Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (80): AKP oyları nereye gidiyor? Seçim barajı tartışmaları & Yargıtay açılışı ve laiklik

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba. İyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın önemli olaylarını ele almaya çalışacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Şimdi, çok fazla bir şey olmuyor. İlginç bir olay var, onun üzerinden hızlıca geçelim. Hani mâlûm, “Hudut namustur” pankartını asan gençler vardı ve bunlar İstanbul’da gözaltına alınıp yargılanmaya başladılar. Onlardan Ahmet Çakmak isminde bir genç, galiba Tokat’ta ailesinin yanındaymış. Ankara’ya gidiyor ve dün akşam saatlerinde kısa bir video çıktı. Bu çocuk kendi Twitter hesabından paylaşıyor. Çok kısa bir video ve şey diyor: “Ben bu olaya, Buğra Kavuncu’nun para ve başka şeyler teklifiyle girdim, pişmanım” vs. diyor. Buğra Kavuncu, İYİ Parti İstanbul İl Başkanı. Daha sonra da bir iki tane tweet atarak kendi hesabından, bu tehdit edilme iddialarının doğru olmadığını filan söyledi. Sonra arkadaşları, onunla beraber yargılananlar vs. bir kampanya başlattılar, “Ahmet nerede?” diye. Suç duyurusunda bulundular, polise başvurdular ve bugün, öğleden sonra bir saatte, Ankara Emniyeti’nde çıktı. En son burada bıraktım ben. Detaylar daha netleşmedi; ama konuştuğum kişiler, yani arkadaşları diyelim, o “Öfkeli Genç Türkler” ekibinden insanlar, onun bir şekilde alıkonduğunu söylüyorlar. Tehditle bunların söyletildiğini söylüyorlar. Ama diğer yandan, “Hayır, bu işte samimi olarak pişman oldu” diyenler de var. Herhalde gün içerisinde netleşir, ama ilk söylenen iddianın daha ciddiye alınabilir olduğu kanısındayım. 

Kemal Can: Bir de, bir tanesi de daha önce saldırıya uğradı. 

Ruşen Çakır: Evet, tabii tabii… Semir Yapıcı yanılmıyorsam. Evet, saldırıya uğramıştı. Şimdi bir başkasının başına böyle bir şey geldi. Bir garip yani… Bu kadar kısa süre içerisinde yaptığından pişman olup… Bu arada tabii Buğra Kavuncu kendisi bir video yaptı ve bunların yalan olduğunu söyledi. Yani bir İYİ Parti il başkanının parayla insanlara pankart astırması filan… Bunlar biraz fazla zorlama geliyor; ama yine de bunu herhalde önümüzdeki hafta daha geniş bir şekilde tartışma imkânımız olur, netleşir. Bu konuda diyeceğin bir şey var mı? Çünkü yeni olduğu için bir bahsetmekte yarar var, ama çok da fazla yorum yapılacak bir durumda değil sanki şu an. 

Kemal Can: En azından birtakım belirsizlikler olduğu için, çok keskin şeyler söylemek belki isabetli değil sıcağı sıcağına. Ama şu açık, yani sen de sıraladın: Önce gözaltına alınmaları, sonra bir tanesinin saldırıya uğraması, ondan sonra bu olayın cereyan etmesi, daha öncesinde örneğin Buğra Kavuncu’ya dönük yapılan bir saldırı var. O saldırıdan önce ithamlar var. Dolayısıyla hani böyle sistematik bir şeyin parçası gibi görünüyor. Ama onun ne kadar parçası, ne kadar içinde, oradaki aktörlerin rolleri ne? Bunlar tartışmalı. Ama şu açık: Meral Akşener’e yapılan saldırılar, Buğra Kavuncu etrafında yaratılmak istenen tartışma, bu olayın cereyan etme biçimi, Kılıçdaroğlu’nun daha önce, yine CHP’nin de galiba dünkü faaliyetinde saldırı benzeri bir gelişme olmuş. Bunların hepsi… Daha önce de biliyoruz, başka siyasetçilere, gazetecilere filan da saldırılar oldu. Aslında genel resme baktığımızda, bunun böyle tek tek vakalar, ayrı ayrı şeyler olmadığını artık sıradan insan bile gözlüyor. Zaten bunun da çok saklanmaya, gizlenmeye çalışıldığını değil; tam tersine bunun böyle anlaşılmasının istendiğini söyleyebiliriz. En azından bu olayda sonuç nasıl çıkarsa çıksın, bu işin böyle tekil bir şey olmadığını biliyoruz yani.

