Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

BOP çöp oldu

Her ne kadar Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesini Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir sonucu olarak görenler olsa da, gerek bu ülkede, ama özellikle Tunus, Fas, Mısır gibi Arap ülkelerinde yaşanan İslami hareketlerin bariz başarısızlığı bu projenin çoktan sonlanmış olduğunu gösteriyor.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Bugün ikinci kez karşınızdayım. Biraz dünyadan konuşmak istiyorum; ama dünyanın içerisine Türkiye’yi de katarak, çünkü mâlûm, o meşhur Büyük Ortadoğu Projesi’nden söz etmek istiyorum — bizde BOP olarak kullanılıyor. Önce Büyük Ortadoğu Projesi olarak kullanıldı dünyada; Amerika Birleşik Devletleri’nde, Washington’da üretilen bir projeydi, daha sonra içerisine Kuzey Afrika da katıldı, Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olarak geçti. Bu, esas olarak, 11 Eylül saldırılarının ardından, yani 20 yıl önce, buna karşı ne yapmak gerektiği sorusu üzerine şekillenmiş bir projeydi. Şöyle bir akıl yürütme yapıldı: “Buralarda, İslâm dünyasında radikalizm var, ya da “violent extremism”, şiddete başvuran aşırılıklar var ve bunlarla mücadele etmenin yollarını bulmamız lâzım”. Amerika Birleşik Devletleri’nde o sırada oğul Bush yönetiminde etkili olan yeni-muhafazakârlar, yani Neocon’lar şöyle bir mühendislik projesi yapmak istediler İslâm dünyasına: “Buraları kontrollü bir şekilde demokratikleştirirsek, yani buradaki otoriter ve totaliter rejimlerin yerini gücünü daha toplumdan alan rejimlere, ılımlı rejimlere devredersek, –kendi kontrollerinde tabii–, “burada radikalizm vs. türemez ve buralar yeni dünya düzenine daha iyi eklemlenebilir”. 

Yani o âna kadar, Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında Amerikan tercihi olan, otoriter ve totaliter rejimlerle çalışmanın artık pek bir işe yaramadığı, özellikle ve esas olarak İslâm dünyasında buraların bir şekilde bunlardan kurtulması gerektiği, “küresel terörizm” diye tâbir ettikleri El Kaide ve benzeri yapılarla ancak öyle mücadele edilebileceğini düşündüler. Bunun daha evveliyatında Yeşil Kuşak projesi vardı; ama Yeşil Kuşak projesi Soğuk Savaş döneminde birtakım İslâmî yapılarla, komünizmin özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da yayılmasını engellemek içindi; Afganistan işgali bunu esas olarak tetiklemişti, fakat Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonraki süreçte, tehdit zamanla radikal İslâm’a dönüşünce, bu sefer “Ilımlı İslâm projesi” çıktı diyelim — Büyük Ortadoğu Projesi’ni böyle de tanımlamak mümkün. “İslâmî olsun, toplumsal bir karşılığı olsun, ama ılımlı olsun, bize tâbi olsunlar” şeklinde bir yaklaşım benimsendi ve bunun için birtakım yatırımlar yapılmaya başlandı. Bu yatırımlar özel olarak mâlî anlamda, finansal yatırımlar, ama esas olarak da bu ülkelerin birçoğunda meşru, ama yasadışı — öyle diyelim. Mesela Müslüman Kardeşler, İhvan, Mısır başta olmak üzere birçok ülkede yasadışıydı; ama yasal faaliyetler yapmasının da önü tıkanmıyordu. Yani, birtakım meslek kuruluşlarında, şurada burada örgütleniyorlardı, kendi adlarını taşımayan birtakım partilerde faaliyet yürütebiliyorlardı; fakat Müslüman Kardeşler olarak yasal faaliyet yürütemiyorlardı. Buralara yönelik olarak, bu tür yapılara yönelik olarak bir diplomatik açılım oldu ve bunlar teşvik edildi. 

