Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (56): Sosyal medya ile serüvenim

Gazetecilik anılarımın 56. bölümünde, başta Twitter olmak üzere sosyal medya uygulamalarıyla ilişkimi; bunların yararlı ve sorun çıkarıcı yönlerini, örnekleriyle anlatmaya çalıştım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in 56. bölümünde sosyal medyayla olan mâcerâmı anlatacağım. Bitmemiş bir mâcerâ; herhalde ölene kadar da sürecek, öyle gözüküyor. Ya da hani Alzheimer falan olursam, belki o durumda ara veririm, bilemiyorum. Çünkü bizim mesleğimizle artık iç içe bir şey, yok saymamız mümkün değil; ama çok imkân sağlamakla berâber, aynı zamanda da çok soruna yol açan bir olay. Zorlandığım çok oldu; hattâ bir ara, ilk Twitter’a girdikten bir müddet sonra çıktım, büyük bir panikle hesâbımı askıya aldım; ama sonra mecbûren geri döndüm. Çünkü yaptığımız iş, özellikle Medyascope’la berâber, sosyal medya ve özellikle de Twitter’ı biz gazeteciler için çok daha elzem bir mecrâ olarak kullanmayı zorunlu kıldı. “Gomaşinen”in bu bölümünde bunu anlatmamın nedeni, geçen hafta sonu Twitter’daki engelli hesapların tümünün engelini kaldırmaya karar vermem oldu.

Neden karar verdim inanın bilmiyorum, öyle aklıma esti diyeyim. Bir cumartesi günü başladım; önce ağır ağır kaldırdığım hesaplara bakarak, kimmiş neymiş diye, sonra çok zaman aldığı için hızlı bir şekilde, seri bir şekilde… tabii bu arada bildiğim birtakım isimler, isimlerini vermeyeyim ama neden engellediğimi bildiğim birtakım isimler de oluyordu. Yani elim engeli kaldırmaya gitmiyordu; ama dedim ki: “Ya, madem böyle, hepsini kaldırayım”. İstisnâsız hepsini kaldırdım. Ve bu ertesi güne de sarktı; pazar gününe de sarktı. Yüzlerce, hatta birkaç bin hesâbın engelini kaldırmış oldum. İçlerinde birbirinden çok farklı hesaplar vardı; onları da profillerinden anlıyordunuz. Zâten önemli bir kısmının hesap profillerinde Türk bayrakları vardı, Erdoğan resimleri vardı ya da isimlerinde, kullanıcı isimlerinde “Reis”, “Reisçi” gibi tâbirler vardı. Ama onun dışında epey sayıda Kürt, Kürtçe olduğunu anladığım bâzı isimler de vardı. Kendini solda gören, benden daha solda gören ya da beni yeterince solcu bulmadıkları anlaşılan kişiler de vardı; orak çekiçli hesaplar da bayağı birbirinden farklı, yani Türkiye’deki tüm fikir hareketlerinden ya da siyâsî duruştan kişileri engellemişim. Bu da şu anlama geliyor: Birbirinden farklı kişiler de benimle uğraşmış, bana sataşmış; kimisi hakaret etmiş, kimisi kendince aşağılamış vs.. 

