Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (84): Asiltürk sonrası Saadet Partisi, TBMM ve parlamenter sisteme dönüş & Erdoğan-Putin görüşmesi

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Öncelikle Oğuzhan Asiltürk’le başlayalım. Bugün hayatını kaybetti, koronavirüsten. Belli ki tedbir almayı da kabul etmiyormuş, öyle deniyor. 86 yaşındaydı diye biliyorum. Erbakan ekibinin, Millî Görüş hareketinin yaşayan en önemli figürüydü. Hâlâ birtakım yaşlı isimler var, ama o en önemlisiydi ve zaten Saadet Partisi’nde Yüksek İstişâre Kurulu Başkanı’ydı. Millî Görüş hareketini yıllardır izleyen birisi olmama rağmen, Oğuzhan Bey ile hayatta çok az karşılaştım. Çok öne çıkan birisi değildi, biliyorsun. Daha böyle bir, Millî Görüş’ün teknokratı gibiydi. Yani siyasî yönünü çok ortaya çıkarmazdı, ama çok kritik bir rolü vardı. Daha zamanında, Milliyetçi Cephe iktidarları döneminde, İçişleri Bakanlığı gibi önemli bir görevi üstlenmiş bir isim. Şimdi o tabii, işin ilginç tarafı, siyasî hayatının sonunu, son günlerini ve hayatının da son günlerini, Saadet Partisi’ni Cumhur İttifakı’na yaklaştırmaya çalışarak geçirdi. Çok zor bir süreç yaşadı Saadet Partisi. Oğuzhan Asiltürk gibi önemli bir ismi doğrudan karşılarına almak da istemediler. Ama onun yaptığına razı olmak da istemediler. O da önce bir çıkış yaptı, daha sonra çıkışını daha sert hamlelerle… Mesela sosyal medyada uzun paylaşımlar yaptı. Normalde onun yapabileceği şeyler değil tabii ki. Yani sosyal medyada 50 tweet peş peşe atmak filan, ama belli ki bir ekiple çalışıyordu ve onu başaramadı. Bir de biliyorsun, dün Temel Karamollaoğlu Meral Akşener’le buluştu ve buluştuktan sonra da Millet İttifakı’nın ortak birtakım şeyleri saptayacağını söyledi ve bir anlamda Saadet Partisi’nin, Millet İttifakı’nda kalacağının bir vurgusunu da yapmış oldu. Tam ilginç bir şekilde, o oldu, ertesi gün de Oğuzhan Asiltürk hayatını kaybetti. Şimdi burada Saadet Partisi’nin, tabii ki aritmetik hesapta baktığımız zaman her oyun önemi var. %50+1 oyda. Ama Erdoğan’ın, Saadet Partisi’ni yanına çekmek istemesi, bana göre daha çok sembolik bir olaydı. Yani böyle Millî Görüş hareketinin esas gövdesinin Millet İttifakı’nda olduğu bir yerde, Erdoğan ideolojik olarak birtakım şeyler anlatmakta zorlanıyordu ya da birtakım kötülemelerde zorlanıyordu. Din-iman üzerinden suçlayabilme imkânını elinden alıyordu Saadet Partisi’nin Millet İttifakı ile yan yana durması. Özellikle onun için yanına çekmek istiyordu bence. Şimdi Oğuzhan Bey’in hayatını kaybetmesinden sonra, Saadet Partisi’nden ayrılanlar olabilir tek tük, ama bunun artık çok fazla bir etkisi olacağını sanmıyorum ve Saadet Partisi’nin, Millet İttifakı’yla yerinin iyice netleştiğini düşünüyorum. Tabii siyasette hiçbir şey kesin olarak söylenemez ama. Sen ne dersin? Oğuzhan Bey’in bu çabası ve artık akla bununla gelinecek olması… Yani eski bakanlıkları vs. değil de Saadet Partisi’ni Cumhur İttifakı’na tekrar yanaştırmaya çalışan kişi olarak hatırlanacak. 

