Gomaşinen (67): Sezai Karakoç’un ardından

Gomaşinen‘in 67. bölümünde Ruşen Çakır, 16 Kasım Salı günü 88 yaşında hayatını kaybeden, muhafazakâr camianın önde gelen edebiyatçı ve düşünürlerinden, şair ve yazar Sezai Karakoç‘u anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 67. bölümünde Sezai Karakoç’tan bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Sezai Karakoç, geçtiğimiz salı günü, 16 Kasım 2021’de hayâtını kaybetti. Öldüğünde 88 yaşındaydı ve Türkiye’de muhâfazakâr câmianın en önde gelen edebiyatçılarından ve düşünürlerinden birisiydi. Hakkında da herkes iyi şeyler söyledi. Söylemeye de devam edecek. Ben de bu “Gomaşinen”de ondan bahsederek, ona duyduğum saygıyı ifâde etmek istedim. Kendisiyle bir tanışıklığım var. Ama bir kere, o da merhum Prof. Şerif Mardin’le berâber, 1986-1987’deydi — öyle bir tarih olması lâzım. 

Benim gazeteciliğimin ilk yılları ve İslâmî hareket üzerine çalışmaya başladığım yıllar; Şerif Hoca’yla da tanışıklığımızın, dostluğumuzun başladığı yıllar. Şerif Hoca da tabii ki bu konulara çok ilgili bir sosyalbilimciydi ve Sezai Karakoç’u da tabii ki biliyordu. O talep etmişti; gidelim, tanışalım, sohbet edelim diye ve bir gün Cağaloğlu’ndaki ofisine gittik. Orada kısa bir sohbetimiz oldu. Bize çay ikram etmişti. Ama çok da heyecanlı bir buluşma olmadı. Zâten bir daha da görüşmedik. Benim de Sezai Bey’le görüşmem, yani kendisiyle konuşmam –ki o konuşmanın büyük bir kısmı Şerif Hoca’yla Sezai Karakoç arasında oldu; ben daha çok, onları ilgiyle izleyen birisi, genç bir gazeteci olarak bulundum– çok da uzun sürmedi. Daha sonra Sezai Bey’i bir kere vapurda gördüğümü hatırlıyorum. Başka da görmüşlüğüm yok. Yani size uzun uzun nasıl tanıdığımı, nasıl ettiğimi anlatacak durumda değilim. Ama bu konulara ilgi duymaya başladığım andan îtibâren, ismi her yerde karşıma çıktı. Edebiyatla, gazeteci olmadan önce ilgiliydim. O zaman da adını biliyordum; ama çok fazla okuduğum birisi değildi. Daha sonra okudum. Ama sürekli olarak gazetecilik hayâtımın her aşamasında, İslâmî kesimden insanlarla konuştuğumda, Sezai Karakoç’un adı bir şekilde geçti. 

Yalnız bir insandı halbuki Sezai Karakoç. Zâten işin ilginçliği de burada — işin acı yanı diyeyim. Belki de “acı” demek yanlış olabilir; çünkü bu onun kendi kişisel tercihiydi. O, kendi başına yazıyor, çiziyor, düşünce üretiyor ve şiirler yazıyor. Kendi başına, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan birisi. Hayat hikâyesine baktığınız zaman, Diyarbakır Ergani doğumlu. Küçük yaşlardan îtibâren okulları hep parasız yatılı okumuş. Sonra Ankara’da Mülkiye’ye, Siyasal Bilgiler’e girmiş. Orada mâliye eğitimi almış. Devlette çalışmış. Müfettişlik yapmış. Mâliye müfettişliği yapmış. Gelirler kontrolörlüğü yapmış; ama hep tercihi edebiyattan ve düşünceden yana olmuş. Kendini özgür bırakmak için, çalıştığı işlerde kısa süreli kalmış ve hep, yaşamını yazarak kazanmak, idâme ettirmek istemiş. Bunda da hep karşısına sorunlar çıkmış. Şimdi bu belli bir tarihin profiline çok uyan bir şey. Türkiye’de özellikle İslâmcılığın dışlandığı, sistemin dışında algılandığı dönemlerde –ki o da Sezai Karakoç’un ilk gençlik yılları belki de– böyle. Ama belli bir tarihten îtibâren, gerek Millî Selâmet Partisi, daha sonra Refah Partisi, Refahlı Belediyeler, AK Parti iktidârı, işte, Anadolu Sermayesi, yeşil sermaye filan derken, Türkiye’de dindarların, hattâ cemaatlerin, İslâmcılar’ın da merkeze taşındığını, kimi zaman istenmemelerine rağmen geldiklerini biliyoruz ve bu arada ekonomik anlamda da çok güçlendiklerini biliyoruz. Böyle bir ortamda Sezai Karakoç’un hâlâ mütevazı bir hayat sürüyor olması ve geçim sıkıntısı çektiğine çok emin değilim, ama kendi hâlinde bir hayat sürüyor olması çok mânîdardır. 