Ruşen Çakır: Özellikle bu “Hudut namustur” pankartının iktidarı ve özel olarak iktidarın MHP kanadını rahatsız ettiğini de… Çünkü o böyle bir nevi hani, can evinden yakalamak derler ya, öyle bir olaydı. Sanki öyle bir etkisi vardı. Onu özel olarak kendilerine dert edinmiş insanlar olduğunu kestirmek hiç zor değil yani. Daha önce Semir adlı gence yapılan saldırı da onun bir örneğiydi. Neyse… Şimdi, belki de bütün bunlarla doğrudan ilişkili bir olay var. “Bugün seçim olsa ne olur?” konusundaki araştırmalar… MetroPOLL’ ün araştırması yine düştü. Seninle birçok yayında bunu, MetroPOLL’ ün değişik araştırmalarını ele alıyoruz. “Bu Pazar Seçim Olsa” diye bir anket… Sen de gördün. Ne diyor? AKP %25,4; CHP %18,5; İYİ Parti %11,5; HDP %9,8; MHP %8,9; Saadet %1,2; Memleket %1; DEVA %0,7; diğer partiler %1,9. Yani Gelecek Partisi’ni de diğer partiler içerisine katmış. Ama kararsız, protesto ve cevap yok oyları %21’i geçiyor. Şimdi burada, bu tabloda tabii en çarpıcı olan şey, 2018 milletvekili seçimlerinde %42 almış olan AKP’nin, şimdi %25,4 gözükmesi. Yani neredeyse kararsız, protesto vs. oylarının hepsini alsa birazcık aşmış oluyor – ki hepsini alması teorik olarak mümkün değil. Ama bir diğer nokta da tabii Kemal, burada Özer Sencar’la da bunu kısaca konuşma imkânı oldu: Kaybeden AKP de, peki kim kazanıyor? İYİ Parti’nin bir artışı var – ki kararsızlar dağıtılmadan, eski aldığı oyun üzerinde bir İYİ Parti var. HDP’nin büyük ölçüde gücünü koruduğunu görüyoruz ve MHP’nin de koruduğu gözüküyor aslında. CHP’de azalma var. Ama esas azalma AKP’de. Yani yine sonuçta olay bizi en sondaki “kararsız, protesto, cevap yok” kısmına götürüyor. Ne dersin? 

Kemal Can: Zaten aslında bir süredir başka kurumların yaptığı anketlerde de sayılar değişiyor. Ama üç aşağı beş yukarı, hemen hepsinde şöyle bir trend var, bunu defalarca da konuştuk: İktidar blok oylarında yavaş, ama düzenli bir erime var; önce çözülme, sonra da erime belirgin. Bu çok net, ölçülebilir bir hâle gelmiş durumda. Buradan büyük ölçüde eriyen ya da kopan iktidar seçmeninin de doğrudan bir parti tercihi yapmadan önce, kararsız alanında biriktiğini de ölçen daha önceki başka araştırmalar var. Bu iki tablo, sayılar değişse bile aşağı yukarı aynı. Bütün araştırmalarda görünüyor. Buna bir veri olarak bakabiliriz. Bunun tabii pek çok nedeni var; ama bugünkü tabloyla bu rakamlara baktığımızda, aslında iktidar partileri dediğimiz AKP ve MHP’nin, aşağı yukarı, kararsızlar normal oransal dağıtılırsa, 2002 seviyelerine, maksimum o civarlarda bir destek sağlayabileceklerini görüyoruz. Bu daha da aşağıya inebilir tabii. Ama Özer Sencar’ın söylediği, sana aktardığı, kazananın belirsiz olduğu tabloyu yaratan şey; o aritmetiğin üreteceği sorunla ilgili belirsizlik. Çünkü 2002 sonuçlarını alan AKP ve MHP, bugün ortak oldukları için… Aslında 2002’de kendi başına iktidarı yakalamıştı AKP. Bir de üstüne şimdi MHP, üstelik bu yeni seçim barajı değişikliğiyle birlikte, yine bir biçimde Parlamento’ya girecek bir MHP desteğiyle yürüyor. Dolayısıyla bu aritmetikten, yeniden zayıflamış, kısmen güç kaybetmiş, ama devam edebilir bir iktidar çıkartma gayretinin sürdüğünü anlıyoruz. Bu aritmetik, evet, bir tarafından baktığında… Bence bunu iktidar da görüyor, görmemesi mümkün değil. Kendi anketlerinde de artık, bence bu tablo net biçimde görülüyor. Kaybediyor, eriyor; ama bu tamamen “Bitti, kaybettik” tablosunu düşündürtmüyor. Hâlâ, bunu geri çevirmek değil ama, bu aritmetikten avantajlı bir sonuç yaratabilecek taktik şeylerin peşini sürüyor. Bunu anlıyoruz. Seçim yasası değişikliğiyle anlıyoruz. Bu, biraz önce konuştuğumuz tipte; muhalefetin çeşitli aktörlerine farklı biçimlerde saldırmak, onlara ilişkin birtakım daha sıkıştırıcı hamleler yapmak, onları zora sokmak, onları tartıştırmak… Yani mesele aslında dönüyor, dönüyor, hâlâ iktidarın becerebildiği şeylerden biri; bu kadar sorun olan bir ülkede, en çok iktidarla ilgili memnuniyetsizliğin konuşulması gerekirken, muhalefetle ilgili temaların konuşturulmasına devam ediyor. Bu da büyük ölçüde, kararsız bloğunda birikmeyi başka partilere dağılarak, sonucu gösteren bir aritmetiğe çevirmeyi engelliyor. İktidarın becerdiği bu. Yani şu anda kendi kan kaybını durduramıyor, ama onun başka yere gitmesi yerine, kararsızda durmaya devam ediyor olmasını, hâlâ kendi taktik hamleleriyle sonuç alabilir bir şey olarak devam ettirmek istiyor.

