Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (73): Yabancı gazetecilerle iyi/kötü anılar

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 73. bölümünde, yabancı gazetecilerle yaşadıklarımdan bazı örnekler anlatmak istiyorum. İlk yıllardan îtibâren İslâmî hareket üzerinde çalışmaya başladığım için ve tam da benim başladığım sırada, yani 1980 ortasında dünyada ve Türkiye’de İslâmî hareket yükselişe geçtiği için ve bu konuda da çalışan çok fazla kişi olmadığı için, ilk günlerden îtibâren çok sayıda yabancı gazeteciyle tanışma imkânım oldu. Daha doğrusu onlar beni buldu, sordu, benden görüş aldı, bilgi aldı; kimi zaman kimlerle görüşebileceklerini sordular, telefon numaralarını aldılar vs. — ki bu, gazeteciliğe başladığım ilk anlardan îtibâren yaşadığım bir olay. Hattâ hiç unutmuyorum, Nokta dergisinde 1985 Mayıs’ında başlamıştım ve başladıktan kısa bir süre sonra da İslâmcılık üzerine haberler yapmaya başladım. Kapak dosyalarında yer aldım ve o tarihte Nokta dergisi Türkiye’nin en dikkat çeken yayın organlarından birisiydi. 

Bir gün, yabancı bir medya grubundan üç kişilik bir televizyon ekibi Türkiye’ye gelmişti. Türkiye’de Refah Partisi ve İslâmcılık yeni yeni konuşulmaya başlanıyordu. Bununla ilgili bir şeyler yapacaklardı ve Nokta’ya da uğramışlardı. Orada yöneticilerle filan konuştular. Sonra birisi benden bahsetti, genç muhâbir diye — ki o tarihte kaç yaşındayım? Herhalde 24, öyle bir şey olması lâzım. Benimle de konuştular. Yabancı dilim var. Hem İngilizce hem Fransızca. Gelenler galiba Fransız değildi, İngilizce konuştuk. Bana öylesine bir iki soru sordular. Ben de cevap verdim. Bunun üzerine ekibin başındaki insan çok heyecanlandı. Çünkü benim onlara söylediklerim, o âna kadar yaptıkları, görüştükleri, özellikle lâik kesimden gazetecilerin, akademisyenlerin söylediklerinden farklı geldi ve hemen ekibine dedi ki: “Hadi bu çocukla hemen bir kayıt yapın.” Bana orada birkaç şey sordular ve onlara aykırı gelen şeyler söyledim. Sonra nasıl yayınladılar, yayınladılar mı yayınlamadılar mı bilmiyorum. O tarihlerde internet vs. yok. Yapan yaptığıyla kalıyor. En fazla yurtdışında tanıdığınız birisi varsa, size diyor ki: “Ya, geçen şu kanalda seni gördüm, bir şeyler söylüyordun.” Ama şimdi bunlar çok kolay, biliyorsunuz. Hemen ânında siz o bölümün videosu yollanıyor. 

Biz o tarihlerde insanlarla konuşuyorduk. Sonra nasıl yayınlandı, yayınlandı mı yayınlanmadı mı bilmiyorduk. Ama genç birisi olarak, tabii ki yolun başında birisi olarak çok heyecan verici ve güzel bir şeydi. Hava atıyorduk yani işte. “Şu gazete bana soru sordu, şu dergiye demeç verdim” vs. diyorduk. Ama daha sonra, biraz piştikçe, büyüdükçe, tabii ki olaya daha eleştirel bakmaya başladım. O ilk baştaki, “Ne güzel, bana soru soruyorlar, ünlü oluyorum” hâlinden; “Yine mi bunlar?”a geçmem çok zaman almadı açıkçası. 