Kemal Can: Evet, işte siyasetin böyle bir tarafı var. Son yaptığınızla hatırlanıyorsunuz ne yazık ki. Galiba Oğuzhan Asiltürk de belki bu yüzden, dediğin gibi, bu son çabaları ile siyasî rolü hatırlanacak. Ama tabii sen de biraz değindin, Oğuzhan Asiltürk, aslında ilginç bir figür. Yani Millî Görüş’ün sözcüsü olarak öne çıkan, işte tabanla, kitlelerle şununla bununla ilişkisi anlamında çok önde, vitrinde hatip olarak yer alan bir isim değildi. Ama buna karşılık, Millî Nizam hareketinden itibaren, Nizam Partisi hareketinden, Millî Selâmet Partisi’nden itibaren, Millî Görüş hareketinin özellikle koalisyonlar ve başka siyasî yapılarla ilişkisi… bu ittifaklar, koalisyonlar meselelerinde hep çok kritik roller almış bir isim. Yani bu açıdan da çok önemli bir figür. Yani işte 70’li yıllarda CHP-MSP hükümetini kuran görüşme kadrosunun önemli bir aktörü. Bir tarafta Baykal; bir tarafta Oğuzhan Asiltürk aslında koalisyonu çatan ekip. Daha sonra MC’lerde (Milliyetçi Cephe) ve o dönemde çok kritik olan, 70’lı yıllar için bir de düşününce çok önemli, İçişleri Bakanlığı yapmış bir isim. Yani dolayısıyla Asiltürk, bir politik hareketin içerisindeki sembolik karşılığından öte; başka çevrelerle temas kurabilme ve bazı yerlerde de kabul görme… Buna işte İçişleri Bakanlığı dolayısıyla, devlet nezdindeki şeyi de ekleyebiliriz. Böyle bir figür. Böyle bir figürün, aslında bu son dönemde, senin de söylediğin gibi, biraz sembolik gerekçelerle ve ideolojik zayıflıklarını gidermek için Saadet Partisi’ni de ittifaka dahil etme çabası yanında, biraz daha ideolojik bir içerik kazanmış, devlet partisi ya da devlet partisinin iktidarı formunun ideolojik tamamlanması açısından eksik parçayı getirecek bir aktör gibi konumlanmıştı. En azından Erdoğan, birkaç kez, doğrudan göstere göstere, gizli kapalı temaslar yapmanın ötesinde, bu görüşmelerin hepsi medyaya servis edildi. Yani bunlar böyle asıl olarak “Görüşüyoruz, bir şey yürütüyoruz, bir şey pişiriyoruz” fikrinin canlı tutulması için yapıldı. Yoksa bu görüşmeler, hiç kimsenin haberi olmadan da yürütülür. Sonuç alınacaksa da alınır. Ama öyle yürütülmedi. Dolayısıyla senin söylediğin tarafın güçlü olduğunu buradan da anlayabiliyoruz. Özellikle Oğuzhan Asiltürk’e böyle bir misyon yükleyip, Saadet Partisi meselesini Erdoğan böyle konumlamaya çalıştı. Şimdi tabii Oğuzhan Asiltürk’ün vefat etmesi ve şimdi bu denklemin çok belirleyici bir aktörü olarak devrede olmuyor olması, bu operasyonu sıkıntıya sokar. Çünkü burada, senin de yine söylediğin gibi, sayısal öneminden çok, oradaki hava önemliydi ve hatta öyle Oğuzhan Asiltürk bu hamleyi yaparken, bir yandan kendi konumunu da yükselten, işte Millî Görüş lideri filan diye kendini isimlendiren bir pozisyona da yükselmeye çalışıyordu. Yani sadece getireceği oy değil; getireceği prestije yüklenen bir taraf vardı. En azından bunun artık pek mümkün olamayacağını düşünebiliriz. Ama zaten aslında Temel Karamollaoğlu’nun, senin işaret ettiğin gibi, Akşener’le görüşmesi tabii ki sembolik bir anlam taşıyor; ama bu sürecin içerisinde zaten açıkçası Saadet Partisi’nin ve özellikle Temel Karamollaoğlu’nun, Cumhur İttifakı hamlesine çok yakın durmadığını, pozisyonunu epey önceden ilan etmese bile muhalefet blokuna yakın çizdiğini görüyoruz. Şimdi de büyük ölçüde böyle bir yörüngeye doğru ilerleyecek ve geçen “Adını Koyalım”da da konuştuk, seninle geçen hafta da konuştuk. Şimdi bu muhalefet blokunun biraz ortaklık zeminini çizmeye çalışan birtakım metinler de ortaya çıkmaya başladı. İşte, ilki HDP’nin belgesiydi, ama şimdi yine diğerleri arasında da Millet İttifakı ve Millet İttifakı’na katılma olasılığı olan diğer partilerin de birtakım ortak çerçeve metinleri hazırlama çabası içerisinde olduklarını öğreniyoruz, duyuyoruz. Biraz sonra konuşacağımız gibi, Meclis açılışında da Erdoğan’ın söylediği gibi, diğer taraftan Cumhur İttifakı da buna karşılık bir anayasa paketiyle çıkmayı deneyecek galiba. En azından bununla ilgili bir düzen kurmaya çalışacak.

