Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (85): Kılıçdaroğlu’nun gerilim endişesi, KONDA anketi ve Akşener & Gezi/Çarşı Davası

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın önemli siyâsî olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: “Gezi Parkı” davası ile birleştirilen “Çarşı” davasının ilk duruşması bugün yapılıyor. Davanın tek tutuklu sanığı Osman Kavala, duruşmaya cezaevinden bağlanıyor. Şu âna kadar henüz bir haber çıkmadı; ama her duruşmada olduğu gibi, yine Kavala’nın tahliye haberini bekliyoruz. Kendisinin savunmasını gördüm. Umarım ülkemizde bir daha böyle bir iddianame hazırlanmaz, böyle şey bir daha yaşanmaz” diyor. Aslında bu dava üzerine hukukî olarak konuşacak fazla bir şey yok; özellikle Avrupa’dan gelen çok fazla baskı da var; ama dava hâlâ bir inat hâlinde sürüyor. Biten davalar yeniden açılıyor ve başka davalar yaratılıyor. Ben artık Osman Kavala’yı cezaevinde daha fazla tutmayacaklarını –tutamayacaklarını değil, tutmayacaklarını– düşünüyorum. Zaten çoktan çıkması, daha doğrusu hiç girmemesi lâzımdı. Sen ne düşünüyorsun? Osman Kavala’nın tahliyesini bekliyor musun?

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, konuyu hiçbir hukukî mülâhaza ile değerlendiremediğimiz için, hep siyâsî dengelere bakıyoruz. Bu dava ve pek çok davayı, “İktidar siyâseten ne yapmak ister, neyi önemser, ne yaparsa işine yarayacağını düşünür?” üzerinden düşünüyoruz. Ama bu dava, özellikle Osman Kavala kısmı, dört senedir çok özel davalar serisi olarak yürütüldü. Kavala’ya davalar uydurmak ve onu, mahkûm etmek mümkün olmadığı için sürekli dava yenileyerek içeride tutmanın hikâyesini seyrediyoruz dört yıldır. Gezi davası ve Çarşı davası, Erdoğan’ın, anlaşılan en hasar gördüğü ve kendisini en çok zorlayan dönemin bir türlü hesabını göremediği bir intikam davası, bir tür kan davası olarak, bir “torba dava”ya çevrildi. Bunun vesilesiyle, Boğaziçi Üniversitesi’nde yine başlayan gözaltılar, tutuklamalar, başka alanlarda yaşanan şeyler, Adalar’da polis ve zabıtanın karşı karşıya gelmesini yaşıyoruz son günlerde. Bütün bu olup bitenlerde, yapılan bütün haksızlıklara, hukuksuzluklara –hukuksuzluğu da geçtim, doğrudan yasa tanımazlığa– karşılık verilebilecek bütün alanlara ilişkin bir gözdağı verme çabası olduğunu görüyoruz. Sokağı yasaklamak, protestoları yasaklamak, söz hakkını yasaklamak, en son Başak Demirtaş’ın televizyona çıkmasından bile soruşturma çıkartan bir yaklaşım var. Bunların tamamına baktığımızda, dışarıda aradığı destekler açısından da mâkul olan, Avrupa’da bu kadar çok reaksiyon yaratmışken, “Bunun ne faydası var? Niye bu insanı dört senedir içeride tutuyor? İkişer üçer kere beraat almış insanları, davaları tekrar bir torba davada buluşturup niye yeniden yargılamaya çalışıyor?” sorusunun bir cevabı yok. Şimdiye kadar da yoktu. Bu yüzden ben pek umutlu değilim açıkçası. Dört yıldır, tamamen hukuksuz, mesnetsiz, hatta mantıkdışı biçimde içeride tutulan Osman Kavala için, umarım, inşallah tahliye kararı verilir. Yeni birleştirilen ve bugün avukatların da bu birleşmeye itiraz ettiği bu davanın torba davaya çevrilmesi dolayısıyla, bu davayı biraz daha politik olarak kullanmaya niyet ettiklerini düşünüyorum. Bunu kullanırken, hiç olmazsa Osman Kavala’yı bırakıp davayı sürdürebilmeleri, iyimser bir yorum olabilir. Ama ben, bu tür zorlamalarda pek geriye gidecekleri kanaatinde değilim. Bu pek de işlerine yaramıyor aslında. Erdoğan her konuşmasında, mesela ekonomiden bahsederken, bir açılış konuşmasında, kendisine yakın bir sivil toplum kuruluşunun düzenlediği bir toplantıda, fol yok yumurta yokken, Gezi’den bahsetmeye başlıyor. Bence orayı, kendisine dönük bu direncin ve bugün artık ağır bir yenilgi tablosuna doğru ilerleyen erimenin başlangıcı olarak düşünüyor. “Gezi”nin, Erdoğan’da çok yer etmiş bir acısı, yarası var. Çünkü Gezi, bu ülkede, sokağın kendisini açıkça ifade ettiği ve itiraz ettiği son kitlesel hareketti ve çok büyük bir hâdiseydi. Şimdi herkes ondan başka sonuçlar çıkartıyor. Onunla ilgili yorumlar başka başka yerlere savruldu. Ama bu tutumundan anlıyoruz ki, iktidardaki ve Erdoğan’daki izi değişmemiş. Ama diğer alanlardaki sıkışma, bu konuda bir tavır değişikliğine neden olur mu? İnşallah olur. Bu davanın mağdurları için hayırlı bir şey olur.