Bir yerden sonra, insanları artık seçer oldum. Çünkü çok acayip bir ilgi vardı. Hele 1994 yerel seçiminin ardından Refah Partisi’nin başarısı ve sonra Refah Partisi’nin birinci parti olması, Erbakan’ın başbakan olmasıyla. Ama en büyük olay tabii ki AKP’nin iktidara gelmesiydi. Bu arada, Hizbullah olayı, El-Kaide saldırıları vs. her türlü şeyde, İslâmcılık üzerine yabancı medyanın bulduğu kişilerden birisiydim. Daha sonra işin içerisine Kürt meselesi de girince, onları da sorar oldular. Arada sırada da ülkücü hareket, MHP’yi soranlar da oldu ve hayâtım boyunca yabancı gazetecilerle muhâtap oldum. 

Aslında benim yabancı gazetecilerle ilk muhâtap olmam, gazeteciliğe başlamamdan hemen öncedir. O da şöyle; 1982 Ağustos ayında cezaevinden çıktım. 12 Eylül döneminde 18 ay hapis yattım. Çıktıktan bir süre sonra bir Fransız televizyon kanalı, Türkiye’de 12 Eylül’le ilgili, 12 Eylül uygulamalarıyla ilgili bir program yapacakmış — ya da belgesel, her neyse. Galatasaray Lisesi’nden bir hocamız, aynı zamanda arkadaşımız, beni buldu. Dedi ki: “Böyle böyle… Yaşayan insanlardan görüş almak istiyorlar. Ne dersin?” Ben de salak gibi, “Evet” dedim. Sonunda o Fransız arkadaşın Cihangir’deki evinde benimle kayıt yaptılar. O kayıtta yüzümü kapattılar bir şekilde. Işıkla oynadılar, bir şey yaptılar, şimdi tam hatırlamıyorum. Yüzüm yok; ama sesim var. Benim o kırık Fransızcamla… Ben gerek Emniyet’te gerek cezaevinde yaşadığım işkenceleri târif ederek –meselâ askıya astılar vs. gibi, size işkence türlerini anlatıp canınızı sıkmayayım– bunları anlattım. Salaklık yaptım diyorum, çünkü suratımı kapatmalarının bir anlamı yok. Bir yerden sonra İstanbul’da cezaevinde yatmış, çıkmış ve Fransızca konuşan çok da fazla insan yoktu herhalde. Arasalar beni bulurlardı. Bereket aramadılar. Orada tabii, gazeteciler için tam da böyle, kötü de olsa Fransızca konuşan, hem bizzat yaşamış, işkenceleri hareketlerle anlatıyor filan… Bundan iyi şey mi bulacaklar? Yayınlamışlar onu. Fransa’daki arkadaşlardan öğrendim ve başıma nedense bir şey gelmedi. Bunu da bir not olarak düşeyim. 