Ruşen Çakır: İstersen buradan devam edelim, bağlayalım bu olayı. Şimdi, Meclis’in açılışı… Hıdır biliyorsun, eski arkadaşımız, Türkiye’nin önce gelen parlamento muhabirlerinden, eski dernek başkanı. Medyascope’un de Ankara temsilcisi olarak fiilen Eylül ayında başladı. Hıdır, bayağı görüştü ve bu sefer, Başkanlık Sistemi’nde ilk defa Meclis’in, şimdi açılacağı dönemde daha kritik bir rol oynayabileceğini söyledi. Şimdi hem bir anayasa meselesi var hem sosyal medya düzenlemesi var vs.. Şu âna kadar meclisi, böyle torba yasaları oylayan bir yere çevirmişti Erdoğan. Ama önümüzdeki günlerde Meclis’in öneminin artabileceğini ve daha fazla Meclis’i konuşacağa benziyoruz. Ama daha önemlisi, iç içe geçmiş bir şey, muhalefetin çabalarıyla tekrar parlamenter sistemi çok güçlü bir şekilde konuşmamızı dayatıyor muhalefet. İlginç, Millet İttifakı’nda yer alıp almayacaklarını bilmiyoruz; ama bütün partiler neredeyse parlamenter sistemde mutabık kalmış durumdalar. Millet İttifakı’nda olmasalar bile… Sen de dedin ya, komisyon var mesela, orada İYİ Parti ve CHP var. Ama diğerleri de oraya gözlemci yolluyorlar ve onlar da katkıda bulunuyor, güçlendirilmiş parlamenter sistem için. Bu çok ilginç bir açı ve bahsettiğin gibi, Cumhur İttifakı’nın bunun önünü kesebilecek yegâne şeyi de yeni anayasa. Ama o yeni anayasanın neresinin yeni olduğu filan, bunların hepsi çok meçhul. O biraz sanki, iktidar da bir şeyleri ortaya atıyor, gündem belirliyor, işte, yeniden yapılanma diye bir derdi var vs. demek için. Hani ne denir? “Dostlar alışverişte görsün anayasası”. Şu zamana kadar açıkladıkları… Zaten şöyle bir perspektif var; hep beraber yapalım, ama olmazsa biz yaparız. Değil mi? Öyle bir tavır izliyorlar. Ben önümüzdeki dönemde, Cumhur İttifakı’nın anayasa girişimiyle muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sistemi gündeme taşıması arasında çok ciddi bir tartışma olacağını, bir de buna tabii ki seçim sistemiyle ilgili düzenlemelerin ekleneceğini düşünüyorum. Sosyal medya yasası, Erdoğan’ın zaten bütün medyayı kontrol eden ya da hepsini olmasa bile ezici bir çoğunluğu kontrol eden Erdoğan’ın çaresizliğinin bir göstergesi olarak ortada var. Orada da olabildiğince, en azından seçime gidene kadarki süreçte, sosyal medyayı da zapturapt altına almaya çalışacak. Ben olabileceğini sanmıyorum. Detaylarını ileride konuşuruz. Yani şöyle bir tablo çıkıyor; bir tarafta “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diyen, birbirinden farklı yapılar – ki HDP de buna dahil oldu. Eskiden HDP’nin mesela açık, böyle bir başkanlık sistemine karşı pozisyonu çok net yoktu benim bildiğim. Saadet Partisi’nin de çok net yoktu. Biliyorsun, Temel Bey sürekli “Olabilir, ama önemli olan denetlemedir” vs. diyordu. Şimdi ama orada bir mutabakat oluşuyor gözüküyor. Detaylar olmasa bile. Karşısında, tam ne olduğunu bilmediğimiz, neyi değiştireceğini de anlamadığımız bir anayasa meselesi ve seçim yasasındaki düzenlemeler meselesi. Burada da tabii iktidar, çoğunluğuyla, hem rakam çoğunluğu mecliste, aritmetik çoğunluk, hem de tabii ki devlet imkânları, medya imkânlarıyla kendi gündemini dayatıp diğerini de bertaraf etmeye çalışacak. 

Kemal Can: Öyle görünüyor. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis açılış konuşmasındaki başlıkları ve havası, bir Meclis açılış konuşmasından çok, her gün televizyonlarda gördüğümüz ya da açılışlarda şurada burada yaptığı konuşmalardan çok farklı değil. Yani işte yine, “Birileri öyle diyor ama, Merkez Bankası’nın rezervi 122 milyara geldi; Kürt sorununu çözdük; marketler yüzünden pahalılık var; dış politikada ne kadar haksızlığa uğruyoruz ama dik duruyoruz” filan, buna benzer temalar… Ama bunların içerisinde Meclis’e dâir, senin söylediğin gibi yani Hıdır’ın da işaretlerini aldığı şey olarak; zaten bütçe görüşmeleri başlayacak, Meclis’in sıkı bir gündemi oluşacak zaten. Ama anayasa meselesini, bir tür Meclis’i aktive etmek, yani parlamenter sistemi tartıştırmak yerine parlamentoyu kendi kurduğu bir gündemle birazcık daha aktifmiş gibi kullanmak niyeti olduğu anlaşılıyor. Ama seçim yasasıyla ilgili bazı kulisler ya da sızmaya başlayan bilgiler, seçimle ilgili çalışmaları bütçe görüşmelerinin sonrasına bırakma eğiliminin oluştuğu yolunda iktidarda. Aslında bunun iki türlü anlamı var. Bir, şey diye düşünülebilir; tam olarak ne yapmaları gerektiğine ya karar veremediler ya uzlaşamadılar diye düşünebiliriz. İkinci ve bana daha mâkul gelen gerekçe ise; aslında erken seçim baskısını azaltmak için seçim yasası değişikliğini kullanmayı düşündüklerini tahmin ediyorum. O da şu; bilindiği gibi seçim yasasında bir değişiklik yapıldığında, bunun seçimde uygulanabilmesi için bir yıl geçmesi gerekiyor. Yani bir yıl içerisinde seçim yapılamıyor ya da seçim eski usûllerle yapılmak zorunda. Dolayısıyla ne kadar seçim yasası değişikliğini biraz ileriye iterlerse, aslında erken seçim baskısını da bir tür üstlerinden kaldırmış oluyorlar ve seçimi biraz daha itmeye çalışıyorlar. Benim anladığım kadarıyla 2023 öncesine gelmemesine ilişkin bir yaklaşım var iktidar cephesinde. Yani mümkün olduğu kadar itmeye çalışıyorlar ve seçim yasası tartışmalarını da seçim yasası değişikliğini de bu amaçla kullanmayı düşünüyorlar. Bu bir varsayım. Elbette tam ne yapacaklarını bilememek ya da anlaşamamak da bir seçenek olarak duruyor. Ama buna karşılık, senin dediğin gibi, muhalefetin, başka konularda zaten ivme alan bir özgüven hamlesi var. Buna karşılık, ortak zeminde bu işte sistem tartışmasını ve güçlendirilmiş parlamenter sistemi daha kuvvetli ve bir ortak iradeye dönüştürerek gündeme getirme çabası var. Buna karşılık bir gündem kurma ihtiyacı var, senin de dediğin gibi. Bu da galiba anayasa meselesiyle olacak. Burada, bir taşla birkaç kuş var. Bir, bir kere muhalefetin atağına bir karşılık. İki, Meclis’i aktive etme. Meclis’i aktive ederek aslında teşkilatlarını ve kendi politik hareketlerini aktive etme. Üç, medya imkânlarını kullanarak, bu gündemi diğer gündemin üstüne çıkartmak. Yani burada çünkü uydurup, kaç aydır, kaç senedir dönüp dönüp, “Reform yapacak, şöyle yapacak, böyle yapacak” lâflarıyla, ne kadar kolay gündem kurabildiğini gördüğümüz için… Yine çok yakın bir zamanda, “tekrar muhalefetle uzlaşma arayacak, başkanlık sisteminden bile vazgeçme ihtimali var”… kulislere yayılan böyle haberler oldu, ama Erdoğan bunu reddetti. Buradan biliyoruz ki kolaylıkla gündem kuramıyor; ama gündemi yönetme enstrümanları yeterince elinde olduğu için, medya ve özellikle televizyonlar aracılığıyla, o imkânı boş gündemlerle doldurabilmeyi sağlıyor. Yani gündem kuramıyor, kendi gündemini tartıştıramıyor; ama başka şeyin üst sıralara çıkmasını engelleyebilecek bir gündem kalabalığı yaratabiliyor. Anayasa meselesini böyle kullanma ihtimali var. Ama ben bunların üzerine, bunlara ek olarak, anayasa paketini biraz, muhalefetin de dengesini bozacak bazı unsurlar içerecek sahici bir tartışmaya çevirebilme ihtimalini de çok yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum. Hatırlarsan ben yılbaşında, bu yıl için bir anayasa tartışması ve belki de bir referandum ihtimalinden, spekülasyonundan bahsetmiştim. Orada kastettiğim şeyin hâlâ olabilirliğini düşünüyorum. O da şu: Bu tartışmalar vesilesiyle, senin söylediğin gibi, hani Parlamento’yu biraz daha aktive etmek, ama başkanlık sisteminden vazgeçip vazgeçmemeyi tartışmadan bunu yapmaya çalışmak, kendi teşkilatları başta olmak üzere kendi tabanını yeniden bir siyasî motivasyonla buluşturmak anlamında, bu anayasa paketini kullanışlı bir enstrümana çevirebilir ve onun içerisine yerleştirebileceği bazı unsurlarla da muhalefet içerisinde de bunun bir karşılık bulmasını yani illa muhalefet bloğunun dağılması ya da oradan birilerinin Cumhur İttifakı’na geçmesi değil; bazı temalar etrafında ayrışmalar yaratmayı deneyebileceğini düşünüyorum açıkçası. Bundan vazgeçtiğini düşünmüyorum.