Ruşen Çakır: “İktidarın ne yapacağı belli olmaz” diyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında yaptığı konuşmasıvar önümde; oradan bir bölüm okuyayım: “Gerilimden kaçınmak lâzım. Karşı taraf gerilimi tırmandıracaktır. Çok daha sert bir ortamda siyaset yapmayı nasıl sağlayabiliriz, onun arayışına girecektir. Ama ben şundan eminim, eğer iş, belli grupların ellerine silah alıp, belli kişileri öldürme yoluna gitmezse, bir gerilim olmaz. Bütün tahriklere rağmen bir gerilim olmaz.” Bunun telaffuzu bile korkunç. Devam ediyor: “Umarım öyle bir tablo da Türkiye’de yaşanmaz. Siyasî cinayetler kaygım var. Erdoğan, ‘Dur bakalım başınıza daha neler gelecek’ diyor. Açıkça tehdit ediyor. Kaygılarım var. Yani Erdoğan iktidardan gitmemek için her yolu deneyecektir. İşin Türkçesi bu. Gitmemek için her yolu deneyecektir. Çünkü iktidardan gitmenin, kendisi için maliyetinin ne kadar ağır olduğunu görüyor. “Siyasî cinayet” lâfının telaffuzunun bile ortalığı karıştırması lâzım. 

Hatırlar mısın? 1977’de, Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde, Bülent Ecevit’in Taksim Meydanı’nda bir mitingi vardı. Demirel, “İhbar aldık, saldırı yapılacak” istihbaratını vermişti Ecevit’e. Buna rağmen Bülent Ecevit mitinge gitmişti. Bütün Türkiye bunu konuşmuştu o zaman. 70’li yıllarda, siyasetçiye saldırı, suikast lafları akan suları durduruyordu. Şimdiyse, yapılan o kadar saldırı yapanların yanına kâr kaldı. Kılıçdaroğlu’na linç girişimi yapıldı, Meral Akşener’e saldırıldı, Selçuk Özdağ’a saldırıldı. Gazetecilere saldırı yapıldı. Levent Gültekin’e saldırdılar. MHP’den kopmuş gazetecilere çok ciddi saldırılar oldu. Buna rağmen kimsenin de başına bir şey gelmedi. 

Şimdi Kılıçdaroğlu, “Siyasî cinayet kaygım var” diyor. Erdoğan kutuplaşma yaratmak istiyor; bu gerilim meselesini biliyoruz. “Bunlar iyi günleriniz! Durun bakalım daha başınıza neler gelecek” cümlesini de biliyoruz. Dün de, “Muhalefete, ülkenin yönetimine tâlip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için daha iyi olacağını da hatırlatmak istiyoruz” dedi. “Erdoğan gitmemek için elinden geleni yapacaktır” meselesi spekülasyonu çok yapılan bir konu. Bunların bir sınırının olması gerekmez mi? Tabii insanın aklına 2015 Haziran-Kasım arası geliyor. O dönemde de, giden bir iktidarın, o sürecin sonunda kalmasını yaşamıştık. Bütün bunların yine olabileceği ihtimalini yabana atmamak lâzım. Şimdi bunlarla ilgili konuşuyoruz mecburen, ama bunlar üzerine çok konuşmanın iyi bir şey olmadığını düşünüyorum. Çünkü “Erdoğan kaybederse, ülke çok kötü olacak, bâri kaybetmesin” duygusunu da yaşatabilir. Böyle paradoksal bir durum var ortada. 

Kemal Can: Evet, öyle bir tarafı var.Çarşamba günkü “Adını Koyalım” yayınımızda Ayşe 2015’le ilgili kişisel bir gözlemini anlatmıştı biliyorsun. Diyarbakır’da seçim sonuçlarını izlerken, “Yakamızdan düşsün diye gittim oy verdim” diyen bir Kürt seçmeni duyduğunu, sırf gerilim yüzünden kerhen oy verdiğini söyleyen insanlar olduğunu söylemişti. Evet, böyle bir his yaratabilir. Zaten, mevcut iktidarın gerilimden avantaj yakalamasının ardında da bu hissiyatı beslemek var. Ama bu sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada var. Hatırlarsan, Trump da son düzlükte bu kartları oynamıştı. En son, parlamentoyu bile bastıracak hamleler yapmıştı. Bırak Türkiye’yi, demokrasinin ve demokratik kurumların en yerleşik ülkesi Amerika böyle bir deneyim yaşadı. Türkiye de bu tür acayiplikler yaşadı. Türkiye’de, siyasî cinayetlerin hangi hatıraları canlandırdığını hemen düşünebiliriz. Çünkü bu ülke, siyasî cinayetler meselesini defalarca yaşadı. Bunu pek çok insan hatırlıyor. 90’lı yıllarda, çeşitli kesimlerin önemli aktörlerinin; gazetecilerin, bilim insanlarının, yazarların, siyasetçilerin saldırıya uğradığını, öldürüldüğünü, bombalı suikastlara uğradığını gördük. 

