Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (59)- Elazığ’dan iki portre: Sadi Baba ve Hacı Efraim

Gazetecilik anılarımın 59. bölümünde, 1997 Eylül ayı sonlarında Elazığ’da tanıştığım ve her ikisi de daha sonra hayatlarını kaybeden yerel Kadiri şeyhi Sadi Baba (Özen) ile Nakşibendiliğin İskender Paşa kolunun yerel temsilcisi Haci Efraim’i (Yıldırım) anlattım. Bu yayında sözünü ettiğim yazı: Elazığ örneği: Türk-Kürt sınırında İslâmî hayat

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 59. bölümünde, size Elâzığ’dan iki portre anlatmak istiyorum. İkisi de yaşamıyorlar artık. Kendileriyle 1997 yılının Eylül ayı sonlarında Elâzığ’a gittiğimde tanışmıştım. Fransa’da çıkan Les Annales de l’Autre Islam (Öteki İslâmın Günlüğü) adlı bir dergiye, “Kürtlerde İslâm” özel sayısı hazırlanıyordu ve benden de bir yazı istediler. Ben de bunun üzerine, bir araştırmanın ardından, Elâzığ’a gitmeye karar verdim. Çünkü Elâzığ gerçekten cemaatler konusunda çok ilginç bir yer ve sâdece Kürtlerin yaşadığı bir yer değil. Ben bunu zâten, “Türk-Kürt sınırında İslâmî hayat: Elâzığ örneği” başlığıyla verdim. Tam sınırda bir yer ve burada çok güçlü birtakım cemaatler var. İslâm’ın farklı farklı yorumları var, tarîkatlar var, Nurculuk çok güçlü. Gittim buraya ve bir iki gün içerisinde şehrin önde gelen neredeyse tüm İslâmî cemaat önderi ya da mensûbuyla, birtakım entelektüellerle konuşma imkânım oldu. Bayağı ilginç bir deneyimdi. Çok yoğun geçti. Çok kişiyle konuştum. Ardından o yazıyı kaleme aldım. O yazı daha sonra Birikim’in Mart 1998 sayısında da yayınlandı.

Tanıdığım o kadar kişi içerisinde, iki kişi benim çok ilgimi çekti. Kendilerini çok sevdim. Bayağı bir sohbet ettim. Fakat gazetecilik böyledir; daha sonra kendileriyle bir temâsım olmadı. Fakat 2013 yılında, tesâdüf eseri, bunlardan Sadi Baba’nın –gerçek adı Sadi Özen– hayâtını kaybettiğini öğrendim. 11 Şubat 2012’de ölmüş. Ben bunu bir yıl sonra öğreniyorum. 74 yaşındaymış ve Elâzığ’da hayâtını kaybetmiş. Çok üzüldüm ve onun yakınlarına ulaştım. Yakınlarına ulaşınca hastalığını anlattılar, uzun sürmüş. Ardından onlara, o târihte tanıdığım o ikinci ismi sordum: Hacı Efraim, “O ne yapıyor?” diye sordum. Onun da meğer dört yıl önce, 63 yaşında, Sadi Baba’dan daha genç yaşta hayâta vedâ ettiğini öğrendim ve hattâ bunun üzerine “Sadi Baba ve Hacı Efraim” diye Vatan gazetesinde bir yazı yazdım. Şimdi bir anlamda o yazının tekrârı olacak bu.