Ruşen Çakır: Buna niyetlenebilir, ama artık sanki şöyle bir psikolojik hava oluştu Kemal. Yani muhalefet “Biz kazanıyoruz, onlar kaybediyor” duygusunu, özellikle muhalefetin iki ana partisi, duygusunu bayağı bir hissederek yaşıyorlar ve senin de bahsettiğin özgüveni de bayağı bir tahkim ettiler. HDP’nin son açıklaması, yani belgesi buna yardımcı oldu, ya da Sezai Temelli’nin çıkışının ardından oluşan atmosfer de oldu vs.. Dolayısıyla muhalefetten birilerinin, yeni partileri katmıyorum ama esas büyük partilerin, artık Erdoğan’dan ya da Bahçeli’den, ama esas olarak Erdoğan’dan gelebilecek her türlü kafa karıştırma, yanına çekme vs. manevralarına itibar edeceklerini sanmıyorum. Şöyle olabilir belki: “Eyvallah, tamam, olabilir, itirazımız yok” diyebilirler; ama “İşte bak, ne güzel, Erdoğan da herkesin, bizim de benimseyebileceğimiz bir maddeyi getiriyor” gibi bir harekete gireceklerini sanmıyorum. Çünkü artık bayağı bir okumaya başladılar birbirlerini. Erdoğan’ın hamlelerinin sahici hamleler değil; iktidarını muhafaza hamleleri olduğunu çok iyi gördükleri için, ben bu oyuna geleceklerini sanmıyorum. Bir hususu özellikle biraz daha konuşalım isterim. Bu seçim yasası meselesindeki değişiklikler, sen dedin ya hani, daha ertelemek filan, orada şöyle bir husus var. Özal döneminde hatırlıyorsun, Özal bunu çok yapardı. Her seçime yeni bir değişiklikle girerdi. Bana sanki, seçim yasasıyla oynamak –ki bunu diyen birtakım uzmanlar da oldu– çok sakat bir şey. Yani Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimalin çok var ve genellikle seçim yasasına oynamak şöyle, benim geçmişe de bakarak gördüğüm, güçlü bir iktidar partisi daha güçlü olmak için seçim yasasıyla oynayabiliyor ve hakikaten milletvekili sayısını vs. artırabiliyor. Ama eriyen birisinin, gücü azalan birisinin, azalışını durdurmak ya da azalışına rağmen daha çok milletvekili çıkartmak için yapacağı hamlelerin elinde patlama ihtimalinin de çok fazla olduğunu düşünüyorum. Yani dedin ya, bir şık olarak; ne yapacaklarını bilmiyor olabilirler. Bence bunu hiç yabana atmamak lâzım. Şimdi farklı farklı öneriler geliyor biliyorsun. AKP’nin içerisinde birimler var, MHP’de birimler var. İşte Bahçeli’nin %7 barajında anlaştılar belki ama, yok dar bölge, şu bölge, bu bölge… Orada bildiğim, AKP içerisindeki ilgili birimlerde çok ciddi tartışmalar varmış. “Bunu böyle diyoruz ama, bu bizim aleyhimize çalışmasın” gibi. Şunu da yapamıyorsun yani; artık bütün şeylerini koyamıyorsun. Şöyle olunca, şöyle olacak gibi bütün detaylara giremiyorsun. Bir ana hat çiziyorsun. Bir sistem belirliyorsun. O sistemin kendine yarayacağını düşünüyorsun. Ama aynı başkanlık sistemindeki gibi mesela, Erdoğan başkanlık sisteminde “Ben %50+1 oyu alırım ve ondan sonra ülkeyi yönetirim” dedi ve devleti yönetiyor. Ama %50+1 oyu alamadığı andan itibaren, ülke yönetiminin tamamen dışında kalacak. Yani bir süreliğine işine yarayan bir şey oldu, ama aslında başkanlık sistemi kendi kazdığı kuyuya düşmüş oluyor. Normal şartlarda hep diyoruz ya? AKP hâlâ ilk parti değil mi? Birinci parti… Eski parlamenter sistemde olsaydı, girilecek ilk seçimden sonra Cumhurbaşkanı görevi AKP’nin Genel Başkanı’na verecekti. Koalisyon olacaktı muhtemelen. Ona verecekti. Belli bir gücü olacaktı hâlâ veya güçlü bir ana muhalefet partisi olabilecekti. Şimdiki sistemde ne oluyor? Erdoğan 50+1’i alamadığı anda, tamamen sistemin her türlü dışına itilmiş oluyor. Burada da seçim yasası meselesindeki düzenlemelerde de bence böyle bir riskin çok ciddi, onların aleyhine, yani hesapları tutmama ihtimalinin çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir şey artık koptu. Anlıyor musun? Bu, dışarıdan müdahalelerle, sun’î teneffüsle yaşayabilecek bir hasta değil sanki.