Ama daha yakın bir zaman gelelim: 2015 dönemini, çözüm sürecinin dağılması, hendek operasyonları, yani devlet odaklı politika değişiminin yarattığı gerilim ve şiddet olarak hatırlıyoruz. Ama onun önünde ve arkasında çok kanlı şiddet eylemleri var: Diyarbakır’da HDP mitingine yapılan bombalı saldırı, Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi, Ankara Garı’nda düzenlenen mitinge bomba saldırısı, İstanbul’da havaalanında, gece kulüplerine yapılan bombalı saldırılar, davası daha yeni sonuçlanan Suruç’taki canlı bomba saldırısı — üstelik Anayasa Mahkemesi, orada ihmali olan kamu görevlilerinin sorumlu olmadıkları kararını verdi. O süreçte bunları da yaşadık. Bu gerilimlerin, birdenbire düğmeye basılmış gibi peş peşe geldiğini ve yine düğmeye basılmış gibi bittiğini de gördük. Bunlar, insanların hafızalarında yer etmiş şeyler. 

Daha önce, marjinal sayılabilecek isimler de Kılıçdaroğlu’nun söylediklerine benzer iddialarda bulunmuşlardı. Hatta bu göçmen meselesi tartışılırken, Ümit Özdağ, “Çok önemli olaylar olacağı istihbaratını aldım” meâlinde bir şeyler söylemişti. Ama bu tür şeyleri söylemeye çok yatkın olmayan, bunları söylemekten imtinâ eden, böyle bir tarzı olmayan Kılıçdaroğlu’nun bu lâfı etmesi, çok daha önemli hâle geliyor. Çünkü bunu sık sık dile getiren, sık sık spekülasyonlar yapan biri olsa, yine benzer bir şey söylediğini düşünürüz. Ama şu anda çok yüksek bir özgüven içinde davranan muhalefetin, önemli biçimde inisiyatif aldığı bir aşamada, Kılıçdaroğlu’nun bu uyarıyı yapma ihtiyacını duyması, daha fazla tedirginlik ve endişe yaratıyor. Bunun iki türlü açıklaması olabilir. Birincisi, herkesi daha dikkatli olmaya sevk etmek için, bir kazaya neden olmamak için, gerilim atağına kalkacak insanları caydırmak için bunu yapıyor olabilir. Ya da gerçekten, bu endişenin büyüdüğünü gösteren birtakım bilgilere sahiptir. Ama her ikisi de sıkıntılı şeyler. Senin söylediğin çok doğru: Yalnızca endişeleri düşünerek, yalnızca endişelerden kaçınarak durumu anlamaya çalışmanın kötü bir tarafı var. Çünkü o çok kıstırıcı bir şey; o endişeyi yaratanların lehine bir durum oluşuyor. Onlar zaten bu atmosferi yaratmak istiyorlar. Gerilim çıkartamasalar bile, gerilim çıkartma olasılığını kullanmak istiyorlar. Bu çok ince bir denge. Bir yandan, bu tür riskleri yokmuş farz edip, “Her şey güzel olacak. Her şey tıkır tıkır işliyor” demek de tuhaf. Bir yandan da, sadece endişelere odaklanıp, o endişelerin nedeni olan kesimlerin istedikleri olağanüstülüğü beslemek de riskli. İşte siyasî rol burada çıkıyor. Burada bu gerilimi yaratan ve bu gerilimde bu tür provokatif işlere kalkışabilecek olanların sonuç alamayacağını göstermek ya da iddia etmek ve siyasette de bunun karşılığını göstermek önemli. 