Neden bu iki kişi? İkisi de bambaşka insanlardı. Birisi Kadirî’ydi; birisi Nakşibendî’ydi. Sadi Baba, “baba” lâfından da anlaşılacağı gibi, Kadirî şeyhiydi. Âileden gelen bir silsile içerisinde babasının yerine geçmiş; ama tarîkatları sorgulayan çok değişik birisiydi. Çok kitap okuyan, kitap yazan –hattâ bir süre kitapçılık da yapmış–, müritlerine de kitap okumasını tavsiye eden ilginç bir adamdı. Böyle çok güzel konuşan, heyecanlı konuşan… Çay bahçesi gibi bir yerde konuşmuştuk. Ben, bir Kadirî şeyhiyle konuşurken onun bir protokolü olur diye düşünüyordum. Böyle 40 yıllık arkadaşmışız gibi, çok samîmî bir sohbetimiz olmuştu Sadi Baba’yla. Elâzığ’da Kadirîlik çok güçlü, daha doğrusu Nakşibendîlik de güçlüymüş; ama Septioğlu âilesi –Nakşibendîliğin oradaki en önemli temsilcisi– siyâsette çok yoğurulduğu için zamanla etkisi azalmış, Kadirîlik daha fazla öne çıkmış ve orada çok sayıda… meselâ bana şöyle demişti Sadi Baba: “Bizim burada 30-40 kadar Kadirî şeyhi vardır. Ben de dâhil kimse kimseye gitmez. Ben de dâhil hiçbirimiz Kur’an’ın potasında erimiş değiliz. Biz yeni yeni Kur’an okuyoruz.” Şimdi Kadirîliğin Elâzığ’da bu kadar yaygın olması çok ilginç bir olaydı. Başka yerlerde de illâki vardır; ama orada çok sayıda –Sadi Baba’nın dediği gibi 30-40 şeyh var mıydı emin değilim–, ama çok vardı. Hattâ bir dönem Türkiye’de, 80’li yıllarda bir anlamda İslâmî harekette çok etkili olmuş, İktibas dergisini çıkartan Ercümend Özkan vardı. O da erkenden hayâtını kaybetti. Kendisiyle de tanışmıştım. Hâlâ bir yönüyle efsâne bir isimdir. Ercümend Özkan, tüm Türkiye’yi dolaşırdı, konferanslar verirdi. Ama en önemli özelliklerinden birisi tarîkat karşıtlığı, hattâ düşmanlığıydı. O, Elâzığ’a geldiğinde şöyle dediği rivâyet edilir: “Ya, burası Sicilya’dan beter. Her yerde karşınıza babalar çıkıyor” demiş. Benim karşıma çıkan –başka Kadirî şeyhleriyle de konuştum—, meselâ bir dönem Refahyol hükümetinde bakanlık yapmış olan Ahmet Cemil Tunç’un babası Molla Bahri vardı, onunla da sohbet etmiştim. İlginç bir şekilde onun da en çok Şiîlikten ve Vahhabîlikten yakındığını hatırlıyorum. 28 Şubat’ın etkileri sürüyordu. Çok ciddî bir şekilde cemaatler tedirgindi, 1997 Eylül’ünde, Eylül ayının sonlarında. Ama o çok alâkasız bir şekilde –bilmiyorum artık– Türkiye’nin en önemli sorununun, Şiîlik ve Vahhabîlik ve onların propagandaları olduğunu söylemişti — bunu bir parantez içerisinde demiş olayım.

Sadi Baba, gerçekten çok renkli birisiydi. “Hüzün evi” anlamına gelen Dar’ul Hazen adını vermiş dergâhına ve Muaviye’yi eleştiren –hattâ kitabı vardı, Sünnîliği çok ciddî bir şekilde eleştiren ve 19. yüzyıl, 20. yüzyıl başı İslâmcı isimlerini okuyan, onları çok önemseyen, Muhammed İkbal’i, Seyyid Kutub’u önemseyen, aslında o modernist denebilecek İslâmcılığa daha yakın birisiydi. Fakat bunu Kadirî şeyhliği üzerinden yapıyor olması bambaşka bir olaydı. Başkalarına da sormuştum, ona da sordum: “Niye burada Kadirîlik bu kadar yaygın?” diye sorduğumda –bunu başkaları da söyledi, ilginç bir şekilde– demişti ki: “Kadirîlik’te zikir sesli yapılıyor, yani içten değil sesli olarak yapılıyor ve müzik de kullanılıyor. Bu, Elâzığ’da çok daha fazla rağbet görüyor” demişti Sadi Baba. Daha sonra, vefâtının ardından birkaç kitabını daha bastılar. Hattâ bana da o kitapları yakınları yollamıştı. Onunla şöyle bir sohbetimizi hatırlıyorum, onu not da almışım, yazıda da yazmışım: “Ne işin var Elâzığ’da?” diye bana sormuştu. Ben de — bunu çok söylerim: “Ne yapalım? Ekmek parası” demiştim. Bana şöyle cevap vermişti. “Olur mu? Sen gazetecisin. Sen şeyh misin? Sen yazarsın, ulvî bir iş yapıyorsun. Ekmek parası için bizim gibi şeyhler dolaşır” diye bayağı bir dalga geçmişti. Ama aslında bunun çok ciddî bir tarîkat eleştirisi olduğunu düşünüyorum – ki o da öyle yapıyordu. İçeriden tarîkat eleştirisi yapan, çok nev’i şahsına münhasır bir isimdi.