Kemal Can: Senin dediğin doğru. Artık bunu zaten konuşuyoruz. Elinde, zaten artık vazgeçtiği için politik enstrüman kalmış durumda değil. Çok fazla yönetsel gücünü kullanarak da sonuç alması zorlaşıyor artık. Ama bu seçim yasalarıyla oynama meselesi, sadece bu iktidarın sorunu değil. Çok farklı bir döneme geçildiği andan itibaren, pek çok partinin, pek çok iktidarın böyle düzenlemeler yapıp, yaptığı düzenlemeler yüzünden, başta mesela CHP-DP arasındaki meselede de vardır bu, her ikisi de seçim yasası değişiklikleri yapıp, çok ciddi bundan, aslında kendi yaptıkları değişiklikten zarar gördüler. Daha sonraki yıllarda da benzer şeyler oldu. Sadece yakın dönemde, şunu söyleyelim, şu kendi yaptıkları son ittifaklı seçim yasası… Yaptıklarında kendileri için büyük avantajdı. Yani yarattıkları şey, “Muhalefet birlikte davranamayacak… biz çok uyumlu bir ittifakız… dolayısıyla 55 civarında da artı-eksi oyumuz var… bu ittifaklı sistem sürekli bir iktidar garantisi…” diye bunu kurdular; ama şimdi daha kurduklarının bir seçim sonrasında, bu kurdukları seçim sistemi aleyhlerine işler oldu. Şu anda iktidar için ittifaklı seçim sistemi dezavantajlı. İttifaksız olsalar hayatları daha kolay olacak. Hatta şu şey tartışmaları açısından bile, MHP ile AKP birlikte davranmayıp, kendi tabanlarının birbirlerine olan alerjisinden doğan problemi de halletmiş olacaklar. Ama burada, daha bir seçim önce kendileri için büyük avantaj diye kurdukları sistem, birdenbire kendilerinin ayağına dolanan bir şeye dönüştü. Şimdi de benzer bir riskle karşı karşıyalar. Ama biraz önce senin söylediğin hem anayasa meselesinde hem seçim yasası meselesinde, başka seçeneği olmadığı ya da bunu yaptığında sonuç alamayacak olması, yapmayacağı anlamına gelmiyor. Böyle onlarca iş yaptı. Yani İstanbul seçiminin yenilenmesi olabilir bir şey miydi? Yani defalarca seninle de konuştuk. Ama yaptılar. Yani seçim yasasıyla ilgili de anayasayla ilgili de, evet, öyle olunca sonuç alamayabilirler, sonuç almama ihtimalleri çok yüksek. Ama bir sürü hamleyi böyle kurgulamıyorlar. İki nedenle böyle kurgulamıyorlar. Bir, belki ya olursa umuduyla ya da başka çareleri olmadığı için böyle yapıyorlar ya da aslında böyle yaparak daha önemli bir çözülmenin önünü kesmiş oluyorlar. O da şu: Yapabileceğine ilişkin, yapamayacak olsa bile, yapabileceğine ilişkin bir endişeyi canlı tutuyorlar. Şu anda mesela iktidar açısından, dediğin gibi muhalefet cephesinde çok güçlü bir özgüven yükselişi var. Ama muhalefet seçmenlerinin şu anda en çok endişe duyduğu şey ne? Hatta geçen “Adını Koyalım”da da Ayşe bahsetti ya? “İktidar ne yapacak?” sorusunun cevabı. En önemli endişe konusu bu değil mi? Yani iki türlü ne yapacak? Bir; nasıl bir numara yapabilir? Nasıl hamleler yapabilir? İkincisi: Devlet gücünü nasıl kullanır? Yani seçim güvenliğinden…

Ruşen Çakır: İlkine benim bir cevabım var, ama çok spekülatif. Onun için burada söyleyip ortalığı karıştırmayayım. Onu sana telefonda söylerim. Çok beklenmedik birtakım çıkışlar yapabilir Erdoğan. Bana öyle geliyor.