Gazetecilere, siyasetçilere saldırı ve linç girişimiyle ilgili yeterince tepki verilip verilmediğini daha önce hep konuştuk. İyi tarafından bakarsak, bu tepkilerin verilmemesinin, çok gürültü çıkartılmamasının, gerilimi tırmandırmayan bir tarafı var. Ama bir yandan da, bunlara tepki göstermemek –bu tepkilerin illâ sokaklara dökülerek karşı bir şey geliştirmek olması gerekmiyor–, bunların karşılıksız bırakılmasının da, cesaret verici olduğunu konuştuk; hatta gördük de. Bu olaylar olup, yaşanıp, bunlara çok fazla tepki verilmediği için, bu saldırılara cesaret bulunduğunu, sayısının arttığını ve daha da fütursuzlaştığını gördük. Son zamanlarda sayısı biraz azalsa da artma ihtimali her zaman var. Bu meselelerin siyasî olarak ele alınıp çok konuşulması, dediğin gibi o riski taşıyor. Ama hiç konuşmamak ve bunlardan sakınmak, “Provokasyon yapılıyor” demenin de saldırılara bir faydası var. Bunun bir dengesi var, zaman zaman bu dengenin kaçırıldığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’nun elinde veriler olabileceği ihtimalinden bahsettin. Benim de içimde öyle bir his var. Sanki hem kendisine yakın kamuoyunu uyarıyor. Ama bir yandan da, bu tür tezgâhlara girebilecek yerlere, “Aslında biliyoruz ne yaptığınızı” demenin bir caydırıcı yönü de var. Provokasyonlarda genellikle birileri bir şeyler yapıyor. Üzerlerine bir şey kalmıyor. Burada sanki böyle bir boyutu var; bir tezgâhın kimler tarafından nasıl hazırlandığı yolunda birtakım bilgiler îmâ ediyor gibi geldi bana. Aslında o dengeyi tutturmak çok zor. Sakat işler bunlar. Bir dönem iyimserlik-kötümserlik tartışmasını çok yapıyorduk. Mesela İstanbul seçimlerinin yenilenmesi tartışmasını hatırlarsan, birçok insan, “Erdoğan bu seçimi vermeyecek. Seçimi tekrarlatıyorsa bir bildiği vardır” deniyordu. Sonra seçim yapıldı, bu sefer de, “İstanbul’a kayyum atayacaklar” tartışmaları gündeme geldi. İnsanlar, hem Erdoğan’a karşı olup, hem Erdoğan’ın elindeki imkânları vermeyeceğini, vermemek için elinden geleni yapacağını düşünüyorlardı. Ve işin tuhaf tarafı, açıkça söylemeseler bile, karşı tarafın çaresiz olduğunu îmâ edenler vardı. Bunu yapanlar da kendilerini en muhalif sananlar. Erdoğan’a, siyasî iktidara, “Bunlar her türlü kötülüğü yapar” diyor, ama “iyi” olarak tanımladığı insanlara hiçbir şey söylemiyor. Böyle garip bir durum var. Bunun dengesini tutturmak gerçekten çok zor. Türkiye’de her şey mümkün olabilir. 

Geçen gün bir yabancı gazeteciyle sohbet ederken, karşımdaki, hemen bu tür teoriler üzerinden sorular sormaya başladı. Ben de cevap olarak, “Tabii ki Türkiye’de her şey olabilir ama bunları konuşmanın anlamı yok. Bunlar siyasî analiz değil” dedim. Bir de, o Batılı gazetecinin gözünde Türkiye’ye dâir şöyle bir hava var: “Burası Türkiye zaten. Her şey olabiliyor. Bunlar böyle.” Halbuki Türkiye’nin, iyi kötü, Osmanlı’dan beri gelen parlamento geleneği, bir seçim geleneği, bir demokrasi deneyimi var. Bunları bir kenara atmak doğru değil. O gazeteciye de bunu anlatmaya çalıştım. Türkiye’nin bir Kore olmayacağını anlatmak da zor iş; çünkü en çok, iktidarı eleştirdiğini söyleyen insanlar buna teşne oluyorlar. 

Kemal Can: İfrat-tefrit meselesi var orada. “Bu ülkede hiçbir sorun olmamış; her şey tıkırında. Seçimli demokrasi sistemi bütün kurumlarıyla tıkır tıkır işliyor. Aritmetik değişti. Şimdi sadece seçimi bekliyoruz. Her şey yolunda gidiyor” demek de saçma. Bu naiflikte bir iyimserliğin de hiçbir anlamı yok. Ama tersinden bakıp, bunun karşısında herkesin çaresiz olduğu, birtakım güç merkezlerinin her istediğini yapmak, yaptırmak ve istediği sonucu almakta sonsuz bir güce ve imkâna sahip olduklarını, karşısındakilerin de çaresiz olduğunu iddia etmek de saçma. Bu tür provokasyonlara ya da ihtimallere dikkat çekerken, bunun cevabına dâir de bir şey söylemek lâzım. İşte dengeyi orada kurmak gerekiyor: “Buna kalkışanlar olabilir. Bu ihtimal mümkündür, bunun farkındayız. Ama buna verecek cevabımız ve karşılığımız da var.” Bu ülkenin kurumları ve diğer siyasî unsurları anlamında konuşuyorum, sadece ben veya biz anlamında değil. Bu denge tutturulursa, hem o özgüven kaybına ve dediğin gibi çaresizlik ve endişelere teslim olmuş bir belirsizliğe çok alan açılmamış olur; hem de, hani emeklilikte yaşa takılanlar gibi, “Her şey tamam da, sadece günü bekliyoruz” durumu değil. Bu ülkenin siyasetinde, çok zaman siyaset dışı müdahaleler etkili oldu. Ama siyaset dışı müdahaleleri siyasette etkili kılmaktan çıkartacak olan, yine siyasî müdahalelerdir. Başka tür siyaset dışı yöntemler bularak karşılık üretmek cevap olamıyor. Çünkü o, tam istenen bir irrasyonel ya da anti-siyasete zemin yaratan bir çatışma alanı üretiyor. Orada insanlar hakikaten o alanın dinamikleriyle sürükleniyorlar; buna müdahale edemiyorlar. Bunun yerine, şimdi daha çok canlanmaya başlayan siyasî müdahaleyi ve bu tür provokasyonları bile aşabilecek, onlara direnç kabiliyeti olabilen bir siyasî basireti göstermek lâzım; buradaki denge bu. 