Bunlar teşvik edilirken tabii ki rejimler de bu konuda birazcık uyarıldı –öyle söyleyelim– ve bir ılımlı İslâmîleşme yaklaşımı önemli oldu ve bu noktada, Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının da, Washington’da hakkında farklı görüşler olmakla birlikte, kimileri tarafından bir model olabileceği, yani İslâmcılık’tan gelip ılımlı bir yönetime dönüşmeye örnek teşkil edebileceği; Batı yanlısı, Amerika’yla işbirliği yapan, ABD’nin stratejik ortağı, İsrail’le de ilişkili –yani Başbakan Erdoğan’ın İsrail ziyareti vs. hepsi ortada, Avrupa Birliği’ne tam üyelik projesi–, dolayısıyla Türkiye de bu projenin içerisinde önemli bir yer tutuyordu ve zaten bu proje bağlamında da birtakım görevler üstlenmişti Türkiye — eş başkanlık gibi. Bu olayın uzun süre önce noktalanmış olduğunu düşünüyorum. Bunu birkaç kere de dile getirdim. Aslında son dönemde hâlâ Türkiye’de “BOP, BOP” diye söylenen şeylerin bir karşılığı yok; çünkü bu çoktan rafa kalkmış bir projeydi. Belli bir tarihte tıkanmıştı; zaten bunun mimarları da heyecanlarını erken tüketmişti, çünkü özellikle Arap dünyasında toplumsal hareketleri, sivil toplumu güçlendirmek gibi hususlar çok masraflı, çok zor ve yeni sorunlar doğurabilecek projeler olarak görüldüğü için, bunu zaten Washington çoktan askıya almıştı; adı var kendi yoktu ve belli bir tarihten itibaren bu tam anlamıyla sümenaltı edilmişken, birden Arap Baharı patlak verdi. 

Arap Baharı 2010 sonu Tunus’ta başlıyor, daha sonra 2011 başında 25 Ocak’ta Mısır, 15 Şubat’ta Libya, ardından Suriye’de iç savaş, böyle teker teker kaleler düşüyor ya da düşmek üzere ve tekrar bu olay gündeme gelir gibi oldu. Arap Baharı’yla beraber o büyük Ortadoğu Projesi’nin yeniden gündemde olduğu sanıldı. Ben onun tam öyle olduğu kanısında değilim. Zamanında yapılmış yatırımların geç de olsa hayat bulmasıydı ve büyük ölçüde toplumsal dinamiklerle giden bir hareketti; fakat burada Tunus, Mısır, Libya gibi yerlerde rejimler teker teker devrildi. Suriye’nin dişli çıkması, yıkıma izin vermemesi büyük ölçüde işin rengini değiştirdi. En büyük kırılma noktası o oldu. Normalde beklenen –ki Ankara da bunu bekliyordu– Suriye de kısa bir süre içerisinde yıkılacak ve bütün buralarda Müslüman Kardeşler ve benzeri yapıların güçlü olduğu, belirleyici olduğu yeni hükümetler kurulacak, Türkiye de onların bir tür hâmisi olacak ve bir zamanlar kullanılan, artık kullanılması da bırakılmış olan “muhafazakâr demokrasi” gibi kavramlarla ifade edilecek yeni bir yapı ortaya çıkacak diye beklendi; ama Suriye önce buna çok ciddi bir engel oldu, ardından Mısır’da darbe, Libya’da iç savaş derken, bu olayda tam anlamıyla bütün kazanılmış kalelerin teker teker yıkıldığını gördük, özellikle Arap dünyasında yıkıldığını gördük. 

