorum bu konuyla ilgili yapacağım yorum, sadece yoruma değil bilgiye de dayanıyor. Bilgilerimin kaynağını vermek istemiyorum; ama hakikaten bilgiyle konuşuyorum. Şimdi, Kemal Bey’in o çıkışının nedeni, “Belediye başkanlıklarını kaybederiz, Erdoğan’ın eline geçer” gibi bana göre komik bir gerekçe olamaz. Niye komik diyorum onu söyleyeyim. Şimdi düşünsene: Türkiye’yi Erdoğan’ın elinden alma ihtimaliniz var, ama siz İstanbul Belediyesi ya da Ankara Belediyesi’ni çok daha önemsiyorsunuz. 2023’ü Erdoğan kazandıktan sonra, İstanbul Belediye Başkanı’nın kim olduğunun ne kıymeti varmış ki? Muhalefet herhalde yaşadığımız tahribatın, yaşadığımız yıkımın, yaşadığımız felâketin farkında değil. Ben de konuştum siyasî liderlerle; onlar da bana benzer şey söyledi — görünürde benzer, ama bizim asıl sohbetin arkasından aldıklarımız başka. Sonra, diyorlar ki: “Hep belediyeleri kaybederiz böyle durumda.” Ben de, “Kaybetseniz ne olacak ki? Diyelim ki 2023’te cumhurbaşkanlığını alamadınız. Belediyenin kim olduğunun ne anlamı var? Adam zaten mahvetmiş ülkeyi; ülke gitmiş, İstanbul Belediyesi’ni mi düşüneceğiz?” diye. Peki oradaki asıl neden şu, asıl nedeni söylüyorum. Millet İttifakı’nda bir rahatsızlık var; bu çok belirgin bir rahatsızlık. O rahatsızlık şuradan — şimdi hak da veriyorum, hatta geçen yayında seninle yaptığımız programda ben “Ekrem İmamoğlu elini taşın altına koymuyor” dedim; gelen yorumlara baktım, biraz tepki var o konuda. Orada aslında kendimi ifade edemedim, “elini taşın altına koymuyor”dan kastım şuydu: Şimdi siyasî liderler şöyle düşünüyor Ruşen — Meral Hanım’ı örnek veriyorum: Gidiyorum, saldırıya uğruyorum, şehir şehir dolaşıyorum, hedef halindeyim, kapı kapı dolaşıp her türlü riski alıyorum; fakat anket şirketleri ve bazıları bize iki kişiyi aday olarak dayatıyor. “Peki bu adaylar ciddi anlamda bir cumhurbaşkanlığı için elini taşın altına koymuyor” cümlem buna dönüktü. Ciddi bir siyasî çalışma yapıyorlar mı? Hayır. Bu durum Millet İttifakı’nda bütün parti liderleri açısından şöyle bir rahatsızlık oluşturmaya başladı: “İki isimse aday, o zaman biz niye çalışıyoruz ki? Biz parti başkanı olarak ne diyoruz seçmenimize? Niye kapı kapı dolaşıyoruz, ne diyoruz?” Eğer adayları kamuoyu belirliyorsa ve bu iki isim Mansur Yavaş veyahut Ekrem İmamoğlu ise; anketlerin gösterdiği gibi eğer bu iş bunlarla olacaksa, o zaman başka bir şey çıkıyor ortaya diye. Rahatsızlık biraz buradan. Ben Kemal Bey’in çıkışının Millet İttifakı’ndaki o rahatsızlığı ortadan kaldırmaya dönük olduğunu sanıyorum. Millet İttifakı çatırdamasın, bu adaylık krizine erken kurban gitmesin diye bunu engelleme çabası gibi görüyorum — birincisi bu. Kendi adaylığını da şöyle görüyorum: Kemal Bey ne kadar güçlü bir şekilde adaylık sinyali verse de, gerçek anlamda bunu düşünmediğini hem biliyorum, hem de düşünüyorum. Niye? Tekrar söylüyorum: Kemal Bey’in amacı Millet İttifakı büyük bir krize girmesin. Bunun yolu, kamuoyu nezdinde iki aday üzerindeki beklentiyi kırmak. Bunu kırmanın yolu: 1) Güçlü bir şekilde kendini ortaya atmak, ben varım pozisyonunu yaratmak; 2) “Belediyeleri kaybederiz aman!” diyerek belediye başkanlarının önünü tamamen kapatmak. 

Ruşen Çakır: Peki, kim olacak o zaman?