Kılıçdaroğlu, o sözleri duyumları olduğu için de söylemiş olabilir. Bunu ihtimal olarak dillendirenlere cevaben, böyle bir olasılığı da tamamen dışarıda bırakmamak, hani “Tamam, her şey çok iyi olacak fikriyle hareket etmiyoruz. Biz de negatif gelişmelere hazırlıklıyız” diye kendine dâir bir bilgiyi de söylüyor olabilir. Ama her iki durumda da, bunu bir denge içerisinde yürütmek doğru. 

Kılıçdaroğlu’nun şu anda bunları söylemesini haklı kılacak şöyle bir taraf da var: İktidarın, bir sürü nedenle başka arayışlar içinde olacağı, reform, yumuşama benzeri şeyler yapabileceği yolunda çok fazla spekülasyon yapıldı. Hatta Erdoğan’ın, bu kısıldığı alandan çıkış arayışı içerisinde olduğundan bahsedildi ve hâlâ bunu iddia edenler var. Hatta anayasa tartışması vesilesiyle, bu yeniden gündeme geldi. Ama belki de Kılıçdaroğlu, Erdoğan ve iktidarın böyle bir eğilime değil de, daha çok bildiği yola, sertleşme ve gerilime oynayacağına ilişkin önden bir işaret veriyor da olabilir; öyle bir politik uyarı da içeriyor olabilir. 

Ruşen Çakır: Çarşamba günkü “Adını Koyalım” programına başlamadan önce, Burak Bilgehan Özpek KONDA anketinin rakamlarından bahsetti. İzleyicilere bir hatırlatalım: KONDA normal olarak seçimlerden bir önceki perşembe günü saat 15.00 gibi bir anket yayınlayıp kamuoyuna duyuruyor. Onun dışında yapmıyor. Fakat bu, KONDA’nın araştırma yapmadığı anlamına gelmiyor. Araştırmalarını abonelerine düzenli olarak ücret karşılığı veriyor. Zaman zaman bunların bir kısmı medyaya sızıyor. Bu da belli ki sızanlardan oldu. 

Kemal Can: Genellikle siyasîlerden sızıyor zaten. 

Ruşen Çakır: Artık bilemiyorum. KONDA’nın araştırmasında çok net rakamlar var. “Bizim” demediler, “Hayır” da demediler; bıraktılar. Ama herhalde kendi çalışmalarına çok aykırı bir şey olsaydı, “Bunun bizimle alâkası yok” derlerdi. Anlaşılan, gerçekten doğru ve bir şekilde sızdı. Bence, oradaki en önemli hususlardan birisi, İYİ Parti’nin yüzde 19’un üzerine çıkmış olması. Bir diğeri de, AKP ve MHP’nin oyları yüzde 41,6’ya gerilerken, CHP ve İYİ Parti’nin oyları yüzde 44,1’e, HDP oylarının yüzde 11,7’ye yükselmesi. Tabii bunun bir kamuoyu araştırması olduğunu tekrar hatırlatalım. Yani sandıktan bu sonuç çıkacağı anlamına gelmiyor. Ama daha önceki deneyimlerden ve son İstanbul seçimlerinden de gördüğümüz gibi, KONDA’nın güvenilirlik payı çok yüksek. Aslında bu sonuçlar pek de şaşırtmadı. Çünkü hep konuştuğumuz gibi, bir tek İYİ Parti ve Akşener istikrarlı olarak yükseliyor. Diğerleri ya oy kaybediyor ya da oyunu muhafaza ediyor. Gelecek Partisi ve DEVA Partisi ise şimdilik çok da büyük bir patlama yapmadı. KONDA’nın anketinden çıkan tablo bunu gösteriyor. İktidar partileri kaybediyor. HDP oyunu muhafaza ediyor. Diğerleri çok büyük bir çıkış yapamıyor. CHP yine yüzde 23 civarlarında. Bir tek İYİ Parti artıyor. Bu çok önemli bir şey. Geçenlerde şöyle bir şey söylemiştim ve hâlâ bunda ısrarlıyım: Şu hâliyle faktörler ve aktörler aynı kalırsa ve seçim normal zamanında, 2023’te olursa, bu gidişle yüzde 20’lerde üç parti olacak gibi görünüyor. AKP’nin erimesi, belki 30’un altına inecek. İYİ Parti, büyük bir ihtimalle yüzde 20’nin üzerine çıkacak. CHP de yüzde 25’in etrafında kalacak. Bu tablo 90’ların Türkiye’si, değil mi? ANAP, Doğru Yol Partisi ve CHP. O dönemde Refah Partisi yeni yeni geliyordu. Onun aldığı oy miktarını da büyük ölçüde HDP ve diğerleri alıyor. Böyle tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Bu, İYİ Parti’nin artık MHP’nin devamı olmaktan ziyade, geçmişteki merkez sağ partilerin yerini doldurmakta olduğunu ve değişik zamanlarda AKP’ye geçmiş olan kesimlerin, sanki ona doğru gittiği sonucunu çıkartıyor. Böyle giderse ve Türkiye gerçekten Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçerse, yapılacak ilk seçimde İYİ Parti’nin birinci parti çıkma ihtimali bayağı yüksek. Bunları konuşmak çok mu erken? Aslında sanmıyorum. Göz göre göre yaşanan olaylar var. İYİ Parti de, büyük ölçüde Akşener’in taşımasıyla, önü açık en önde gelen parti olarak ortaya çıkıyor. Ne dersin?