Tabii bunların bir kısmı, asla böyle bir şey yapmadıklarını, sâdece eleştirdiklerini söylüyorlar; ama şuna eminim: Kimseyi eleştirdi diye engellemiş değildim. Her neyse, doğru ya da yanlış, bunları kaldırmaya karar verdim ve bundan sonra da Twitter’da bir daha kimseyi engellemeyeceğim — engellememeye çalışacağım diyeyim. Çünkü kaldırdıktan sonra, özellikle engeli kaldırmış olduğum bâzı kişiler yine sataşmaya başladılar, “Tekrar beni engelle” diye ricâ edenler oldu; ama engellememeye kararlıyım, bakalım ne kadar gidecek? Sosyal medyada birçok mecrâda varım, mecbûren varım; ama en çok Twitter’ı kullanıyorum; Facebook, Instagram gibi mecrâlarla çok fazla ilgilenemiyorum. Youtube tabii ki en önemlisi; Youtube daha farklı bir şey, ama özellikle Youtube’da izleyici yorumlarının hepsini okumaya ve mümkün olduğu kadar da cevap vermeye çalışıyorum. Youtube’un durumu çok daha farklı; o doğrudan yaptığınız videolara yönelik yazılan şeyler. Eskiden izleyici yoktu bizim için; benim için en azından okuyucu vardı; çünkü ben gazeteciliğe dergicilikle, Nokta dergisiyle başladım, sonra Tempo dergisinde çalıştım, sonra gazetelerde yazmaya başladım. Televizyon işi sonradan CNNTürk ve NTV olarak girdi ve şimdi de bir süredir, en azından 2015’ten îtibâren sâdece ve sâdece sosyal medya uygulamaları üzerinden gazeteciliğimi sürdürmeye çalışıyorum. Bizim ilk başladığımız zamanlarda bilgisayar da yoktu. Çok komik gelecek ama, bu hani yaşlıların, morukların ya da şimdiki gençlerin deyimiyle “Boomer”ların  böyle nostaljileri var. Bu iyi bir şey miydi bilmiyorum, ama daktiloyla yazıyorduk. Bilgisayar ben gazeteciliğe başladığımda yeni yeni girmeye başlıyordu; ama daha çok teknik işler için giriyordu. Yani dizgi için ve dergilerin ya da gazetelerin hazırlanması aşamasında kullanılıyordu. Belli bir aşamadan sonra bilgisayarı kullanmaya başladık ;daha sonra da tabii ki internet geldi. Âyet ve Slogan’ı 1990’da yazdığımda, daktiloyla yazdım; ama belli işlemlerini Metis Yayınları’nın –“Macintosh”tu o zaman şimdiki Apple’ın babası diyelim aynı şirketin “Macintosh”larında yaptık– oralarda yeni yeni öğrenmeye başlamıştık. Bu, adım adım gelişti; faks geldi, belli bir tarihte gazeteci olarak faksla tanıştık; daha sonra telefoto vs.. 85’te başlayan birisi olarak bütün bu gelişmelerin hepsini yaşadım; teknoloji sürekli gelişti. Hiç unutmuyorum; bir keresinde Almanya’da Millî Görüş’ün bir faaliyetini izliyorduk ve Milliyet’teydim ben o sıra. Yanılmıyorsam Recai vardı; Recai Aksu Milliyet’in Almanya’daki muhâbirlerinden. Millî Görüş’ün faaliyetinde Erbakan’ın mesajı okunmuştu galiba ya da Erbakan yoktu. Her neyse, hâfızam kötü; orada Recai cep telefonuyla çekti ya da cep telefonu değil kamerayla çekti fotoğrafı bir şekilde, onu Frankfurt’taki merkeze yolladı fotoğrafı ve oradan da Frankfurt’tan İstanbul’a gitti ve o fotoğraf hızlı bir şekilde İstanbul’da yazıişlerinin önüne geldi. Gözlerime inanamamıştım ve Almanya’da olduğumuz için, hani sanki Türkiye’de yok yurtdışında vardı; halbuki Türkiye’de de varmış. Bunların hepsini adım adım izledik gördük. 

Burada tabii teknolojinin gelişimi ve buna bağlı olarak da internetin alabildiğine gelişmesi, yaygınlaşması ve sosyal medya mecrâları… bunlar da adım adım oldu. Meselâ ICQ diye bir chat uygulaması vardı, hâlâ var mı bilmiyorum. Messenger vardı; ilk başta uzaktan görüntülü konuşma olarak Skype vardı, artık eskisi kadar îtibarlı değil. Bütün bunları hem bireysel olarak, ama esas olarak gazeteciliğimizin bir parçası olarak yaşadık. Burada esas vurgulamak istediğim husus, izleyiciyle, okuyucuyla temas kurmanın alabildiğine kolaylaşması. İlk başladığımızda –bir başka “Gomaşinen”de de anlattığımı hatırlıyorum– Nokta dergisinde bir “Okuyucu mektupları” sayfamız vardı, onları da biz genç muhâbirler yönetirdik. Postayla gelirdi bu mektuplar ve o hafta dört beş tâne –zâten tek sayfaydı, bâzen çok mektup olduğu zaman iki sayfa olduğu da oluyordu– orada okuyucu mektuplarını yayınlardık; ama bâzen mektup gelmezdi, biz kendimiz uydurur yazardık. Şimdi oradan geldiğimiz nokta, ağzınızı açtığınız anda çok sayıda birbirinden farklı tepkiyle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. 