Levent Gültekin: Şimdi kimin olduğu önemli değil.

Ruşen Çakır: Sen mi olacaksın? Bana soranlar var; “Levent yine aday olacak mı?” diye soranlar var. Onu da sorayım bu arada.

Levent Gültekin: Ya, bu adaylık meselesi.

Ruşen Çakır: Biliyorsun ben yaktım seni geçen sefer.

Levent Gültekin: Ya, vallahi sen yaktın. Arka planı yazacağım daha. Bir gün gelecek senin o işi nasıl organize ettiğini anlatacağım orada. Benim adaylık meselem değil. Bu bak, tekrar söylüyorum Ruşen: İnsanlar anlamıyorlar, mesele isim değil; mesele o ittifakın, o liderlerin, şu anda mevcut siyasî partilerin beraber olup beraber belirledikleri bir ismin olması. Yani haklı olarak Meral Hanım diyor ki: “Arkadaş! Ben masada kimin olacağına etki edemeyeceksem, o yapıya ben dâhil olmayacaksam, ben niye çalışıyorum? Niye şehir şehir dolaşıyorum?” Veyahut aynı şey Babacan için: “Ben parti kurdum, tehdit ediliyorum, bir sürü saldırı altındayım, şehir şehir dolaşıyorum.” Ee baştan belli: Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş. İyi o zaman, biz onlara çalışıyoruz. Peki onların kendileri böyle bir kampanya yapıyorlar mı? Hayır canım, onlar belediye başkanları, onlar yıpranmasınlar. Şimdi şunun özetle altını çizeyim, tekrar söylüyorum isim meselesine çok takılıyor toplum. O gün geldiğinde önemli olan o altı isim bir araya gelip kime karar verirlerse versinler ben onun çok tutacağını düşünüyorum. O isim yeter ki… Bir de geldiğimiz noktada göz ardı edilen bir şey daha var: Mesele Erdoğan’ın kaybedeceği meselesi değil, mesele kimin kazanacağı meselesi değil. Artık bundan sonra mesele, dirâyetli, kararlı, irâdeli bir adayın olması gerekiyor — ki bu dağınıklığı toparlayabilsin. Korkunç bir mülteci krizi, korkunç bir devlet krizi var, bürokrasi çökmüş, yargı darmadağın olmuş; yani tarihimizde görmediğimiz, bunu abartmak için söylemiyorum — bir yayında söylemiştim; izleyicilerimizin dikkatini çekmek için bir kere daha söylüyorum: Ne duruma geldiğimizi, benim bir avukat arkadaşım var Ruşen, dedi ki bana: “Eskiden bize bir dosya geldiği zaman, biz giderdik, hangi yargıda kim bakacaksa ona aracı bulmaya çalışırdık, belki bir şey yap, falan, yemin ediyorum” dedi, “şu anda hiç tanımadığımız dosyalarla ilgili bizi arıyorlar” diyor. “Böyle bir dosya var, bunun sahibini tanıyor musunuz? Tanıyorsanız gönderin bize, gelsin konuşalım” diye.

Ruşen Çakır: Şimdi onu geçen sefer de konuşmuştuk. Şöyle bir şey düşünüyorum ben: Son günlerde özellikle bizleri de hedef alan saldırılarda karşımıza çıkan garip bir ittifak oluştu. Aslında birbirilerine düşman insanlar çok kolay birilerine saldırmakta birleşebiliyorlar. Şimdi buradan, şöyle bir şey görüyorum ben, seziyorum, ya da sen daha fazla vâkıf olabilirsin. Erdoğan devri kapanıyor bence, herhalde normal şartlarda kapanıyor. Şimdi Erdoğan sonrasına herkes ayrı ayrı hazırlık yapıyor. Bunun bir kesimi, diyelim ki Cumhur İttifakı, yani şu anda orada olanlar; bir kesimi de Millet İttifakı, yani muhalefette olanlar. Ama sonrası için hazırlık yaparken her iki kanadın da kendi içerisinde farklı farklı iktidar kavgaları, köşe kapmacalar, bozulan ilişkiler, yeni kurulan ilişkiler var; bir de her iki tarafta da Erdoğan sonrası dönemine yönelik bence karşılıklı birtakım ilişkiler de söz konusu olacak — ki oluyor, başladı bence. Yani şöyle düşünelim; şimdi genellikle şöyle bir akıl yürütüyoruz: Cumhur İttifakı var, kaybedecek, Millet İttifakı gelecek. Millet İttifakı bir süre sonra güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçecek. İlk yapılan seçimden sonra yine Millet İttifakı’nı oluşturan birkaç parti koalisyon kuracak. Böyle şematik bir şey var. Ama bunun pekâlâ böyle olmayabileceğini, orada gözükeni buraya, burada gözükeni oraya, ya da yeni birtakım ittifakların, yeni birtakım arayış odaklarının oluşabileceğini düşünüyorum. Biraz karışık oldu sanki ama…