Kemal Can: Sayısal olarak bu tablonun böyle gelişmesinde çok fazla sürpriz yok dediğin gibi. İYİ Parti bu süreci nasıl analiz ediyor bilmiyorum, ama bazı şeylerin tam anlaşılmadığı ya da biraz farklı yorumlandığı kanaatindeyim. Genel tabloda, iktidarda düzenli bir erime olduğu belli, üstelik çok da yeni değil. Epey zamandan beri yavaş ama düzenli bir erime. Son yıllarda da bunun ivmesi hafif arttı. Hep konuştuğumuz gibi, bu, blok olarak, seçmen değişikliği olarak muhalefete yansımıyordu. Gideni gösteren, geleni belirsiz bırakan bir siyasî tablo görüntüsü vardı. Şimdi yavaş yavaş, muhalefetin blok tavrındaki ısrarı ve kararlığını göstermesiyle birlikte, seçmenin iktidar değişimi olasılığına daha çok ikna olduğu ve muhalefet cephesindeki iktidar unsurlarına ilişkin kanaat geliştirmeye daha çok yaklaştığı bir sürece doğru gidiyoruz. 

Bence, İYİ Parti’nin ivme kazanmasını sağlayan birkaç gelişme var. Birincisi, Meral Akşener’in yürüttüğü, hâlâ parti politikası haline dönüşmemiş olan kişisel tutumu. Merkez yöntemlerini kullanan ya da reaksiyonlarını, kendi DYP müktesebatını da kullanarak, eski merkez partiler reaksiyonu sınırlarında tutan ve bir sürü dikenli alanda da çok tedirgin edici pozisyon almadan, biraz da sürece bırakarak yürüttüğü politika. 

İkincisi, yurt gezileriyle, doğrudan temas gibi eski tip siyasî yöntemleri daha canlı kullanması, çok kuvvetli bir teşkilât olmamasına rağmen o boşluğu doldurması. Ama daha önemlisi, muhalefet blokundaki yerini ısrarla ve kararlılıkla sürdürmesi. Geçen günkü “Adını Koyalım”da da konuştuğumuz gibi, muhalefet blokunun birlikte davranması konusunda tabii ki Kılıçdaroğlu’nun çok özel bir gayreti var, ama Akşener’in de bu konuda kararlılık göstermesi, davetlere ve çağrılara çok net tavır göstererek, muhalefet seçmeni için tereddüt yaratan bu durumu tersine çevirmesi ve kendi üzerinde oluşmuş tereddütleri kaldırarak, durumunu ve pozisyonunu netleştirmesi. Bunun çok önemli bir faydası oldu.