Ruşen Çakır: Burada, Özer Bey de zaten şöyle bir şey söyledi, senin söylediklerinle de örtüşüyor: Bu tablo öyle bir tablo ki, Erdoğan gibi deneyimli birisi bu tablodan yine iktidar çıkartabilir. Yani şöyle bir şeyi göremiyoruz, benim artık milyon kere söylediğim bir şey: Erdoğan’ın kaybettiği bâriz, ama kazanan kimse gözükmediği için Erdoğan’ın kaybı yine bir seçim daha ertelenebilir mi acaba? Çünkü buradan şey çıkmıyor, hani gümbür gümbür gelen bir muhalefet yok. Anlıyor musun yani? Şöyle bir tablo çıksaydı; burada diyelim ki AKP biraz daha fazla, MHP biraz daha fazla, ama kararsızlar, protestolar vs. az olsaydı, o zaman daha net bir şey görebilirdik. Ama şu haliyle, mesela %22,65 olan CHP’nin,şu haliyle kararsızlar dağıtılmadan %18,5 gözükmesi… Tabii bunlar anket, kamuoyu araştırması… Bütün yanılma paylarını kabul ederek söylüyoruz. Ama mesela İYİ Parti’nin yükselişini görebiliyoruz, değil mi? Yani bir gayret var, ilgi var ve burada da onu gösteriyor. Dağıtılmadan, eski aldığı oydan daha fazla gözüküyor. Demek ki İYİ Parti zaten, başta konuştuğumuz; Meral Akşener’e, Buğra Kavuncu’ya filan bu kadar yüklenmelerinin en önemli nedeni de yükselen gücün o olması. Böyle garip bir tablo var. İstersen buradan bir seçim barajı meselesine girelim: %7. Biliyorsun, Hıdır Göktaş bizde artık, Ankara temsilcisi olarak. Toplantıda konuşuyoruz, %7 filan. Tabii hemen Hıdır atladı, dedi ki: “MHP’nin %7 baraja ihtiyacı yok ki; çünkü ittifak yasasına göre, zaten ittifaktaysan, birisi alıyorsa diğeri de barajı geçmiş sayılıyor”. Öyle değil mi? Dolayısıyla ortada bir acayiplik var. “MHP niye böyle %7’de ısrarcı?” diye. Orada bir spekülasyon yapıldı, biliyorsun. Kemal Özkiraz filan yazdı bunu. Başkaları da söylüyor. Bunun ardından ittifak yasasını kaldırmayı mı düşünüyorlar? Çünkü çok açık bir şey var, artık net. İttifak meselesi, Erdoğan’ın kendi yararına dayattığı bu şey, şimdi Millet İttifakı’nın daha çok işine yarıyor. Özellikle diğer partileri düşün: DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi. Şimdi onların baraj geçme vs. sorunları var. Ama ittifaka dahil oldukları zaman bu sorun kalkacak. %7’yi bunun için düşünüyor olabilirler. Bir diğer şık da –ki bence artık çok anlamı kalmadı– hani şöyle bir akıl yürütülüyor: HDP aslında %10’u geçemez, ama %10’un altında kalmasın diye oraya ödünç oy gidiyor. Hani %7 baraj tutarsak, HDP’ye dışarıdan ödünç oy gelmez. Ben bunların artık çok anlamlı olduğunu sanmıyorum. Burada esas mesele sanki, MHP’yi garantiye almak ve ittifak meselesinden caymak. Artık zaten Türkiye tamamen böyle oldu, biliyorsun. Yaz-boz oluyor. Yani zamanında Özal da yapardı, biliyorsun. Bir şey getirirdi, tercihli oy getirirdi. Sonra bakardı, onu iptal ederdi, başka bir şey getirirdi. Şimdi burada baraj meselesi sanki, böyle bir tezgâh için… Tezgâh diyorum, hakikaten tezgâh yani. Yoksa nereden geldi, yani niye geldi? Sonuçta yıllarca barajı savunmuş insanlar bunlar. Öyle değil mi? Yani %10’u vs..