Levent Gültekin: Yok, ben şöyle söyleyeyim: Bir kere öyle, “Parlamenter sisteme dönüyoruz” meselesi pek kolay bir mesele değil. Bence hepimiz biraz hayal görüyoruz o konuda. Ben artık parlamenter sisteme dönmenin pek mümkün olmadığı kanaatindeyim. Niye? Muhalefetin referanduma gidebilmek için en az 300 milletvekiline ihtiyaç var. 300 milletvekilini çıkarabilmek için asgari %60 ila 65 bandında bir oy alması gerekiyor — bir kere burası var. İkinci olarak, dediğin gibi, girdiklerinde aynı anlayış. Kimler bir araya geliyor? Diyelim hangisi hangi refleksle, hangi duyguyla hareket edecek? Daha şu anda bile bir sürü ayrıştıkları konu varken, o gün… Şimdi Millet İttifakı’nın asıl sorunu şu — benim görüşmelerimden aldığım, şöyle bir açmazla karşı karşıyalar: Diyorlar ki “Biz altı partiyiz, yedi partiyiz, birini aday seçeceğiz.” Yaptık aday, bu adam geldi tek başına ülkeyi yönetiyor. Onun yaptıklarının faturası bize yazılacak mı yazılmayacak mı? Peki, “sorumluyuz ama yetkili değiliz” aynı zamanda. Bunu nasıl aşacağız? Yani diyelim Babacan dedi ki: “Ekrem İmamoğlu’nun adaylığına evet diyoruz”. Davutoğlu dedi: “Ekrem İmamoğlu’nun adaylığına evet diyoruz”. HDP de dedi diyelim ve Ekrem İmamoğlu seçildi geldi Cumhurbaşkanı oldu. Diyorlar ki: “Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı diye bir makam yok, hiçbir etkisi yok, hiçbir anlamı yok”. Meral Hanım diyelim ki Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu, ne anlamı var ki? Seçilen adam tek başına o ülkeyi yönetecek. Onun aldığı kararın sorumlusu kim olacak? İYİ Parti olacak mı olmayacak mı? DEVA Partisi bundan dolayı topluma bir fatura ödeyecek mi ödemeyecek mi? Şimdi buna benzer çok açmaz yaşıyorlar kendi içlerinde. O yüzden toplumun farklı refleksleri var. Şimdi onu şuna bağlıyorum: Evet, diyelim ki Medyascope olayında görüyoruz, bir anda mülteci olayında görüyoruz. Bir bakıyorsun benzer insanlar benzer yere toplanıyorlar. Çünkü orada birinci öncelik Türkiye değil. Ben çok bunu samimi olarak söyleyeceğim. Ben şu anda cumhurbaşkanlığına heveslenen insanlara böyle biraz şüpheyle bakıyorum kim olursa olsun. Niye? Ruşen, yıkılmış bir ülke var; bunun altına girebilmek için insanın epeyce bir gözünü karartmış olması lâzım — ya da şunu diyorum: İki şıkkı var: “Ya, biraz da biz sefasını süreriz” tarzı olması lâzım. Çünkü öyle bir devâsâ yıkım var ki, onun altından birinin kalkabilmesi teknik olarak mümkün değil. Atatürkçüler, ulusalcılar, Aleviler…, böyle bir şey yok. Masada herkesin oturması lâzım. Herkes o taşın altına elini koyabilirse, ancak biri o yüzden diyorum, altı kişi, altı yedi kaç muhalefete partisi varsa, buna HDP de dahil. O yüzden insanlar zannediyor ki bir Kürt hayranlığı, HDP hayranlığı var; hayır, o sorunun çözülmesi için o masada herkesin olması lâzım, İşçi Partisi’nin de olması lâzım, TKP’nin de olması lâzım. Bu enkazı ancak o birliktelik kaldırabilir. Hem toplumsal bütünlüğü sağlamak, hem yargıdaki tahribat… mesela “Bağımsız yargı kuracağız” diyorlar. İktidara geldin; adam bürokrasiyi yargıyı tamamen kendi kafasındaki savcılarla, hâkimlerle doldurmuş. Nasıl kuracaksın? Hepsini atsan olmaz, yenileri alamaz teknik olarak, o insanlar orada. Polis öyle, yargı öyle, asker öyle, bürokrasi öyle, eğitim, okul müdürlerine kadar, bütün okul müdürleri, bütün üniversite müdürleri… Şimdi geldin, bununla nasıl baş edeceksin? Bununla baş edebilmenin tek bir yolu var: Herkesin, HDP’nin de, CHP’nin de, İYİ Parti’nin de, ulusalcısının da, Kürtçüsünün de, “Bu ülkeyi önce bir ayağa kaldıralım” motivasyonuyla hareket etmesi lâzım. Bizde şu anda hâlâ birinci motivasyonumuz ülkeyi ayağa kaldırmak değil; birinci motivasyon ne yazık ki –bunu üzülerek söylüyorum– “Erdoğan gidiyor, yerine biz gelebilir miyiz?” Benim yıllar önce söylediğim bir tâbir vardı, müsaade edersen onu bir kere daha kullanayım: Türkiye’de genel olarak toplum kesimleri zımnen bize şöyle bir cümle kullanıyorlar: “Burası çöplük, bu çöplüğün başında biraz da ben olayım”. Kimse, “Ya, arkadaş, el ver de burayı çöplük olmaktan çıkaralım” motivasyonuyla hareket etmiyor. O yüzden Atatürkçü veya ulusalcı kesim şöyle bakıyor: “Erdoğan gidiyor, bizim etkin olmamız lâzım bir an önce”. Veyahut kendini milliyetçi diye tanımlayanlar: “Erdoğan gidiyor, aman Kürtler’e de Aleviler’e de ‘şirin görünelim’; aman bu liberallere filan alan bırakmayalım. Erdoğan gidiyor, bâri biz koruyalım.” Veyahut öbürü: “Aman, Erdoğan gidiyor bâri!” Ama şunu görmüyor: Mesela Erdoğan gittikten sonra o parsayı kimin topladığı değil, Erdoğan gittikten sonra enkazı tek başına hiçbirinin kaldıramayacağını kabul etmek. Ve benim şunu bilmem lâzım: “Ya, Ruşen olmazsa ben bunu yapamam”, bu duyguya, “Ahmet olmazsa ben bunu yapamam”, “filan olmazsa ben bunu yapamam” diyebilecek bir yaklaşım. Bu yüzden “Ben adayım” diyenlere böyle gıptayla bakıyorum. Diyorum ki büyük bir cesaret, çünkü: Ya, korkunç durumdayız! Bunu hakikaten abartmak için, toplumu, izleyenlerin moralini bozmak için söylemiyorum. Şu yangın krizinde bile bize gösteriyor ve başka bir sürü krizde… Cumhuriyet tarihinin en büyük çöküşünü yaşıyoruz. Hem toplumsal anlamda hem demokratik anlamda. Bunun altından kalkmak sadece bir kesimin altından kalkabileceği bir şey değil. 