Üçüncü faktör de şu: Bu yeni partiler bir ivme kazanmadı. Hatta Babacan ve Davutoğlu partilerini kurduğunda, herkes bunu İYİ Parti’nin aleyhine bir gelişme olarak yorumluyordu. Çünkü onlar da merkez parti olmaya aday olacaklar, İYİ Parti’nin rakipleri artacak, dolayısıyla bu İYİ Parti’nin aleyhine diye düşünüyorlardı. Ama öyle işlemedi. Tam tersine, onlar, iktidar partisinin arka kapısından çıktılar ve kapıyı açık bıraktılar. O açık kapıdan onlarla birlikte gelen olmadı. Ama boşalma, kararsıza doğru devam etmeye yaradı. Yani, DEVA ve Gelecek partilerinin kurulması, iktidardaki sızıntı deliklerinin artmasına, buna karşılık muhalefet cephesinde, İYİ Parti gibi merkeze hamle ettiği iddiasındaki bir partinin aleyhine gelişmedi. Sızma önce kararsız blokunda yoğunlaşmaya başladı. Sonra da o kararsız blokundan İYİ Parti’ye doğru bir kayış olduğunu anlıyoruz. Burada şöyle bir şey var: Tamam, CHP büyük bir oy artışı göstermiyor. HDP de oylarını koruyor. Ama İYİ Parti’nin, oy artırmasına rağmen, diğer muhalefet partilerinde de bir gerileme yok. Çünkü eskiden, yerel seçime kadar, “HDP’den CHP’ye, CHP’den İYİ Parti’ye, İYİ Parti’den CHP’ye gidiş geliş var. Ama iktidar bloku ve muhalefet arasında geçiş yok; muhalefet partileri birbirlerinden oy alıp veriyor” deniliyordu. Şimdiyse, tabii ki o iç hareketlilik devam ediyordur, ama en azından, birbiri aleyhine devam etmediğini görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum, ama muhalefet blokunun birlikte hareket etmesi, güçlü bir şekilde kendini göstermesi –çünkü artık ziyaretler sıklaştı, ortak komisyonlar var–, yılbaşına kadar kesin bir şeyler çıkacak havası, İYİ Parti’ye olan tereddüdün kalkmasına yol açıyor. Çünkü tek başına İYİ Parti, tek başına CHP, aritmetik olarak bir anlam ifade etmiyor. Onun ötesinde, “Tek başına iktidara gelse bu restorasyonu yapamaz” duygusu var. Ama şimdi, yan yana durması ve mesela HDP ile bir sorun yaşamaması, İYİ Parti’ye olan ilginin pekişmesine yol açıyor. Bu çok önemli. Geçen yıl Meral Akşener’le yaptığım yayında kendisine Erdoğan ve Bahçeli’nin çağrılarına nasıl baktığını sormuştum. “Biz Cumhur İttifakı’na gidecek olsak bile, tabanımız gelmez” diye özellikle vurgulamıştı. Bu gerçekten çok önemli. “Taş yerinde ağırdır’” atasözü, tam da İYİ Parti’nin muhalefetin içerisinde olması gerektiğine dâir iyi bir örnek. Çünkü muhalefetin içerisinde, “Mecburen oradaymış” havasından çıkıp, tam anlamıyla muhalefeti sahiplenmeye doğru gitti. Dikkat edersen, son dönemde, Temel Karamollaoğlu ile Ali Babacan ile Davutoğlu ile birçok görüşmeyi Meral Akşener yapıyor. Muhalefette bir tür “eş başkanlık oluşmuş” diyesim var, ama rahatsız olacaklar.

Kemal Can: Seçmen, biraz içgüdüsel olarak, “Galiba iktidar değişikliği mümkün” duygusunu sezmiş ve bunu dillendiriyor. Demin bahsettiğim 2015’in o yüzde 60-40’ı yeniden oluşmuş durumda. Şu anda, KONDA’nın anket sonuçlarındaki rakamları topladığımız zaman, yani İYİ Parti ve CHP’nin yüzde 44 civarı ve üstüne HDP ve diğer partilerin oranlarını koyduğumuzda, yüzde 60’lık bir muhalefet blokundan bahsediliyor. Artı eksi yüzde 40 civarında da iktidar bloku var. Zaten seçmen üç aşağı beş yukarı bunu seziyor. Seçmenin şu anda düşünsel olarak ikinci bir aşamaya geçtiğini hissediyorum ben. Seçmen, değişim olma ihtimaline karşı, bu değişimdeki yeni iktidarın kombinasyonu üzerine biraz daha kanaat geliştirme aşamasına geçti. İYİ Parti merkeze oynarken, bir merkez tarif ederek, kendisine bir merkez politika çerçevesi çizerek değil, tam da kendiliğinden bir arayışın adresi olmayı seçerek davrandı. Bir tür, dükkânı açıp, dükkâna müşteri çağırmak değil, zaten müşterilerin buraya geleceğini varsayarak hareket etti. 

Akşener’in zaman zaman belirsiz bırakarak kısa vadeli bir politika yaptığını düşündüğüm şey, haklı çıktı. Yani aslında sonuç almış oldu. Şu anda, yeniden bir merkez sağ seçmen profili oluşmuyor. Sadece, yüzde 60’a varan muhalefet blokunun, yeni oluşacak iktidardaki sağ lider adayı konusunda bir fikir oluşturmaya başladığını görüyoruz. Burada, Babacan veya başka birinin olmayacağını gören daha sağ reflekslere yakın seçmenin, yükselebilecek aktör olarak, daha önce tereddütlü davrandığı Akşener’i bir seçenek olarak daha çok desteklemeye başladığını görüyoruz. Bence, süreç böyle evriliyor. Aslında şu anda oluşan aritmetik denge, iktidar veya muhalefet blokunda erime ve akma şeklinde devam ediyor; ama “yeni iktidar” olarak düşünülebilecek muhalefet blokunun kendi iç dengesi için bir sürece girmiş durumda. Şu anda biçimlenen bu. Akşener burada, Kılıçdaroğlu’nun şimdiye kadar bir arada tutma enerjisi yanında, ikinci bir inisiyatif unsuru olarak öne çıkmaya başlıyor. Akşener daha önce, yerel seçime kadar, muhalefet içerisinde, muhalefetin çeşitli faktörlerinden ve rekabet içindeki aktörlerinden biri olarak kabul görüyordu. Ama orada seçim mantığı başkaydı. 