Taliban’ın Afganistan’da iktidarı zorlanmadan alması üzerine hâlâ bazı yorumlar yapılıyor. Bunun BOP projesi kapsamında olduğu; yani Amerika Birleşik Devletleri’nin bir planı olduğu söyleniyor. Halbuki bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün planlarından vazgeçtiğinin, yenilgiyi kabul ettiğinin ilanıydı, geç kalmış bir ilandı. “İdi” diyorum, hâlâ öyle, çünkü süreç devam ediyor. Bu, Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesi, vakti zamanında bir şekilde hayata geçirilmek istenen BOP’un tam anlamıyla iflâsı, tekzibi anlamına geliyor; çünkü burada bazıları umsa da Taliban’ın öyle ılımlı mılımlı takılacağı yok, bildiğini okuyor, ilk günden yaptığı uygulamalar böyle. En fazla söylediği, “Siz bana karışmayın, içişlerime karışmayın, ben size dünyada sorun çıkartmayayım.” Çin’e, Rusya’ya, ABD’ye, Pakistan’a, İran’a söylediği, hatta bir şekilde Türkiye’ye söylediği bu; ama hiçbir zaman o, bir zaman Amerikalı Neo-conların umduğu, hayal ettiği gibi bir düzen, yani İslâm’la demokrasiyi, evrensel değerleri barıştıran bir düzen falan kurma dertleri kesinlikle yok. Dolayısıyla Afganistan meselesini BOP ’un başarısı değil, tam anlamıyla BOP’un iflâsının, çoktan çöpe atıldığının bir kanıtı olarak görmek gerekiyor; ama bunun da ötesinde peş peşe gelen haberler var. Mesela Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi –ki bizimkinden önce kurulmuş bir partidir, aynı isme sahip–; Adalet ve Kalkınma Partisi son seçimlerde tam bir hezîmet yaşadı. Halbuki yıllardır çok başarılıydı, iktidarı paylaşıyordu. 

Washington’da gazetecilik yaparken bir düşünce kuruluşuna Fas AKP’sinin üst düzey yöneticisi konuşmacı olarak gelmişti ve ben de kendisiyle o sırada, Vatan gazetesi için röportaj yapmıştım. Şunu hatırlıyorum, o günlerde, yakın tarihte bir yerel seçim olacaktı Fas’ta ve AKP yöneticisi şunu söylemişti açık açık: “Biz Kazablanka başta olmak üzere turistik bazı yerlerde aday göstermeyeceğiz.” Neden? “Çünkü gösterirsek kazanmamız yüzde yüz.” Yani “Buralarda kesin biz kazanırız; ama kazanıp, burada turizme zarar gelsin istemiyoruz”. Çünkü kendi imajlarının uluslararası alanda iyi olmadığını biliyorlar, dolayısıyla sorun çıkmasın diye aday göstermediler. Bu kadar kendinden emin bir hareketti ve gerçekten de öyle oldu; ama sonra bir baktık ki, son seçimde resmen hezîmete uğradılar. Bunun öncesinde en başarılı örnek olarak görünen, En Nahda hareketinin olduğu Tunus’ta yaşananları daha önce de konuşmuştuk. Burada, bir cumhurbaşkanı birdenbire geldi, bütün her şeye el koydu ve en son yaptığı açıklamada kendisinin bir tür yeni rejim inşa etmek istediği ve bu konuda siyasî partilerden kendisine ortak aradığı, destekçi aradığı görüldü; birebir eskiden olduğu gibi olmasa da, daha otoriter bir sistemin Tunus’ta yeniden inşası söz konusu olabilir — ki Tunus Arap dünyası içerisinde demokrasi geleneği en yüksek olan ülkelerden birisiydi. Bütün otoriter rejimlere rağmen çok güçlü bir sendikal hareket var vs. ve burası İslâmcılığın da –ki oradaki Nahda hareketi Arap dünyasında Müslüman Kardeşler hareketinden daha farklı, daha Batı’ya yakın bir hareket olarak biliniyor–, onlar da ilk seçimde birinci parti olmuşlardı, iktidarın büyük ortağı olmuşlardı ve hep güçlerini sürdürdüler bir şekilde. Ama şimdi bir kişi gelip bütün bu toplumsal hareketleri etkisizleştirebiliyor. 