Kemal Can: İşte tamam. O yüzden de bunu canlı tutabiliyor. Problem bu. Muhalefetteki bütün özgüvene rağmen, endişe şurada odaklanıyor: “Ne yapabilir? Ne yapar? Çok beklenmedik bir şey yaparsa durum değişir mi?” Bu endişeyi canlı tuttuğu sürece, kısmî bir avantaj sağlıyor. Senin söylediğin gibi, yaparsa sonuç alamayacağı pek çok şeyi de yapabilir rezerviyle kenarda tutmayı bu yüzden tercih ediyor. Hatta yapıyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, şimdi mesela buradan son başlığımıza kolaylıkla geçebiliriz. Şimdi, Putin’le görüştü. Zaten herhalde önceden görüşme belliydi, ama bunu nasıl deklare etti? Biden’la görüşemeyip, Biden’a öfkelendiği bir yerde, Biden’a çok sert lâflar edip “Bu hayra alâmet değil” vs. deyip, ardından söyledi. Ama “Putin’le baş başa, üçüncü taraflar olmadan görüşeceğiz” vs. dedi ve 2 saat 45 dakika Soçi’de görüştü. Bu 2 saat 45 dakika fazla belki, ama daha önce 6 saatlik görüşmeleri de var. Tabii buradaki en önemli husus baş başa olması. Çevirmen dışında kimsenin olmaması. Şimdi burada da mesela şöyle bir olay var; Erdoğan’ın dış politikada iyice sıkıştığını görüyoruz. New York’a gidiyor, muhatap bulamıyor. S-400’ler meselesi ortada. Yaptırımlar meselesi ortada. Bayağı bir gerginlik var ve ben bunu daha önce yorumladığım için uzatmak istemiyorum, ama mealen şöyle; içerideki tıkanıklığını, dışarıda güç göstererek gidermek istiyor. Biden’la samimi bir fotoğraf ve bir iki tane pozitif açıklama, ona şu duyguyu verebilir: “Siz burada şunu, bunu diyorsunuz ama Biden bile Erdoğan’a hakkını teslim etti”. Bu olmadı ve Putin’e gitti. Bir kere Putin Biden’ın yerini tutar mı tutmaz mı? Bence tutmaz. O ayrı bir mesele ama oradan da pek bir şey çıkmadı. Yani daha doğrusu bir şey çıktı herhalde de biz bilmiyoruz. Mesela kamuoyuna karşı şunu yapmadı Erdoğan çıkıp: “Gittik, şunu yaptık ve şu olacak, bu olacak”. Bildiğimiz Akkuyu, turist, dış ticaret vs. Kritik sorunları zaten kamuoyuyla paylaşmıyorlar. Kırım meselesi gibi, Suriye meselesi gibi… Bu da bana bir başka çaresizlik gibi geliyor. Yani Türkiye gibi bir ülkede, Batı’yla olan sorunlarını gidermenin ya da telafi etmenin yolu Rusya’yla ilişki kurmak – ki o ilişkinin de ne kadar samimi ve üretici olduğu da açıkçası çok şüpheli. Yani Putin zaten heykel gibi bir adam. Yani çıkıp böyle kamuoyunun ilgisini çekecek bir şey yapmıyor. Mesela benim bildiğim, Türkiye’de, ne zaman Türkiye’yi yönetenler Amerika Birleşik Devletleri’ne gitse, bir ilgi olur; ama Rusya’yla zaten uçak düştüğünden beri 27 kez görüşmüşler baş başa mesela. Düşünsene yani. Kaç yılda? 2015 miydi tarih? Tam hatırlamıyorum. O zamandan bu zamana… Orada da büyük bir çaresizlik var. İşin ilginç tarafı da giderken aslında çaresizlikle gittiğini de anlıyor. Genel kamuoyu olmasa bile, görüyoruz. Yani böyle bir masaya yumruğunu vuran, eşit bir ilişki vs. de yok yani. Garip bir durum var. Bir de benim geçen yayında söylediğim gibi, yıllarca bize “Moskof uşağı” filan dediler. Demediklerini bırakmadılar. Şimdi acayip bir Rusya tutkusu var ki o da işin bir başka… Nasıl diyeyim? Acı bir… Ne denir buna bilmiyorum açıkçası. Hakikaten, düşünsene yani. O 70’li yıllar nasıl geçti? Bizim bildiğimiz 70’ler… — ki zamanında sola her zaman bunu söyleyen… Çünkü Türk sağının en büyük özelliği, komünizm düşmanlığıyla iç içe geçmiş bir Moskof düşmanlığı.