Sonra belli bir tarihten îtibâren, ben artık yabancı medyaya görüş vermekten vazgeçtim. Görüş vermekten vazgeçmemin nedeni; peş peşe iki tâne çok önem verdiğim yayın organı, ikisi de Amerikan, hem New York Times hem Washington Post… Amerika’da yaşadığım zaman ikisine de aboneydim. Hâlâ fırsat buldukça internetten bakarım. Çok önem verdiğim gazetelerdir. AKP iktidara geldikten sonra çok sayıda yabancı gazeteci geldi. Bunların büyük bir kısmına konuştum ve bunlardan iki tanesi, Washington Post ve New York Times, aynı tarihlerde çok canımı sıktılar yaptıkları yayınla. Şimdi Washington Post’un ne yaptığını tam hatırlamıyorum; ama New York Times’ı unutmamın imkânı yok. Muhâbirin adını da unutmamın imkânı yok. Çünkü kendisi ünlü Amerikalı yazar Susan Sontag’ın galiba yeğeni, Deborah Sontag. New York Times’ın pazar ilâvesine Erdoğan portresi yapmaya gelmişti. Bir iddiaya göre, Cüneyt Zapsu onlardan ricâ etmiş bir şekilde. Bu Deborah Sontag –hâlâ orada olduğunu sanmıyorum– o dönemde New York Times’ın önemli gazetecilerinden birisiydi. Geldi Türkiye’ye ve Erdoğan’ın biyografisini yazmak için, onunla ilgili malzeme topladı ve benimle de uzun uzun konuştu. Aynı zamanda bizim, tam o sırada meslektaşım Fehmi Çalmuk’la yapmış olduğumuz Metis Yayınları’nın “Siyahbeyaz” dizisi kitaplarından çıkan Recep Tayyip Erdoğan: Bir Dönüşüm Öyküsü kitabını çevirtti. O kitabın Fehmi tarafından yazılan ilk bölümü, Erdoğan’ın hayâtını anlatır — çocukluğunu vs., babasından yediği dayaklardan, sattığı simitlere kadar hepsi. Orada Fehmi, kendisi de o hareketlerin içerisinden gelmiş birisi olduğu için, bayağı bir arşiv taraması yapıp, kaynaklarına da danışıp, çok iyi bir “Erdoğan’ın Hayâtı” bölümünü yazmıştı. İkinci bölümde de ben siyâsî analiz yapmıştım. Yani hayat hikâyesini Fehmi yazmıştı, öteki kısmı ben yazdım ve bu New York Times Magazine, yani hafta sonu ilâvesi sayfalarcaydı, bu ilâvedeki Erdoğan portresinin içerisindeki, Erdoğan’ın hayat hikâyesi ile ilgili bütün bilgiler bizim o kitaptan alındı. 

Başında bir yerde bizim kitabın adını veriyor; ama şöyle veriyor: “Erdoğan hakkında çıkan biyografilerden biri”. Yani çok sayıda biyografi çıkmış, onlardan birisinden bir alıntı. Ama ondan sonra yaptığı alıntıların kaynağının orası olduğunu söylememişti. Yani bir intihal yapmıştı. Bir diğer husus; benimle konuştuklarından çok az bir şey almış, çok da umurumda değil aslında. Esas şunu yapmıştı, o çok ilginçti. Şimdi New York Times gibi gazeteler, bu işleri çok ciddiye alıyorlar. Aslında haber çok ciddî bir iştir. Şimdi, muhâbir bir portreyi yazıyor, editöre veriyor, editör buradaki birtakım şeyleri check ediyor. Meselâ, Erdoğan’ın doğum tarihi ya da Erdoğan’ın eşinin adı ya da bir şeyin tarihi vs.. Orada tabii muhâbir Türkiye’den olmadığı için, Amerika’dan gittiği için onları check edecek yer yok ve bu Deborah Sontag da tam kullanışlı aptal bulduğu için, benim telefonumu vermiş ve New York Times’ın masasındaki insan da beni bir günde 3 ayrı kere aradı cep telefonumdan ve böyle şeyleri sordu, daha yayın olmadan önce. Ben de New York Times’a katkıda bulunuyoruz diye adama her türlü şeyi verdim. Bazıları için, “Buna bir bakayım, beni sonra ara, sonra cevap vereyim” dedim. Ben onlara bir nevi, aynı zamanda o dosyanın asistan editörlüğünü de yaptım ve sonunda o dosya karşımıza çıkınca, kelimenin tam anlamıyla iliğimize kadar sömürülmüş olduğumuzu gördüm. 

Zâten yabancı gazetecilerle, o tarihten sonra –Washington Post’ta da aynı tarihlerde, yani AKP’nin iktidâra geldiği tarihte, yine onların da benden aldıkları görüşleri kullanma şeklinden de sonra– dedim ki: “En güvenilir gazeteler bunu yapıyorsa, bu yabancı gazetecilerle bunları yapmanın bir anlamı yok” ve kestim. Şöyle bir karar aldım: Artık kendi adıma konuşmuyorum. Eğer sohbet etmek istiyorsanız, sohbet edelim. Adımı vermeden, isterseniz benim söylediklerimi yazabilirsiniz ya da yazılarımdan alın, yazılarımdan referans verin. Daha sonra, Medyascope yayınlarından istiyorsanız alın, oradan kullanın. Zâten onların büyük bir kısmının daha sonra deşifreleri oluyor. Altında metinleri de var. Böyle bir ders olmuştu bu bana. Yani New York Times ve Washington Post