Buradan nasıl bir sonuç çıkartmak gerekir? Çok sonuç çıkartmak gerekir. Öncelikle İslâmî hareketlerin, özellikle Arap dünyasındaki İslâmî hareketlerin bulundukları ülkelerin her birinde neredeyse en öne çıkan toplumsal hareketler olduğu bir gerçekti; ama onların hep muhalefette ve dışlandıkları zaman bir çekicilikleri vardı, bunu anlamak gerekiyor ve sonra merkeze doğru geldikleri zaman, burada bütün çekiciliklerini zamanla hızlı bir şekilde tükettikleri, iktidarı paylaşanların çok ciddi bir şekilde yolsuzluğa bulaştığı, ellerinde herhangi bir sihirli değneğin olmadığının anlaşıldığı, sorumluluk yüklendikleri zaman bunun altından kalkmakta çok ciddi bir şekilde zorlandıkları vs. ve en önemlilerinden birisi de aslında o demokrasiyi içselleştirmek konusunda çok ciddi sorunlar yaşadıkları, çoğulculuğa da çok yatkın olmadıkları… bir deney yaşandı bir anlamda. Kimse bu deneyi yaşayalım diye yapmadı bunu; ama şöyle bir akıl yürütmeyle yapıldı: Buralardaki otoriter ve totaliter rejimler gitmek zorunda, daha fazla yürüyemez; fakat bunların yerine gelebilecek olan yegâne güç, ilk güç ya da en öndeki güç İslâmî hareketten. “Bir şekilde bunlarla bir arada yaşamak zorundayız, bunların iktidara gelmesini daha fazla engelleyemeyiz” yaklaşımı bir şekilde hayata geçti; fakat bu iktidarlar, bu hareketler, kimisinde tam geldiler, kimisinde kısmî geldiler, kimisinde iktidar yolunda çok ciddi şekilde tökezlediler ve buralarda çok ciddi bir şekilde kayba uğradılar. 

Bu yayının fotoğrafı olarak, kapak fotoğrafı olarak, Mısır’da Sisi yanlısı gösterilerden fotoğrafları seçtim; çünkü Sisi tam da bu projenin iflâs ettiğinin simgesi, en önemli simgesi; çünkü Arap dünyası deyince ilk akla gelen ülke Mısır ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi, Mursi’nin cumhurbaşkanı olması gerçekten İslâmcılık için, dünya çapında ve özellikle Arap dünyasında en önemli olaylardan birisiydi, dönüm noktasıydı ve Sisi bunu –ki kendisi dindar Genelkurmay Başkanı olarak Müslüman Kardeşler tarafından da bayağı benimsenmiş bir isimdi– o noktayı koydu. Zaten en büyük kopuş noktası odur ve Sisi o noktayı koyduktan sonra çok büyük destekler buldu; Körfez ülkeleri başta olmak üzere, kendilerinin de iktidarlarını kaybedebileceği endişesini taşıyan Emirlikler, Şeyhlikler vs. buna çok ciddi bir destek verdiler ve Müslüman Kardeşler tam bir yalnızlığa mahkûm oldu. El uzatan bir Türkiye, bir ölçüde de Katar’dı; ama biliyoruz ki artık Erdoğan da Mısır’daki Sisi yönetiminin varlığını kabul etmek durumunda kaldı. Yani Mısır’daki darbeyi, Afganistan’da yaşananı, Tunus’ta, Fas’ta yaşananları, bütün bunları Libya’yı, hepsini bir örnek olarak, kanıt olarak koyarken, aynı zamanda bu olayın en büyük hâmisi, sponsoru, mentoru, artık ne derseniz deyin, Erdoğan’ın da resmen havlu atmış olmasını, artık bu gerçekle yaşamak zorunda kalmasını, buradaki İslâmcılar’ın teker teker iktidardan gitmesine en büyük destek veren Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’le tekrar iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmasını görüyoruz — ki özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’ni kendisini devirmeye çalışmakla da suçlamıştır Erdoğan ve çevresi, 15 Temmuz’u kastediyorum. 