Kemal Can: “Komünistler Moskova’ya!” işte…

Ruşen Çakır: Ama sadece komünist oldukları için değildi o. Değil mi? Sen daha iyi biliyorsun Türk sağını. Yani bu Rusya meselesi daha öte bir şey yani. Başka bir şey…

Kemal Can: Orada tabii şey… Milliyetçiliğin, özellikle Türkçülüğün kurucu entelektüel kadrosunun çoğunun, Rusya kaynaklı Türkî Cumhuriyetlerden, Rusya’daki Türk unsurlardan olması filanla ilgili bir sürü tarafı var o işin. Tarihî düşmanlık açısından da Ruslarla Osmanlı’nın bir meselesi var filan ve aslında gerileme döneminin bütün ideolojik o savunma refleksinde, özellikle Balkan meselesinde, Slav halklarının kalkışmasıyla başlayan gerileme sürecine ve aslında milliyetçiliğin orada neşet ederek bir tür burada yeniden üretilmesine vesile olan süreçte, Rus unsuru önemli bir unsur. Yani sadece komünizmle ilgili değil, ama özellikle Soğuk Savaş’ta, yani Amerika’nın dünya ölçeğinde kurduğu anti-komünist yaklaşımın Türkiye’deki kültürel kodlarla çok oturduğunu ve orada neredeyse bir genetik uyum oluştuğunu da görmek lâzım. Yani dolayısıyla bugün de hâlâ sağın temel reflekslerinde aslında sol düşmanlığının pek çok kültürel motivasyona denk bir ateşleyici olduğunu unutmamak lâzım. Ama buradaki mesele, siz “Transatlantik”te de hep konuşuyorsunuz, Ömer Taşpınar’a zaman zaman takılıyorsunuz bu Avrasyacılık meselesinde. Mesela Avrasyacılık, sanıldığı kadar ben kuvvetli bir eğilim olarak aslında güçlü olmadığını düşünüyorum. Ama tam da Erdoğan’ın kullandığı biçimde araçsal bir fonksiyonunun çok önemsendiğini düşünüyorum. Yani bunun çok kuvvetli bir şey olduğu iddiası, bunun çok güçlü bir pazarlık imkânı olduğu iddiası, böyle ideolojik perspektiflerin değil çok basit pragmatik yaklaşımların da ilgi duyduğu bir şey haline geliyor ve aslında bir sürü çevrede böyle bir içeriği de oldu bunun. Hani, biraz Batı karşıtlığıyla da buluştu filan. Ama senin dediğin gibi, çok uzun bir süredir, bu çeşitli gerilim alanlarına, araya girerek, arada kalma pahasına araya girerek fırsat üretme yaklaşımında aslında biraz sona doğru yaklaşıyor Türkiye. Yani İslam dünyasında, Arap coğrafyasında bunu yaşadı — İhvan ve diğerleri cephesinde… İran meselesinde yaşadı. Ortadoğu’nun diğer denklemlerine dahil olurken yaşadı. Akdeniz sorununda yaşadı. Kırım meselesinde bugün hâlâ yaşıyor. Dolayısıyla buralara girerek, buralardan fırsat üretmek, çatışmalı alanlarda arada kalma pahasına araya girerek, buna işte “Alanda olup masada oturma” diye bir formül de ürettiler ama, bu işler artık zorlanıyor. Bir de senin söylediğin gibi, denk şeyler değil. Yani Amerika’da kaybettiğin her şeyi Rusya’dan alamıyorsun. Çünkü o, onun kaybettiği her şeyi verebilecek imkâna sahip değil. Özellikle iktisadî olarak… Şimdi Erdoğan’ın yaşadığı en önemli sorun, Batı’yla meselesini, büyük ölçüde “Benim üstüme gelmeyin, beni harcamaya çalışmayın, ben sizin için tekrar kullanışlı bir aktör olurum” diyerek, bir kısım sorununu çözdü. Avrupa Birliği’yle de Amerika’yla da. Onlar, tamam, üstüne gelmediler. Çok açık biçimde bu krediyi aldı. Ama bu kredi, onun hayatını kolaylaştırmaya yetmiyor, yetmedi. Daha fazlasını bekliyor ve istiyor. Ama daha fazlasını da ona vermiyorlar. Çünkü o zayıflık ânı, onlar için de en elverişli Erdoğan. Yani kuvvetli bir Erdoğan değil; zayıf bir Erdoğan. Aynı şey aslında bütün çatışma alanlarında o fırsat diye araya girerek, iki tarafı dengeleyerek sağlayabilmeye çalıştığı bütün masalarda da aynı durumla karşı karşıya. Şimdi Putin açısından da öyle. Putin’e gidip “Amerika’yla tatsızlık var, sen bana daha fazlasını ver” dediğinde, daha fazlasını almadığını anlıyoruz. En azından aldığı şeyi henüz bilmiyoruz. Ama çünkü aynı şey, aynı denklemde yani “Ben araya girerim, iki tarafı birbirine karşı kullanır herkesten maksimum şeyi alırım” aklı, şimdi o karşı muhataplarda da var. Diyorlar ki: “Kardeşim sen zor durumdasın, biz de sana daha pahalı veririz ne alırsan” ya da “vermeyiz” ya da “sen bu sıkıntıda yürümek zorundasın”. Bunu burada da yaşıyor. Yani şimdi ne kadar doğru bilmiyorum. Çok yeni ve spekülatif haberler ama İdlib’te kısmi bir geri çekilme olduğu söyleniyor mesela bu görüşmenin hemen sonrasında. Çünkü Suriye kaynakları da büyük ölçüde “İdlib’i bu sene temizleyeceğiz” filan diye birtakım açıklamalar yapıyor – ki oradaki gerilim artmıştı. Operasyonlar da artmıştı. Şimdi Türkiye’nin kısmî bir biçimde geri çekildiği, bazı gözlem noktalarında daha kuzeye doğru çekildiği yolunda çok yeni taze haberler var. Bilmiyorum ne kadar doğru. Ama şu doğru: Rusya’ya eğer “Amerika’dan istediğimi alamadım. Onun için seni Amerika’ya karşı bir tehdit olarak kullanarak, bir şeyler almak için bana imkânlar ver” diye gidersen, işte söylediğin gibi o heykel yüzlü Putin, bunu yutacak biri değil. Bunun gayet farkında olan biri. Zaten bugünlere göre pozisyonunu kurmuş biri. Ama şu değil: İki taraf da aslında, yani Batı da Rusya da, Erdoğan’la ilişkisini galiba –muhalefette zaman zaman böyle yorumlar oluyor ama– harcamak üzerine değil; bu halinin çok kullanışlı olduğu üzerine kurmaya başladılar. Asıl sıkışma da bu. Erdoğan şimdiye kadar, bu ikili pozisyonları kendi avantajına çevirebiliyordu. Şimdi artık bu ikili pozisyonların arasına girmesi, diğer aktörlerin avantajı haline dönüştü. Problem bu. Sıkıştığı yer burası.