Kemal Can: Evet. Yani bunu demokratik bir ilerleme diye anlatacaklarsa – ki pek de öyle anlatmıyorlar aslında. Bir kere zaten düzenlemenin demokratik olmadığını şuradan biliyoruz: Bunu böyle normalde seçim yasalarının, bütün siyasî partilerin –Meclis’te olsun olmasın– mutabakatıyla, birlikte yapmaları gerekir… Partiler bir yarışa çıkacaklarsa demokratik bir sistemde nedir? Yarışın kuralları konusunda, sayısal üstünlüğü olan değil; herkesin mâkul bir zeminde birleşmesi ve ortak kurallar içerisinde bir yarış tanzim edilmesi. Bu yüzden de genellikle seçim yasalarında, demokratik ülkelerde mutabakat aranır. Yani çoğunluk… parmak hesabından çok, genel kabul. Ama görüyoruz ki seçim yasası değişikliği hazırlıklarında, iktidar partisi ve MHP kendi aralarında görüşüyorlar. İşte, “Tamam, %7 dendi. Bu konuda son söz söylenmiştir” diye açıklamalar yapıyorlar. Ama kendi aralarında yapıyorlar. Yani bunu diğer partilerle filan konuştukları yok. Dolayısıyla senin söylediğin gibi, “Demokratik bir şey yapıyoruz, seçim yasasını demokratikleştiriyoruz” denecek bir zemin yok. Zaten böyle bir şeyin derdi de şu anda gündemde yok. Ama Hıdır’ın söylediği gibi, mevcut seçim yasası – ki orada ittifaka katılan partilerin hem baraj sorununun kalmaması hem de aslında oylarının kendi partilerine atılması kuralını ekleten Bahçeli olmuştu. Zaten aslında bu ittifak formülasyonunu da Bahçeli üretmişti ve o ittifak formülasyonunun iktidara büyük bir avantaj getireceği varsayımıyla yapılmıştı. Avantaj da getirdi. Bunu da bir avantaj olarak 2018’de aslında kullandılar. Ama bugünkü aritmetik tablo bu avantajı sağlamıyor ve yeni bazı partilerin burada, karşı muhalefet ittifakına dahil olarak, hem baraj derdini ortadan kaldırıp, küçük küçük oylarını, hani tâbir yerindeyse biriken bir göle dönüştürmeleri ve onun ciddi bir siyasî aritmetikte denge değişikliğine neden olması mümkün. Fakat bu %7 değişikliği, sadece barajı %7’ye indirmekle yetinilmeyecek. Çünkü barajla ilgili meselenin ardına, barajın ittifaklar için nasıl uygulanacağı ve seçim bölgeleriyle ilgili daha önce tartışması olmuştu. AKP’nin başka yaklaşımları var. İşte, dar bölgeye gitme isteği vardı. Ona da MHP itiraz etmişti. Ama başka düzenlemelerle, özellikle AKP’den kopan partilerin muhalefet ittifakının içerisinde yer almasını zorlaştırıcı bir tavır içerisine girebilirler. Ancak bir başka nokta daha var. Bu seçim yasası değişikliklerinin hepsinin seçimi etkileyebilmesi için, eğer özel bir yasal değişiklik yapılmazsa ya da bir anayasal düzenleme yapılmazsa, seçim yasası değişiklikleri, bir yıldan önce yapılan seçimlerde uygulanamıyor. Bir de böyle bir tarafı var. Yani bu seçim yasası değişikliği yapılırsa, bir yıldan önce seçim yapılmayacağı ya da bu düzenlemenin bir yıldan önce uygulanmasına uygun, ekstra bir düzenlemeye daha ihtiyaçları olduğunu göreceğiz. Bu da ayrı bir mesele. Bu seçim yasasıyla ilgili tartışmaları, iktidar partilerinin kendi aralarında ve sürekli değiştirerek ve biraz mühendislik faaliyetleriyle en optimum sonucu bulmaya çalışıyorlar bence. Ama şu anda aritmetikteki tablo ve muhalefetin tam olarak nasıl biçimleneceği belirsiz olduğu için, o konuda henüz netleşemiyorlar da. Yani her parti için…, çünkü mesela HDP için yürütülen strateji başka, İYİ Parti ve CHP ilişkisi açısından yürütülen strateji başka, AKP’den kopan partilerin bu blok içerisinde nasıl yer alacağıyla ilgili yürütülen strateji farklı. Dolayısıyla bütün muhalefet aktörlerine farklı farklı formüller bulup, bunu seçim yasasına yerleştirmek istiyorlar. Bence bu taktik arayışlar bitmeyecek. Çünkü sıkıntılı bir aritmetik var. Ama %7 ile ilgili şeyin doğrudan, birincisi MHP’nin şu anda bütün anketlerde %7 gibi çıkıyor, yaklaşık artı-eksi %7 civarlarında çıkıyor olması yüzünden MHP için yapıldığı algısı çok net bir biçimde ortaya çıktı. 