Ayşe’nin geçen günkü “Adını Koyalım”da söylediği, “Türkiye, daha sağ bir kombinasyona doğru gidiyor” düşüncesini doğrulayan biçimde, herkes “Buradaki aktör Davutoğlu mu, Babacan mı, kim olur?” fikrine bakıp, oradan bir şey çıkmayacağını, Akşener’in de kararlı bir biçimde burada durduğunu görünce, daha önce önünde duran bazı barajların kalkmış olduğunu gördü. Hatırlarsan, Akşener daha partiyi kurmadan önce, potansiyel oyu ölçülmeye çalışıldığında, zaten bu rakamlara yakın sonuçlar alınıyordu. Ama iş “Hadi bakalım sandığa” dendiğinde, o gerçekleşmedi; yüzde 10’lar seviyesinde kaldı. Şimdi Akşener, kendisine biçilen o ilk misyonun potansiyel oyuna doğru sahasını genişletmeye başladı. Bundan sonraki aşama, bir merkez programını politik bir program hâlinde tarif etmesiyle tahkim edebilir. Ben o konuda, Akşener’i en çok sıkıntıya sokacak şeyin yine partisi olacağını düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadar yürütülen bu politikayı, bir parti politikası olarak değil, bir lider politikası olarak yürüttü. Dolayısıyla bundan sonraki kısmında, bu ikisini entegre etmesi gerekiyor. Burada avantajı, onu bu anlamda sıkıntıya sokan daha marjinal unsurların, erken ve yüksek çıkışlarla kendi kendilerini tasfiye etmiş olmalarıydı; böylece Akşener’in elini de rahatlatmış oldular. O da bu sonuca hizmet etti. Bence bu potansiyel, senin dediğin gibi, artı eksi 20 değil de, artı eksi 25 civarında, birkaç partili bir aritmetiğe doğru gidiyor. Ama asıl olarak, yeni iktidarın kombinasyonunda, siyasî ağırlığın nasıl oluşacağı önemli. Çünkü iddia edildiği gibi herkes merkez parti. Şu anda AKP de merkez parti olduğunu iddia ediyor. Hatta onu fabrika ayarlarına döndürmek isteyenler de onu eski merkez parti reflekslerine çağırıyor. Babacan da oraya hamle ediyor. İYİ Parti de orayı iddia ediyor. Hatta CHP de “Sağ sol yok” diyerek daha merkez bir role doğru hamle ediyor. Herkesin hamle ettiği, ama merkez tarifinin hâlâ muğlak olduğu bir tablodayız. Bence, bir süre daha bu politik belirsizlik devam edecek. Çünkü partiler, öncelikli olarak seçimi kazanıp iktidarı değiştirme, iktidar da asıl olarak bunu koruma âciliyeti üzerinden pozisyon aldıkları için, kendi politik perspektiflerinden farklı davrandıkları bir tablo izliyoruz. O nedenle, gördüğümüz sonuçlar da bazen nihaî sonucu değil, bir durumun içerisindeki aritmetiği gösteriyor. Ama ben, çok önemli bir hata olmazsa, bu ivmenin devam edeceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Erdoğan’ın, son grup toplantısında, 28 Şubat üzerinden Akşener’e saldırması da, bunlardan duyduğu rahatsızlığı gösteriyor. Biliyorsun, bir ara hiç dokunmadı. Sonra karşısına aldı. Daha sonra ittifaka davet etti. 

Kemal Can: Ama Erdoğan’ın her yaptığı şey besledi. Akşener öyle bir pozisyona çekildi ki, saldırsa da, yumuşak da gelse, takdir de etse, bahsetse de bahsetmese de, her şey Akşener’e yaradı. Aslında, Erdoğan da biraz Akşener’e çalışmış oldu. 

Ruşen Çakır: Çünkü işin kuralı o. Düşen ve çıkanın dengeleri değişti. Aşağıya doğru giden birisinin bağırışları, yukarıya doğru çıkanın önünü açıyor. Evet, Kemal, bu haftaki programı da burada noktalayalım. Gezi ve Çarşı davası nasıl sürüyor bilmiyorum, ama Osman Kavala’nın en kısa zamanda hak ettiği özgürlüğe kavuşmasını dileyelim. İzleyicilerimize de çok teşekkür ederiz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.