Ruşen Çakır: Buradaki temel hikâye sanki şu: Daha önceki pazarlıklarda Erdoğan, Türkiye’nin Rusya ile, ABD ile, Fransa ile meselelerinin pazarlığını yaparken; şu anda karşı taraf en azından, Erdoğan’ın bütün pazarlıklarının kendi iktidarını korumaya yönelik olduğunu biliyor ve ona göre davranıyor. Ben de öyle düşünüyorum. Yani o anlamda bu çok büyük bir zayıflık. Şimdi Putin güçlü birisi. Seçimlerde aldığı oy belli. Yani karşısına kimse çıkamıyor. Biden daha yeni seçildi. Ne kadar sorun yaşasa da yeni seçildi ve onların bir de Türkiye’yle ilişkileri, ikisinin de Türkiye’yle ilişkilerinin iç politikaya hiçbir etkisi olmuyor. Hiçbir şekilde, özellikle Amerikan kamuoyunun filan umurunda değil. Ama Türkiye kamuoyu, Türkiye’nin ABD ile ilişkisiyle, Fransa’yla Avrupa Birliği’yle ilişkisiyle çok ciddi bir şekilde ilgileniyor. Yani bu bağımlılık ilişkisi bir anlamda ve dolayısıyla burada zaten dezavantajlı başladığı bir şey var. Bize hep şunu göstermeye çalıştı: Böyle bir dezavantaj yok, dünya lideri Erdoğan vs., ama işin realitesine baktığımız zaman, liderliğini, daha doğrusu iktidarını korumak için içeride bulamadığı desteği dışarıdan takviyelerle gidermeye çalışan bir Erdoğan var ve dışarıdakiler de o kadar cömert davranmıyorlar. Yani isteseler de aslında, bir de o var tabii… Ne yapabilir ki bir yerden sonra? Mesela Biden Türkiye’ye para mı akıtacak? Rusya zaten kendi imkânları vs. belli ölçülerde sınırlı yani. 

Yavaş yavaş toparlayalım Kemal. Bu şeyi konuşmuştuk zaten, HDP’nin tutum belgesini, “Adını Koyalım”da.  Orada bayağı verimli bir tartışma olmuştu ve orada söylediklerimiz büyük ölçüde yaşanıyor. Değil mi? Kürt meselesi artık iktidarın sopa olarak kullanabildiği –HDP ve Kürt meselesi– bir olay olmaktan bayağı çıkmak üzere sanki. 

Kemal Can: Aslında, biraz önce de konuştuk ya. Böyle her türlü, iktidarın kolay sopalarının hepsi, aslında kırık ya da çatlak. Onları hâlâ kullanmaya çalışıyor ve kullanacak büyük ihtimalle. Hâlâ onların çok etkili olabileceğine ilişkin bir inanç var. Bu yüzden de onları kullanabiliyor, ama hemen hemen her alanda, yani bu kimlik siyasetinden kutuplaştırmanın çeşitli veçhelerine; işte, Kürt meselesinden devlet gücünü arkasına almaya kadar her türlü meselede, biraz enstrümanlarını kaybetti. Yani sadece siyasî enstrümanlarını kaybetmekle kalmadı, idarî enstrümanlarını, iktidar enstrümanlarını da artık eski verimliliğinde kullanamıyor. Çünkü cevap üretip, birtakım alanlarda sonuç doğurucu hamleler yapamıyor. Mesela ekonomide de bunun işaretlerini görüyoruz. Çok bizim alanımız değil belki; ama şuna değinmek lâzım: Bu son faiz indirimi, faiz indirimine neden olan aslında kendi tabanının önemli bir sınıfsal, iktisadî çevresinin baskısı olması filan gibi. Artık kendi elindeki sopayla, o enstrümanla yönetebildiği bir durum değil; o alanlarda oluşan gerilimlerin onu yönetmeye başladığı bir yere doğru sıkışıyor. Dış politikada da böyle, ekonomide de böyle, siyasette zaten kaybetmiş durumda enstrümanlarını. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı böyle sonlandıralım. İzleyicilerimize teşekkür edelim ve haftaya buluşmak üzere diyelim. İyi günler…

Kemal Can: İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.