Ruşen Çakır: Burada seni dinlerken aklıma bir de şu geldi, bir de Tunus hakkında biraz okudum ettim, bu son yaşananlar bence çok ilginç. Tabii Türkiye çok umursamıyor, ama orada biliyorsun Zeynel Abidin Bin Ali gittikten sonra Nahda ile laikler önce koalisyon, milli mutabakat yemini bilmem ne yaptılar, ama hiçbir sorunu çözemediler ve sonunda bir Cumhurbaşkanı, anayasa uzmanı Cumhurbaşkanı masaya yumruk vurdu ve bir yığın insan da ona destek verdi. Yaptığı bir sivil darbe filan, ama sanki Türkiye’de seni dinlerken aklıma o geldi. Türkiye’de sanki –kötü bir şeyden bahsedeceğim ama– Erdoğan’ın bir muhalif versiyonu çıksa bayağı iş yapar gibi bir hava var. Şu anda muhalefetin aday bulma, program oluşturma şu bu sorunu varken, birisi kalkıp –diyorsun ya? Sistem kolay kolay değişmez diyorsun ya? –, birisi kalkıp inandırıcı bir şekilde –inandırıcı derken, seni beni inandırmak anlamında değil; genel kitleleri, “Ya, neden olmasın? Bu adam ya da kadın hakikaten bu işin altından kalkabilir galiba” falan diyebileceği birisi– çıksa, belki çok etkili bir şekilde bütün bu şeylerin üzerinde yeni bir Türkiye’de yeni bir otoriter devri de pekâlâ başlatabilir. Bir kâbus senaryosundan bahsediyorum ama.