Ruşen Çakır: Bu da tabii aleyhine işliyor yani. Bu MHP’nin kendisi tarafından zor durumda olduğunun kabulü olarak görülüyor ve psikolojik olarak da olumsuz etkiliyor tabii. 

Kemal Can: Ama benim aslında biraz… Hıdır buna değindi mi bilmiyorum, ama beni şüphelendiren şey, bunun böyle algılanacağını bu kadar net bilirken, niye bu tartışmayı bu kadar çok kamuoyu önünde ve bu rakamları telaffuz ederek yapıyorlar? Onu anlamıyorum. Yani mesela biz de diyoruz ya? %7 hemen herkesin aklına şunu getiriyor: MHP %7’ye düştü, onun için de bunu yapıyorlar. Bunu herkes görüyor ve dediğin gibi de aslında bu dezavantajlı bir şey. Ama o zaman niye yapıyorlar? 

Ruşen Çakır: Bence burada mantık arama… Kendi aralarındaki iletişimin aslında çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bahçeli’nin mesela Afganistan’la ilgili, “Ordumuz orada kalmalıdır vs.” diye açıklama yapmasının ne anlamı vardı? Yani bunu Erdoğan’a söyleyebilirdi. Bazı şeyleri kamuya açıklamayı, bir tür kendi aralarındaki güç dengesinde kullanıyor bence Bahçeli. Kullanmak istiyor en azından. Yani kendi talebi olduğu belli. Belli ki orada bir sorun var. Yani %7 meselesinde, AK Parti çok fazla bunu şey yapmıyor olabilir. Böyle bir yolla onun üzerinde baskı uyguluyor diye düşünüyorum ben. Yani arkasında bir çapanoğlu aramak yerine, kendi aralarındaki ilişkinin kırılganlığıyla ilgili olduğu kanısındayım. 

Kemal Can: Olabilir tabii. Ama ben, daha önceki örneklerde de büyük ölçüde daha sonra uyumlanan bu tür farklı çıkışların, bir biçimde tekrar aynı noktaya gelmesinden kaynaklanan durumun biraz işbölümüyle de ilişkili açıklanabileceğini de düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Eyvallah… Geçen gün “Adını Koyalım”da Ayşe’ye sormuştum, biliyorsun. Yeni partilerin performansı, gösterilen rakamlar mesela… Şimdi buradaki rakam; DEVA %0,7; Gelecek zikredilmiyor bile, filan… Memleket Partisi’nden geri görünüyor. Hadi diyelim ki bu yanıldı. Ama onu da kısaca bir değerlendirsek. Acayip bir şey yaşanıyor şu anda. Değişik vesilelerle tekrarlıyoruz. Hani ilk başta çok ürkektiler vs.. Sonra ürkekliklerini attılar. Hatta özellikle Davutoğlu, iktidara ve Erdoğan’a yönelik çok daha sert çıkışlar yaptı. Ama ne Gelecek ne DEVA, böyle çok da etkili olamıyor… ya da insanlar Gelecek ve DEVA yanlıları, kendilerini gizli tutmayı mı tercih ediyorlar? Burada bir ilginçlik var. Yani bu kadar AKP’den kopuş var. Kopuş olduğunu görüyoruz; gayri memnuniyet var. Ama gayri memnunlar, ilk akla geleceğini varsaydığımız bu partilere sanki yönelmiyorlar. Dolayısıyla kopuş çok köklü bir şekilde AK Parti geleneğinden mi?  Dolayısıyla onunla bir şekilde birlikte anılan partilere de mi yönelmiyorlar? Yoksa bu partilerin kendisinden mi kaynaklanıyor? Aslında bu çok ilginç bir tartışma ve belli ki uzun bir süre sürdüreceğiz bunu. 