Bu aslında gazetecilik için çok iyi bir şey, her anlamda. Her şeyden önce, okuyucu ya da izleyiciyle bu kadar hızlı bir şekilde temasta olabilmek bir kere öncelikle sizin habere ulaşmanızı sağlıyor. Çünkü bu okuyucu ve izleyici temaslarından çok sayıda haber öğreniyorsunuz ya da var olan birtakım haberlerin detaylarını öğrenme imkânınız oluyor. Bir diğeri, tabii ki yaptığınız işin nasıl bir karşılığı olduğunu görüyorsunuz. Bu yaptıklarınıza gelen tepkiler, eleştiriler, kimi zaman size sorulan sorular, aslında biz gazetecilerin çok işine yarayan şeyler. Ama tabii ulaşmanın bu kadar kolay olduğu yerde, kimi zaman da kötülük yapmak isteyenler size aynı kolaylıkla ulaşabiliyorlar; işte burada işler bayağı bir karışıveriyor, can sıkıcı bir hâl alabiliyor. Birçok arkadaşım, “meslektaşım” diyeyim, benimle benzer konumda olan arkadaşım, bu konularda çok rahatlar; onları uzun bir süre imrenerek izledim. Hiç oralı olmuyorlar, cevap vermiyorlar, küfürlere hakaretlere bile ses çıkarmıyorlar, engellemiyorlar. Yani ne denir? “Bırak dağınık kalsın” yapıyorlar, öyle gittiler. Ben onu… nasıl söyleyeyim? Anlayamadım, bana göre değil dedim ve ben genellikle cevap vermeye çalıştım. Kimi zaman kendimi frenlediğim çok oldu; yani nasıl söyleyeyim? Size küfreden birisine cevap verme konusunda bayağı bir zorlanıyorsunuz — ki böyle çok oldu maalesef; birbirinden farklı kesimlerden, birbirinden farklı nedenlerle insanlar, size, yakın çevrenize hakaretler küfürler edebiliyorlar. 

Ben yatılı okumuş birisiyim; dolayısıyla yatılı okumuş birisi olarak bu tür şeyleri de bayağı bilirim ve de refleks olarak –bizim yatılı okullarda böyledir– bu tür şeylerde çok hızlı bir şekilde cevap vermeye alışkın insanlarız. Şu âna kadar böyle yapmadım, nasıl yapmadım ona da hayret ediyorum açıkçası. Ama demin de söylediğim gibi, geçen hafta sonu birden aklıma esti ve ben de o anlamadığım, anlam veremediğim arkadaşlarım, meslektaşlarım gibi olmaya karar verdim. Bakalım becerebilecek miyim? Açıkçası ben de çok merak ediyorum. Ama şu âna kadar ki yaklaşık beş gün oldu, kendimi frenleyebildim. Demek ki bu olabiliyormuş. Burada tabii çok ciddî bir şekilde konuşabilmek, tartışabilmek lâzım; ama Türkiye’de bu imkân var mı çok emin değilim. 

Fikir özgürlüğü nedir? Düşünce özgürlüğü, eleştiri özgürlüğü nedir? Bunun sınırları var mıdır? Varsa nedir? Ve buna, bunlara cevap vermenin sınırları var mıdır? Varsa nedir? Bir diğer husus da, kamusal iş yapan siyâsetçiler, meselâ gazeteciler, bunların birtakım yükümlülükleri var mıdır? Bu çok ciddî bir tartışma konusu, dünyada da yaşanan bir tartışma; Türkiye’de tam olarak yaşandığını sanmıyorum ve de işin ilginç tarafı, esas olarak bu tartışmaya yol açan şey sosyal medya, ama sosyal medyada bu tartışmayı yapmanın çok fazla bir imkânı olamıyor. Şöyle bir örnek vereyim: Çok sayıda kişi, “Siz beni haksız yere engellediniz” diyor meselâ. Hayır, böyle bir şey olamaz diyorum, ama kanıtlayamıyorum. Çünkü bunları bir yerde saklamış değilim; bunları pekâlâ… bir ara, aslında çok ilginç, ilk günlerde saklayayım dedim, yani bir başladım; ama sonra çok anlamsız geldi. Şimdi böyle bir şeyi yapamıyorsunuz; bir de tabii en önemli hususlardan birisi de buanonimlikmeselesi: Siz açık kimliğinizle yazıyorsunuz, karşınızdaki insanların bayağı bir kısmı anonim hesaplarla yazıyorlar. Karşınızdaki kişiyle gerçek anlamıyla yüzleşebilmenizin imkânı yok; gerçek kişiliğiyle yüzleşmenizin tek yolu adlî mercilere başvurmak, yani şikâyet etmek, mahkemeye vermek. Bizden gizlenen, benden gizlenen kişi aslında devletten gizlenmiyor; çünkü IP numarasından ânında kim olduğunu saptıyorlar. Bugüne kadar hiç kimseyi mahkemeye vermiş değilim, vermeyi de açıkçası düşünmüyorum. Çoğu kişi bâzı durumlarda vermemi öneriyorlar; ama onunla uğraşabilecek durumda değilim açıkçası. 