Levent Gültekin: Kâbus senaryosu, ama ben bir şey söyleyeceğim, üzülerek söyleyeceğim, belki izleyicilerimizin morali biraz bozulacak; ama bütün dünyada gerçekleşmiş senaryodur, bütün otoriter yönetimlerden sonra gelen onun bir kopyası oluyor Ruşen ne yazık ki. Bunun belgeselleri var, izledin mi? Adını şimdi unuttum. Şimdi unuttum ülkenin adını. Adam oranın diktatörü, yurtdışına kaçtıktan sonra, işte, oğlu onun izinde gidiyor, başkan yardımcılığına aday oluyor, başkanla anlaşıyor –başkan bildiğin lümpenin en alası, “asarım keserim” tarzında, şu andaki Brezilya’dakine benzer bir tip– başkanlığı kazanıyor, başkan yardımcılığının seçimini tanımıyor, bekleniyor ki diktatörün oğlu başkan yardımcısı olacak. Bütün otoriter rejimlerde o benzer duygu var. Peki bu niye oluşuyor? Çünkü toplum psikolojik olarak korkuya teslim oluyor. Aman bizi kim toparlayacak, kim yönetecek? Ortaya çıkan biraz kararlı, biraz dirâyetli, biraz gözükara, meydan okuyan birilerine çabucak sarılıyorlar. Ama benim şöyle bir tezim var: Ben bu konuda topluma çok güveniyorum, bunu samimi olarak söylüyorum. Ben Türkiye’de gerçekten dirâyetli, gerçekten demokrat, bagajı olmayan böyle pırıl pırıl insanların olduğu, gençlerin, kadınların olduğu, yeni bir siyasî, demokrat…, böyle nezaket içinde barışçı bir hareket olsun, Erdoğan’ın biz tozunu göremeyiz ortalıkta. Erdoğan varlığını böyle bir siyasî aktörün olmamasına borçlu. Peki diyelim ki bu çıkarsa böyle bir aktör…, muhtemelen beni izleyecek Deva Partililer şöyle diyecekler, DEVA Partisi var ya? Bagajı olmayan — altını özellikle çiziyorum. Çünkü bagajı olduğunda, toplum bir şekilde mesafeli duruyor. Dirâyetli, barışçı, ama aynı zamanda barışçıldan kastım da kuru bir mülteci taraftarlığından falan da bahsetmiyorum, akılla, mülteci ise mülteci sorunuyla ırkçılık olmayan ama aynı zamanda sorunu dert eden bir yaklaşım. Diğer taraftan mâkul bir birlikteliği sağlayacak; herkese, “Hadi gelin, elinizi taşın altına koyun; beraber bu ülkeyi kaldıralım” diyecek bir yapı çıksın, bu iktidarın tozunu göremeyiz biz. Çünkü Erdoğan artık hakikaten varlığını sürdürebilecek durumda değil, bence kendi de bunu görüyor. Tek sorunumuz, ortada onun dönemini ele alacak o birliktelik kurulamadığı için, biraz önce söylediğim, her toplum kesimi Erdoğan’ın karşıtlığını kendi hanesine yazdırma çabasında olduğu için, Erdoğan’dan kimse alamıyor. Bir araya gelinse, o güçlü enerji oluşturulsa, o isim, kimse o isim — mesela ben o ismin kendi talip olan değil, birinin gidip ikna edilmesi gerektiği, kim olduğu önemli değil; altı yedi muhalefet lideri bakacak, diyecekler ki “Bu ismi gidelim ikna edelim, ama aynı zamanda toplumu da ikna edelim. Niye bunu ikna ettiğimizi topluma da anlatalım”. Bu olmalı çünkü şundan dolayı: Bunun şöyle bir tecrübesi var veyahut şöyle bir özelliği var veyahut şu şu şu özellikleri var. Topluma da dönüp, ikna edecekler, o ismi hepimiz bir şekilde topluma anlatırız. İsim çok önemli değil. Bu birliktelik kurulmadığı sürece Türkiye sorunlarını çözemez, gelen cumhurbaşkanı, ben yeminle söylüyorum iki yıl dayanamaz. Çünkü burası dağınık olduğu için bambaşka bir atmosfere, Allah korusun Cem Uzan gibi faktör ortaya çıkar, “Asarım keserim geliyorum; ya işte şöyle zenginlik