Kemal Can: Evet, bence şöyle bir tarafı var. Bunu daha önceki “Adını Koyalım”da da konuştuk. Birkaç yerde de konuştuk. Ben de birkaç ayrı yayınımda ve yazımda bahsettim. Çünkü ben, iktidar seçmenindeki çözülmenin, aktörler bazlı olmadığını; daha yapısal bir kopuş içerdiğini düşünüyorum. Bu yüzden aslında, çok kolay olarak beklendiği gibi, Gelecek ve DEVA, zaten AKP’nin içinden çıkmış, bildikleri isimler… AKP’nin kötü bir rotaya girdiğini düşünen, ama hâlâ kendini o kimlik ailesine kabul edenler, hemen oraya gider gibi basit bir mantığın işlememesinin nedeni; bence bu kopuşun dinamikleriyle ilgili. Çünkü aktör bazlı, iddia edildiği gibi fabrika ayarlarından sapmış bir AKP’ye ilişkin itiraz ya da daha liyakatli, işte “Ben yaparım” diyen Babacan ya da “Daha önce ben yaptım” diyen Davutoğlu’nun parladığı bir tablo değil. Mesela ilginç biçimde, hiç olmaz denilen şey; CHP’ye filan daha fazla kayma var, İYİ Parti’ye daha fazla kayma var AKP’den. Çünkü bu çözülme, iktidar partisinden çözülme; daha yapısal bir çözülme. Yani o artık sadece kimlik üzerinden bakmayan, kendi birtakım meseleleriyle ilgili memnuniyet skalasında kendisine muhatap bulamayan ve bundan rahatsızlık duyan ya da buranın artık kendisine benzer insanlar olmasının yeterli olmadığını düşünen bir siyasi tercihle ilgili. Zaten hep tartışıyoruz ya? Muhalefetin stratejisi bu kopan seçmene ya da kopması muhtemel seçmene daha yakın görünecek isimlerle mi sonuç alabilir? Onları ürkütmeden, kendisine böyle mi kazanabilir? Bu tartışma senelerdir yapılıyor. Bu partiler doğmadan önce de yapılıyordu. Yoksa “Tamamen bu iktidarın tercihlerinin karşısında, onun yaptıkları karşısında ve yapamadıklarına cevap verecek bir dille mi bunların desteğini alır?” tartışmasını canlı tutan bir şey. Evet, yani demek ki birazcık benzeyen, onları ürkütmeyen aktörler o kadar da câzip değilmiş. Yani buradan bunu anlıyoruz aslında. Senelerce o tür aktörleri deneyerek, muhalefet “Acaba bloklar arasında bir geçiş olur mu?” arayışını sürdürdü. Bununla çok başarılı sonuçlar alınamadı. Şimdi bunun çok daha somut örnekleri var. DEVA ve Gelecek gibi… Artık yani AKP’li seçmenin, kimlik olarak yakın hissettiği kim olur dediğinde, alt alta sayacağın bir sürü isim var orada. Üstelik şu anda, bu partilerin çoğunda, eski AKP’li seçmenin tanıdığı vitrin aktörleri açısından belki şu andaki AKP’den daha fazla isimler var. Yani bildikleri isim anlamında. Çünkü AKP’nin bugün çok az sayıda ismi var, ortalıkta görünen, vitrinde olan. Bakanların bir kısmı zaten partili değil. Hani, başka yerlerden gelmiş, devşirilmiş isimler. Dolayısıyla ben bunun, bu tartışmanın, bu çözülme neden oluyor ve bu çözülmeyle ilgili yeni bir siyasi pozisyon hangi parametrelere göre oluşacak tartışmasını, siyasi tablonun bitirmemiş olmasından… Aritmetik değişiyor ama bu aritmetiği değiştiren dinamiklerle ilgili ezberler henüz değişmiş değil. Bundan kaynaklanan bir… yani birbirini açıklayamıyor. 

Ruşen Çakır: Evet, bu çok verimli bir tartışma aslında ve bunu belli ki yapılacak ilk seçimlere kadar bayağı bir konuşacağa benziyoruz. Çünkü bir ara grafikleri çıkar gibi oldu, özellikle DEVA’nın. Ama sonra belli bir şeyde etkisi azaldı. Bizim mesela ilk yaptığımız yayınlarda acayip büyük ilgi oluyordu. Şimdi çok fazla dikkat çektiğinden emin değilim. 