O kişisel, entelektüel bir tercih yapmış; fakat benim bildiğim, tanıdığım insanların içerisinde, İslâmî entelektüel, aydın tanımına girebilecek insanlar içerisinde bunu yapanların sayısı çok çok az. Büyük bir kısmı, daha ilk belediyeler, Refah Partisi belediyeleriyle birlikte büyük bir kısmı danışmanlık, şu bu derken, dünyevî bir hayatı çok ciddî bir şekilde içselleştirdiler ve düşünsel yönlerini geri plana attılar. Artık bu konularla ilgilenmemeye başladılar. Doğrudan düz siyâset yaptılar vs.. Şimdi burada şöyle bir sorun var: Dünyanın dört bir tarafında, böyle düşünce insanları, edebiyatçılar vardır. Kendilerini dünyada bir tür inzivaya çekmiş insanlar vardır ve Sezai Karakoç da bunlara bir örnek olarak gösterilebilir. Fakat burada ilginç bir şey var. Sezai Karakoç, siyâsî parti kuracak kadar da dışa açılmayı isteyen birisi. Bir diriliş kavramı, onun düşüncesinin çok temelinde. Zâten partisinin adını da Diriliş Partisi olarak koydu. 1990’da kurdu ve hattâ benim Âyet ve Slogan 1990 Kasımı’nda çıktığında, ona bir bölüm de ayırmıştım. İstisnâî bir örnek olarak, onun parti programından bir bölümü de hattâ kitaba koymuştum. Bir parti kurdu. Hattâ bir yerde miting de yaptığı oldu. Bunlar da haber bile oldu. Ama parti, Siyasi Partiler Kanunu’nun gerektirdiği birtakım koşulları yerine getiremediği için yıllar sonra… 26 Mart 1990’da kurmuş; 19 Mart 1997’de kapatılmış. Daha sonra yeni bir isimle tekrar kurdu. Ama bu parti, seçime giren, girmek isteyen, örgütlenmek isteyen bir parti de olmadı. Hattâ şunu da biliyorum: Bâzı kişiler Sezai Karakoç’a gidip, partide kendisine özellikle finansal açıdan yardımcı olmak istediklerini bildirmişler. Mâlûm, biliyorsunuz, Türkiye’de siyâset yapmak için paraya ihtiyaç var. Yani bir yerin kirasından vs.’sine kadar bir yığın masraf var. Sırf kırtasiye işlemleri için bile bayağı paraya ihtiyaç var. Bunları da büyük ölçüde kabul etmediğini biliyorum. Kendisi, kendi hayatını çok mütevâzı bir şekilde, bir kişinin kurduğu bir partide sürdürdü. Yine aynı kriterlerle hareket etmesi sonucunda bu parti, “adı var kendi yok” bir şey oldu. Bu da çok ilginç bir paradoks olarak karşımıza çıkıyor. 

Yani Sezai Karakoç, benim bildiğim, özellikle son dönemde, AK Parti iktidârının artık iyice krize girdiği andan îtibâren kendi köşesinde kalmayı, adını onunla beraber, AKP ve Erdoğan’la berâber andırmamak için, kendini iyice kenara çeken insanlar biliyorum. Ama bunlar hiçbir şey yapmıyorlar. Sadece yazıp çiziyorlar. Az sayıda insanla görüşüyorlar filan. Ama Sezai Karakoç son âna kadar hâlâ bir parti derdiyle, hâlâ bir diriliş nesli yaratma arzusuyla var oldu ve bu anlamıyla da, sâdece İslâmî kesim için değil, aynı zamanda tüm Türkiye için Cumhuriyet tarihinin çok ilginç bir ismi. Dikkat çeken ve önemli bir ismi olarak kayda geçti. Edebiyatçılığı apayrı. 

Burada benzer bir olayı İsmet Özel için de söyleyebiliriz. İsmet Özel’i Sezai Karakoç’tan daha fazla tanıdığımı düşünüyorum. Bir kere, İsmet Özel’in kendisiyle tanışmadan önce her şeyini okumuştum. Özellikle Şiir Okuma Kılavuzu’nu çok sevmiştim. Şiirlerini çok severim. Ama meselâ siyâsî olarak, İsmet Özel çok bambaşka bir yere doğru savruldu ya da belki de hep o yerdeydi. Yani onun edebiyatçılığıyla düşünürlüğü arasında bir fark olduğunu düşünen çok insan var. Şöyle diyen çok insan var – belki ayrı bir “Gomaşinen”de İsmet Özel yapmak mümkün: “Şâir olarak İsmet Özel’i severim; ama siyâsî olarak asla…” diyen çok kişi var. Sezai Karakoç’u hem şâir hem düşünür olarak seven çok insan var; ama bir de Sezai Karakoç’un düşünürlüğünü çok fazla bilmeyen, çok da fazla önemsemeyen, onu sadece şiirleriyle bilen bir grup insan da var ve bu anlamıyla da tüm Türkiye’ye mâlolmuş bir isim.