vereceğim, devlet imkânlarını size açacağım” der. Elimizdeki bütün veriler bize şunu gösteriyor: İnsanların yoksulluğunun yükseldiği toplumlarda, seçmenin dikkat çektiği tek bir cümle oluyor: “Ekmek nasıl vereceksin bana?” Hukukmuş, adaletmiş, barışmış, toplumsal ittifakmış, eğitim sistemiymiş, tarımmış, kimse buna kulak asmıyor. Biri geliyor diyor ki: “Size her ay şu kadar para dağıtacağım, şuradan alacağım,” onun peşine takılıyor; çünkü birinci önceliği ekmek hâline geliyor, demokrasiyi umursamaz hâle geliyor, hukukun yoksunluğunu umursamaz hâle geliyor. Şimdi Türkiye’nin en büyük tehlikesi, derinleşen yoksulluk dediğimiz giderek yaygınlaşıyor, Türkiye’yi o lige taşıyor. Orada tehlikeli bir tablo oluşuyor; tehlikeli tablodan kastım, o toplum o duygusunu yönetecek, barışla, demokrasiyle yönetecek bir siyasî idareyi ortaya çıkaramadığında, birinin istismar etmesi çok kolay. Tekrar söylüyorum; o yüzden isimler önemli değil, hele isimlere vurgu yaparak, “İşte, Mahsur Yavaş olsun, ben de isterim, işte, Ekrem İmamoğlu olsun” değil. Mesele, ne benim İmamoğlu’na karşıtlığım veyahut ne Mahsur Yavaş taraftarlığım değil; ben de birini isteyebilirim, ama tekrar söylüyorum, bu birlikteliğin beraber karar vermediği bir isim, kim olursa olsun bu enkazın altından kalkamaz. Peki muhtemelen, bunu da üzülerek söylüyorum, bu da biraz bilgiye dayalı, hâlâ siyasî liderlerin önemli bir kısmı kendini aday görüyor. Ve aslında kendileri ortaya atılamadıkları için, yani ittifakı bozan, birlikteliği bozan damgası yememek için adayım da demiyorlar, ama muhtemelen bir birlikteliğin olma şansını düşük gördükleri için, “Olur da bir birliktelik olmazsa ilk bari ben de şimdiden adaylığa hazırlanayım” duygusu da var. Ben bunu da çok tehlikeli görüyorum. Yani Meral Hanım’ın, Ali Babacan’ın, Ahmet Davutoğlu’nun şunu demesi lâzım: “Bizim belki görünür iktidarda olan değil, ama ülkeyi kurtaran aktörler olmamız lâzım. Ama aynı zamanda sorumluluğu bir şekilde paylaşmanın formülünü de yapalım.” Tamam, Gelecek Partisi’ni kurdu, gitti destek verdi, bir adayı seçtirdi, cumhurbaşkanı yaptırdı. Ee, onun yaptığı bütün olumsuzlukların faturasını ben ödeyeyim, davul benim boynumda tokmak başkasının, bunu da demiyorum. Her nasıl yapacaklarsa konuşacaklar hem birine kefil olacaklar hem de aynı zamanda ülkeyi buradan çıkaracaklar. Belki, bir süreliğine bağırlarına taş basacaklar, belki Meral Hanım şöyle demek zorunda kalacak.

Ruşen Çakır: Evet bunları daha çok konuşacağız Levent ve senden bir sonraki yayını stüdyoda yapma sözü alalım. Daha gelmedin yeni stüdyomuza değil mi? 

Levent Gültekin: Yok geldim ya, yaralı halde geldim, hem de sargılı bir halde.

Ruşen Çakır: Evet, tamam. Ama yine de bir sonraki yayını stüdyoda yapalım istiyorum, tamam. Çok sağol Levent, güzel bir yayın oldu yine, eksik olma. 

Levent Gültekin: Yapalım. Eyvallah, iyi yayınlar diliyorum.

Ruşen Çakır: Ne zaman dönüyorsun? Halk TV’deki yorumlara bir ara verdiniz galiba.

Levent Gültekin: Eylül’ün 6’sına kadar ara verdik, Eylül’ün 6’sında başlayacağız.

Ruşen Çakır: Hadi bakalım hayırlı olsun. Evet, Levent Gültekin ile iktidarı ve muhalefeti değerlendiren kapsamlı bir yayın yaptık. Kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.