Kemal, son olarak şu meşhur fotoğrafı bir konuşalım. Biliyorsun, Fahrettin Altun bunu şey yaptı… Eski Atatürk fotoğrafıyla beraber yan yana koydu. Yargıtay açılışındaki Diyanet İşleri Başkanı ile beraber olan bu fotoğraf… Şimdi bu fotoğraf üzerine aslında bayağı saatlerce oturup konuşabiliriz herhalde. Değil mi? Yani işin içerisinde birçok şey var. Ama şunu söyleyeyim… Sosyal medyada bir takipçimin şöyle bir refleksini gördüm, çok isabetli buldum. MetroPOLL araştırması haberine yaptığı bir yorumda… ‘‘İşte, bu fotoğrafı o yüzden veriyor’’ demişti. Bu fotoğrafta tabii ilk başta görülen, yargının siyasi iktidara ne kadar bağımlı olduğu, yargının nasıl din ile de iç içe geçtiği… — ki örneklerini gördük. Laiklik meselesi… Ama esas hikâye sanki… Tabii ki onların hepsinin ayrı ayrı önemi var, ama esas hikâye; artık Erdoğan’ın iktidarını korumak için yapabileceği tek şeyin bu olduğunu çağrıştırıyor bana. Bunun da pek işe yarayacağını sanmıyorum. 

Kemal Can: Çarşamba günü konuştuk ya “Adını Koyalım”da. Aslında iktidar, şu andaki iktidar, önümüzdeki seçime, hatta şu anda iktidarda olmasının meşruiyetinin kaynağını, kendisinin devlet olduğu ve bütün devlet kurumlarının kendisine tâbi ya da kendisiyle ortak davrandığını gösterme üzerine kuruyor. Yani mesela “Seçime devleti sokuyor,” dememin nedeni oydu, ya da buna başka kavramlarla da yaklaşabiliriz. Ama işte, Murat Yetkin’in orduyla ilgili ve Akar’ın rolüyle ilgili kısmını konuşmuştuk. Bu da yargıyla ilgili mesele… Yani düşün, adlî yılın açılışı yapılıyor, bütün yüksek yargı organlarının mensupları Cumhurbaşkanı’nın bir tür hizasında sıralanıyorlar ve hemen yanı başında Diyanet İşleri Başkanı. Bu ortaklığın ideolojik çerçevesini çizen biçimde duasıyla, adlî yılın açılışını yapıyor. Üstelik de bu tablo…

Ruşen Çakır: Yargıtay’ın yeni binasının açılışı, yani adlî yılın açılışına denk getirdiler.

Kemal Can: Tabii ki o öyle, ama o resmin niye verildiğini biliyoruz. Zaten bu Boğaziçi davasında, çocukların davasında Adalet Bakanlığı’nın yazdığı yazıdaki dinî referans, mahkeme kararlarına giren meseleler, daha önce çeşitli yüksek yargı organları başkanlarının mevcut iktidara ve Erdoğan’a bağlılıklarını bildiren tutumları, Devlet Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi pek sevmedikleri kararlar verdiği zaman rahatlıkla “Burayı da kapatalım artık” diyebilmesi… Yani anayasal bir kurumun kapatılmasıyla ilgili ulu orta konuşmak bu kadar kolay olmamalı. Ama bunların toplamındaki resim şu: Artık devletin bazı organları, işte ordusuyla, emniyetiyle, bürokrasisiyle, RTÜK’le, kurumlarıyla, yargısıyla… Yargı kararlarının tamamı böyle zaten. Yani işte, ister Osman Kavala davasına bak, ister en küçük bir idarî davaya bak, bunların hepsinde, bu iktidarın belirleyiciliği ve bu kurumların belirleyiciliğine karşı herhangi bir direnç ve farklı bir tavır göstermediğini görüyoruz. Yani o hep konuşulan devletin kurumsal kapasitesi meselesinin, artık doğrudan iktidar ortaklığı üzerine kurgulandığını görüyoruz. Bu resim de bunu tamamlıyor. Tıpkı Yenikapı resmi gibi, buraya bir de işte –o da çok konuşuldu– Kılıçdaroğlu’nun davet edilmesi ve orada resme girmesi, aslında başka bir tartışmayı da açıyor. Çünkü iktidar şunu sağlıyor: Bu devletin bütün kurumlarıyla birlikte “ben…” Tabii Erdoğan bunu söylüyor. “Bunları hepsi benimle birlikte.” Yani “Bana karşı ya da benimle sorunu olan bir şey yok ortada. Devlet, biz parti olarak, parti devleti haline dönüşmeye değil; devlet bizimle birlikte hükümetin parçası artık. Dolayısıyla muhalefet var, bir de devlet var.” İşte Bahçeli de buna dayanarak diyor ki: “Ülkeyi bunlara bırakamayız.” Çünkü bu devletin bir sahibi var, ideolojik olarak bir çerçevesi var ve buna da kimsenin itirazı yok… Gösterilmek istenen resim bu. 