Diğer isim; Hacı Efraim, Efraim Yıldırım. O şeyh değildi. Nakşibendî İskenderpaşa Dergâhı’nın oradaki temsilcisiydi. Gübre ticâreti yapıyordu. İlginç bir dükkânı vardı ve kendisiyle tanıştık. Beni tanıyordu. Âyet ve Slogan’ı okumuştu. Zâten çok okuyan birisiydi ve kendisiyle bambaşka bir tartışma yaptık. Yani o gübreci dükkânında, kendisiyle o kadar uzun konuştuk ki… ve çok etkilemişti beni. Çok değişik birisiydi; kılık kıyafeti, her şeyi tam bir tasavvuf ehli gibiydi. Ama tasavvufu, tarîkatları, meselâ bir Sadi Baba gibi eleştirmiyordu. Ama her şeyi biliyordu, her şeyi tâkip ediyordu ve –tam da dediğim gibi 28 Şubat’ın ilk zamanları, Eylül sonu– bütün bu yaşananlarda, İslâmî hareketin kendisini bir sorgulaması gerektiğini düşünüyordu ve sorguluyordu. Hacı Efraim’in en çok dikkatimi çeken yönü; kendisinin İskenderpaşa Cemaati’nden olması tabii ki. Çünkü İskenderpaşa Cemaati, Âyet ve Slogan’ı okuyanlar bilir, benim kitabımın ilk bölümüdür, en çok üzerinde çalıştığım bölümlerdendir. Onların dergilerini satır satır okumuştum, Esad Coşan’ın kendisini tanıma imkânım olmadı; ama çevresinden çok sayıda kişiyle görüşmüştüm. Benim en önem verdiğim cemaatlerden birisiydi — artık eski etkisi kalmadı ama. Orada, o târihlerde Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Erbakan’la bir kavgaya girmişti ve Erbakan’la yollarını ayırmıştı, Refah Partisi’yle. Çok öncesinde ayrılmıştı İskenderpaşa’yla Refah Partisi – ki Millî Selâmet Partisi’nin ve Millî Nizam Partisi’nin kuruluşunun temelinde İskenderpaşa vardır. Mehmet Zahit Kotku’nun, bir anlamıyla el vermesiyle kurulmuştur ve bu Millî Görüş hareketiyle İskenderpaşa dergâhı neredeyse özdeş bilinirdi. Fakat Zahit Kotku’nun yerini alan damâdı Prof. Mahmut Esat Coşan, Erbakan’la bir anlamda bir otorite savaşına girdi ve yolunu ayırdı. Fakat Elâzığ’daki temsilci olan Hacı Efraim, hem İskenderpaşacı’ydı hem de Refahçı’ydı. Çok ilginç bir şeydi. Ben bunu sorduğumda, “Ya, nasıl yapıyorsunuz bunu? Hem parti hem cemaat, nasıl yapıyorsunuz?” dediğimde, “Vallahi ben de bilmiyorum. Hiç sormayın. Böyle kalsın” demişti. Belli ki çok zorlanıyordu. Özellikle cemaatin insanları, herhalde kendisinin Refah Partisi bağlılığını istemiyorlardı. Ama o şöyle diyordu meselâ — kendisi tarîkat ehliydi, tarîkat içerisindeydi; ama diyordu ki: “Elâzığ’da, burada tarîkat çok; ama ilme dayalı olan yok. Tarîkata meyil çok; ama ortada bir mihrak, bir câzibe merkezi, bir şahsî, mânevî bir mürşit yok. Bu yüzden herkes herkese teslim olabiliyor.” Bu, içeriden, o târihte yapılan samîmî insanların tarîkat eleştirilerinin ne kadar isâbetli olduğunu, şu günümüzde, AKP iktidârının son yıllarındaki birtakım yaşanan tarîkat olaylarını ve suiistimal olaylarını görünce – ki büyük bir kısmı medyaya, sosyal medyaya yansıdı; suiistimaller, cinsel tâcizler, para işleri vs…. gerek Sadi Baba’nın gerek Hacı Efraim’in nasıl bir sağduyuya sâhip olduklarını bize gösteriyor. Ölümünün ardından çocuklarına ulaştım. Oğlu bâzı notlarını –çünkü gübre ticâretiyle uğraşan birisi; ama gerçekten yerel bir entelektüel profili çiziyordu Hacı Efraim– onun notlarını âilesi kitaplaştırmışlar. Oradan bana bir cümle okumuştu: “Ne mutlu o kimseye ki görünen bu âlemden; görünmeyen, öteki âleme îmanla tebessüm eder.” Evet, o hakîkaten böyle bir tebessüme sâhip birisiydi. Dışarıdan bakıldığı zaman, fizik olarak, kılık kıyafetiyle, açık söylemek gerekirse –ona bir hakaret anlamında kesinlikle almayın, çünkü çok önem verdiğim birisi– bir zamanların karikatürlerindeki o klasik gerici, irticâ karikatürlerini andırabilen birisiydi, fizik olarak, kılık kıyafetle. Ama bence çok ileri bir yerdeydi, çok ilerici pozisyondaki bir insandı. Allah rahmet eylesin her ikisine de.