Bu İslâmî iktidarların teker teker kaybetmesinin büyük ölçüde bir komplo sonucu olduğuna inanılmasa da, belli bir ölçülerde bir doğruluk payı olabilir, belli ölçülerde; ama esas olarak buradaki sorun, bu yapıların kendilerinin bu yükü taşıyamamalarıdır bana göre. Kendileri de böyle bir komplo tezgâhlandığına inanıyorlar. 15 Temmuz’un arkasında, Fethullahçılar’ın yanında Birleşik Arap Emirlikleri’nin, onun istihbarat servisinin ve birtakım isimlerin olduğuna inanıyorlar, hatta bazılarına yakalama kararı çıkarttılar; ama şimdi, o olayın birinci derecede sorumlusu olduğu düşünülen –ki AKP iktidarı tarafından böyle de lanse edilen– Ulusal Güvenlik Danışmanı Ankara’da, Külliye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilebiliyor. Dolayısıyla bu da artık bu hayalin sona ermiş olduğunun bir kanıtı; artık BOP diye bir şey yok. Uzun zamandan beri yoktu. Bir ara canlanır gibi oldu. Bu çoktan ortadan kalktı. İnsanlar, tabii ki olup bitenleri anlamakta zorlandıkları için ve acele birtakım değerlendirmelerle bütün bunların birer kurgu olduğunu, ABD’nin kurgusu olduğunu ve İslâm dünyasının böylece dizayn edilmek istendiğini düşünüyorlar. Aslında olup biten bir şeyleri değiştirmek isteyip eline yüzüne bulaştıran ve başaramayan, bir yığın kaynağı ve bu ülkelerin kaynağı heder eden ve bu ülkelerin kaderiyle oynayan bir Amerikan yönetimi var. Yönetimler değişti ve en son Biden, bütün her şeyi tam anlamıyla bırakmış durumda. Ortadoğu’dan da büyük ölçüde çekilecek; İran’la nükleer meselesini bir şekilde çözerse, başka şeylere çok fazla bulaşmayacak, kendi hâline bırakılmış bir Ortadoğu, Arap dünyası ve İslam dünyası var. Bu tabii ki hiçbir şeyle ilgilenmeyecekler anlamına gelmiyor; ama o eskisi gibi “Buraları dizayn edelim, şunları iş başına getirelim, şunların önünü açalım” gibi dertlerle, böyle birtakım niyetlerle yoğrulan bir Amerikan yönetimi olacağını sanmıyorum. Çoktan bu işi bırakmış durumdalar ve Biden bunun adını tam anlamıyla koyuyor ve büyük ölçüde kendilerini Çin’le mücadeleye yoğunlaştıracaklar. İslâm dünyası Çin’le mücadele bağlamında bir anlam taşırsa anlam taşıyacak. Evet, bir, 20 yıllık bir zaman dilimi içerisinde birçok ülkede çok önemli değişiklikler oldu; ama baktık ki dönüp başa geldik. Aslında Afganistan’da olan da öyle; 20 yıl önce de Taliban vardı, şimdi de Taliban var. Buralardaki diğer ülkelere baktığımız zaman, Kral, Fas’ta iktidarını İslamcılar’la bir şekilde paylaşmak durumundaydı, artık öyle bir ihtiyacı da yok. Mısır’da Mübarek gitti, Sisi geldi; Tunus’ta Muhammed Bin Ali’nin yerine Kays Said, onun bir tür çağdaş, güne uyarlanmış bir tekrarı olmaya çalışıyor. Libya zaten ne olduğu belli olmayan bir ülke ve Suriye zaten hiçbir yere kıpırdamadı, Körfez ülkeleri de aynı duruyor. Yani, sıfıra sıfır, elde var sıfır; dolayısıyla kimileri hâlâ bunun ciddi bir şekilde çalıştığını düşünse de, BOP denen olay tam anlamıyla çöpe gitmiş durumda. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.