Ruşen Çakır: Geçmişte “Şeriatçılara bırakılmayan devlet” argümanının yeni bir versiyonu aslında bu. Sonuçta, o tarihteki Yüksek Yargı da başka bir şekilde yine devletin bir parçası olarak yer alıyordu. Sen biraz önce sözünü ettin. Osman Kavala’dan bahsettin. 1400 günü de aştı artık ve ona buradan bir selam yollayalım. Türkiye’de hukuk devletinin olmadığının tek başına kanıtı olarak, 1400 günü aşkın süredir karşımızda duruyor. 

Bu haftayı burada noktalayalım, biraz erken bitirelim. Çok uzatıyorduk. Bu hafta biraz erken bitsin. Aslında konuşacak başka şeyler de vardı, ama nasıl olsa devam edeceğiz. Evet, var mı söyleyeceğin bir şey Kemal? Kapatalım dükkânı.

Kemal Can: Zaten bu “Haftaya Bakış” diye konuştuğumuz şeyler aslında, böyle haftalık olaylar gibi değil; sürmekte olan ve muhtemelen sürecek olaylar. Dolayısıyla bu başlıkları konuşmaya devam edeceğiz ve bunlar aslında, bu daha önce de konuştuğumuz konuların yavaş yavaş açılmaya ve somutlaşmaya başladığının, hepsinin de işaretlerini veriyor. Yani çarşamba günü bir şey konuşuyoruz, hemen onu tamamlayan resimler ve adımlar peşinden geliyor. Bir anket açıklanıyor, hemen onun arkasından o anket ve benzeri verilerin nasıl taktik hamlelerle karşılanmaya çalışıldığını görüyoruz. Bence bu hareketliliğin artacağı bir döneme doğru da ilerliyoruz galiba. 

Ruşen Çakır: Bu arada son bir not. Görmemişsen bugün İsmail Saymaz, avukatlar üzerinden Sedat Peker’e sorular yollamış ve soruların cevaplarını yayınladı. Orada şey diyor: Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri, “Buradan, başka ülkeleri suçlayan videolar çekemezsin” demiş. Bu açıklıkta ilk defa söyledi ve Sedat Peker’in de Türkiye-BAE yakınlaşmasının, Sedat Peker’in susması ya da video çekmemesi –ki son dönemde Twitter paylaşımlarını da azalttı– onun da diplomatik bir pazarlığın konusu olduğu iyice netleşiyor. 

Kemal Can: Evet. Ayrıca biraz önce söylediğim gibi, devletin bütün kurumlarıyla “Ya bana tâbi, ya da benim ortağım” demenin bir başka yolu bu; dış politikada da, ekonomide de böyle… Dış politikada bazıları birtakım tavizlerle, bazıları pazarlıklarla sağlanan şey… Mesela BAE diyor ki: “Buradan, başka ülke adına, onları kötüleyen…” Halbuki Sedat Peker ülkeyi kötüleyen değil; bir iktidarın bir parçasını… Ama ona şey muamelesi yapmış oluyor, BAE’ne şunu demiş oluyor: “Burada ülkeyi ben temsil ediyorum, devlet benim”. Yani dolayısıyla mesela NATO ile ilişkilerde de –Murat Yetkin yazısında tartıştığımız gibi– BAE ile Katar ekseninin oluşmasında filan da bu iktidarın ve Erdoğan’ın, bütün devleti ve devletle ilişki kuran herkesi, kendisiyle birlikte ya da kendisiyle uzlaşan olarak gösterip, diğer herkesi dışarıda tutan bir tavra doğru ilerlediğini gösteriyor. Bu sadece içeride sınırlı değil; diğer aktörlerle de… Çünkü BAE Sedat Peker’i durduruyor, aynı zamanda para getiriyor filan gibi sistematik biçimde ilerleyen sonuçları olacak. Batı’nın tavrını zaten biliyoruz. Yani “Bize Erdoğan lâzım” açıklamasını yaptırdı zaten onlara.

Ruşen Çakır: Evet Kemal. “Haftaya Bakış”ı noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Çarşamba günü “Adını Koyalım”da yine birlikte olacağız. İyi günler dileyelim izleyicilerimize. Haftaya buluşmak üzere…

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.