Elâzığ deyince tabii ki akla Aczimendîler geliyor. Aczimendîleri ayrı bir kalemde anlatmak belki daha ilginç olabilir. Çünkü Aczimendilerin kaynağı Elâzığ, bunu biliyoruz ve kendileriyle de tanışıklığım oldu. Müslüm Gündüz’le hem 28 Şubat sürecinde tanışmıştım, yıllar sonra da NTV’de Mirgün Cabas’la birlikte bir “Yazı İşleri Özel” programı yapıp onu çıkartmıştık. Hâlâ Aczimendîler bir şekilde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ama onu ayrı bir yerde, ayrıca bir “Gomaşinen”de değerlendirebilirim. Müslüm Gündüz’ü ve Aczimendîliği bu bölüme katmayalım.

Elâzığ’da bir de Hacı Bey vardı. O tabii, Hacı Bey dediğim: Hulusi Yahyagil. Nurculuğun önde gelen isimlerinden birisi. Askerken, kıdemli yüzbaşıyken 1929’da, Isparta Eğirdir’de Said Nursî’yle tanışmış ve ona bağlanmış, onun tâkipçisi olmuş. Emekli olduktan sonra Elâzığ’a yerleşmiş. Ama kendisi tabii ki hayatta değildi. Onun tâkipçileri vardı. Onları da izlemiştim. Gerçekten Türkiye’nin her yerinde birtakım ilginçlikler var. Meselâ Elâzığ başlı başına, bu tür cemaatlerin bol miktarda olmasıyla dikkat çekiyor. Hemen komşusu ve belki de en büyük rakibi olan Malatya’da ise, benim tanık olduğum 80’li yıllarda ve 90’lı yılların özellikle başlarında, radikal İslâmcılık çok öne çıkıyordu. Malatyalılar Grubu diye bir grup vardı. Bir yerde cemaatler, bir yerde cemaat karşıtı gençlik grupları. Bir de Malatya’da, iki ayrı Sait’in yürüttüğü iki ayrı entelektüel faaliyet de vardı. Sait Çekmegil’le, — diğerinin soyadı… O da Sait’ti. Şimdi soyadı gelmedi aklıma. Sait Ertürk olması lâzım, o ikisinin yürüttüğü bir şey vardı. Belki Malatya’yı da ayrı bir “Gomaşinen”e saklayabiliriz.

Cemaatler… Evet, çok cemaat var Türkiye’de. Bunların büyük bir kısmı Türkiye çapında, hattâ yurtdışında da bağları olan cemaatler. Ama en ilginci –Elâzığ olayı bana bunu göstermişti–, yerel cemaatlerin hepsinin ayrı ayrı birtakım ilginçlikleri var, farklılıkları var. Kimisi çok tutucu, kimisi çok kapalı, kimisi çok açık, kimisi az da olsa Sadi Baba gibi isimler çıkartıyor. Benim gazetecilik hayâtımda, özellikle ilk yıllarım büyük ölçüde İslâmî hareketi ve cemaatleri tâkip etmekle geçtiği için, değişik yerlerde böyle değişik anılarım oldu, tanıdığım insanlar oldu. Ama tekrar söylüyorum; gerek Sadi Baba gerek Hacı Efraim bende apayrı izler bıraktılar. Onların çizdiği profille, Türkiye’deki İslâmî hareketin ve İslâmî cemaatlerin çizdiği profilin aynı olmadığını çok iyi biliyorum. Yani onlar istisnâî kişilerdi ve zâten her zaman bu tür hareketlerde en çok dikkat çeken bu istisnâlardır. Onları hep iyi birer istisnâ olarak hatırlayacağım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.