Fakat şunu gördük: Mesela bazı isimler, Erdoğan’la berâber fotoğraflar çektirdiler vs., devlet tarafından ağırlandılar. Devlet derken: Erdoğan, Saray. Ve onlar genellikle böyle kötü bir tat bıraktı birçok insanda. Çünkü bu tür kişilere her zaman bir mânevî yer atfedilir. Sembolik bir değerleri vardır. Onlar iktidarlara karşı kendi bağımsızlıklarını korumalarıyla bilinirler. Dolayısıyla bu tür kişilerle yan yana görülmeleri çok da iyi olmuyor. Meselâ en son yaşadığımız bir Nuri Pakdil olayı… Sezai Karakoç’un böyle bir yönünü de görmedik. Zâten kendisi bir siyâsî parti lideriydi — diyorum ama, ortada gerçek anlamda bir parti yoktu. Gazetecilik hayâtımda, İslâmî çevreden çok sayıda entelektüelle tanıştım. Meselâ özellikle edebiyatla ilgilenenlerle… 

Yani hem muhâfazakâr bir çizgide olup hem de şiir yazan, ya da öykü, roman yazan kişilerle tanıştım. Meselâ aklıma gelen: Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Erdem Bayazıt gibi isimler, aklıma ilk gelen isimler. Mesela Mustafa Kutlu… Bunların hepsinin benim gözümde ayrı bir değeri vardır. Siyâsetle ilgileri de genellikle sınırlıdır, hattâ hiç yoktur. Bu, siyâsî bir görüşleri olmadığı anlamına gelmez. Pozisyonları, yerleri bellidir. Fakat bu kişilerin, tüm Türkiye’nin değeri olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu noktada Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârı bir fırsattı ve o fırsatı çok kötü harcadı. Yani şöyle söyleyeyim: Devletin imkânları ile, belediyeler ya da daha sonra AKP iktidârı, devletin imkânlarıyla bu kendi cenahlarını, entelektüellerini tüm Türkiye’ye tanıtmayı, ama bunu yaparken sadece bir dayatma değil de bir tanıtma, tanıştırma ve aslında yan yana getirme gibi bir perspektife sâhip olmadılar ve genellikle de bu entelektüelleri bir şekilde kendi işleri için kullanmayı tercih ettiler. Ondan sonra da tabii dönüp dolaşıp, “Onca şey yaptık; ama Türkiye’de kültürel hegemonyayı kuramadık” dediler ve hâlâ şikâyet ediyorlar. Erdoğan ediyor. Fahrettin Altun ediyor. Gidiyorlar kitapçılara: “Niye burada bizim insanlarımızın kitabı yok?” Halbuki oradaki yaklaşım, hep birlikte, her kesimden insanların kitaplarının bir arada olması. Yani birilerini atıp kendi beğendiklerini koyma yaklaşımı yerine, bütün herkesin bir arada olduğu bir kültür atmosferini yaratmak gibi bir şeyi asla düşünmediler ve bu nedenle de Sezai Karakoç gibi isimler, sâdece belli bir çevrenin bildiği, diğerlerinin de bilmek istemediği kişiler olarak kaldı.

Evet, çok da uzatmak istemiyorum. Sezai Bey… Allah rahmet eylesin. Kendi ayakları üzerinde durarak, zor bir hayat yaşayarak; ama hayâtını edebiyâta ve düşünceye adamış bir insan olarak bu dünyadan göç etti. İyi bir isim bıraktı. Sevmeyeni muhakkak vardır. Okumayanı zâten vardır. Ama sonuçta böyle isimleri, böyle bir ülkede, bu kadar çok kavganın, gürültünün, kutuplaşmanın olduğu bir ülkede hem siyâsî bir duruşta ısrarlı bir şekilde durup, ama aynı zamanda çok da fazla düşman edinmemek gerçekten takdire şâyan bir şeydir. Umarım onun eserleri, önümüzdeki dönemlerde, gelecek kuşaklar tarafından da bir şekilde ilgi görür ve Türkiye’nin kültür ve düşünce tarihinde hak ettiği yeri alır. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.