Şu âna kadar hakkımda açılmış iki tâne önemli dâvâ vardı. Bunlardan birisini Adnan Hocacılar açmıştı, dâvâ düştü; bir diğerini de Haydar Baş –koronavirüs salgının ilk dönemlerinde hayâtını kaybeden Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Haydar Baş, ki aslen kendisi bir Kadirî Tarikatı’nın şeyhidir– Milliyet gazetesinde yazdığım bir  haberden dolayı açmıştı, o da düştü. Benim mahkemeye verdiğim bir kişi oldu; o da Akit gazetesinin bir dönem Ankara temsilcisi olan –sonra oradan ayrıldı kendisi; bir başka gazetenin genel yayın yönetmeni oldu ve FETÖ soruşturması kapsamında tutuklandı– Yener Dönmez adındaki kişi. Onu da tazminata mahkûm ettirdik, ama tam mahkeme sonuçlandıktan kısa bir süre sonra 15 Temmuz darbe girişimi oldu ve o da hapse girdi, sonra ne oldu açıkçası bilmiyorum. Bir de yakın zamanda Medyascope olarak açtığımız, bu son dönemde bize yönelik saldırıları üzerine OdaTV’ye açtığımız bir tazminat dâvâsı var; ona da daha yeni başvurduk, onun süreci nasıl gelişecek bilmiyoruz. Bunların büyük ölçüde mahkemede vs. de halledilmesine taraftar değilim; ama gerek Yener Dönmez olayı ve şimdi de OdaTV olaylarının bir bakıma ibret anlamında yapmaya karar verdik. Bir öncekini kişisel olarak vermiştim, bu sonuncusunu Medyascope olarak verdik. Medyascope’un yöneticileri olarak karar verdik; ne çıkacağını açıkçası bilmiyoruz, ama haklı olduğumuza kesinlikle eminiz. 

Bunların normal şartlarda demokratik toplumlarda tartışarak, olabildiğince özgürce çözülmesi gerekir; ama 1) Türkiye demokratik bir ülke değil, 2) Türkiye’de hukuk devleti kesinlikle yok. Ama onun ötesinde, insanların tartışma kültürü, âdâbı, hukuku vs.’si konusunda çok ciddî sorunlar var. Kimi durumda iletişimi çok kolaylaştıran, biz gazetecilerin önünü çok ciddî bir şekilde açan sosyal medya mecrâları, bâzı durumlarda alabildiğine soruna ve tatsızlığa yol açabiliyor. Bunun dengesini kurabilenlere helâl olsun. Ben kurabildiğimi sanmıyorum açıkçası; kimi durumda sosyal medya sâyesinde, meselâ Medyascope’un ilk yaptığımız  Periscope yayınları vs. bütün bunlar hep sosyal medya sâyesinde oldu. Tabii ki artısı çok fazla var, eksileri nispeten daha az; yani kurumsal olarak baktığımızda, Medyascope olarak aslında sosyal medyanın bize getirdiği şeyler çok daha fazla; götürdüğü çok fazla olmayabilir, ama kimi durumda öyle tatsız saldırılara mâruz kalıyoruz ki –kimisi örgütlü kimisi örgütsüz– insan gerçekten bu işlerle uğraştığına pişman olabiliyor. Şimdi, işte geçen hafta sonu aldığım karar sonucunda, sosyal medya deyince ilk akla gelen Twitter olduğu için orada yeni bir davranış biçimini benimsemiş durumdayım. Allah sonumu hayır etsin diyeyim, çok da fazla uzatmayayım, burada noktayı koyayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.