Bir tek istisnâ şu: Sâdece benimle bir röportaj yapılırsa — ki buna pek tenezzül etmediler, bir iki istisnâ dışında. Hani geliyorlar, aynı anda 5-6 kişiyle konuşup, sonra sizden bir cümle, ondan bir cümle alıp haber yapıyorlar. Bunlara artık yanaşmayacağımı söyledim. Burada, söylediklerinizin bağlamından çıkartılması var. Hoşlarına gidenleri kullanıp, hoşlarına gitmeyenleri kullanmamaları var. Bir diğer önemli husus da –ki benim için çok önemli bu– aynı haberin içerisinde adınızın birlikte anılmasını istemediğiniz birtakım insanlar oluyor ve bunları bilmiyorsunuz. Tabii ki şunu yapacak hâliniz yok: “Benden başka kiminle konuşuyorsunuz?” diyecek hâliniz yok. Ama sonra diyelim ki gazete önünüze çıkıyor ya da internetten bakıyorsunuz; bir bakıyorsunuz ki orada nefret ettiğiniz birisi ve sizden bir cümle, ondan bir cümle. Açıkçası bunlardan rahatsız oldum ve kestim. 

Az önce söylediğim şeye tekrar geleyim. Yabancı gazetecilerin hepsi değil, Allah için, haksızlık etmek istemem, ama büyük bir kısmında şöyle bir yaklaşım var — aslında gazetecilerin büyük bir kısmında vardır: Genellikle siz bilirsiniz gazeteci olarak; ama birilerine sorarsınız; ondan dolayı, zâten sizin bildiğinizi duymak istersiniz. Size aykırı bir şey söylediği zaman o sizi rahatsız eder. Çok da fazla kullanmazsınız, değerlendirmezsiniz. Böyle bir yaklaşım gazetecilikte –ki gazetecilik aslında böyle çok da ulvî bir meslek değildir– çok yaygındır. Özellikle Batılı gazetecilerde, Türkiye’ye yönelik olarak ya da Türkiye gibi ülkelere yönelik olarak genellikle –hepsi değil ama büyük bir kısmında– o üstenci, yukarıdan bakan tavır var. Yani meslektaş bile olsanız size acırlar. Size, “Burası zâten Türkiye” der gibi bakarlar. Böyle bir tür oryantalist bakış, başka tür bir bakışla, böyle bir mesâfelidirler ve sizinle konuştukları zaman size bir şey bahşediyorlarmış gibi yaparlar… Yani siz onlara yardımcı olmuyorsunuz da onlar size yardımcı oluyormuş gibi. 

İlk yıllarda, başta da söylediğim gibi ben bu zokayı yutmuştum. Ama sonra bu zokayı çıkarttım. Çıkartmaya çalıştım ve o yüzden de birçok kişi benden rahatsız oldu. Ama çok ısrarlı bir şekilde bunu sürdürmeye çalışıyorum ve açıkçası da büyük ölçüde rahatladım. Bu arada çok sayıda gazeteciyle sohbet ettim, ediyorum. Çok sayıda arkadaşlarım da var, değişik ülkelerden gazeteciler. İşin ilginç tarafı, ilk yıllarda daha çok Türkiye’de yerleşik temsilcilerle konuşurduk. Yani şu gazetenin İstanbul muhâbiri, şu gazetenin, şu ajansın Ankara temsilcisi filan… Bir süredir Türkiye’deki yerleşik yabancı gazetecileri çok fazla görmüyorum ya da onlar beni bulmuyorlar. Bunun birçok nedeni var. Galiba birincisi, artık benim konularım herkesin bildiği konular oldu: İslâmcılık vs.. Tabii ki İslâmcılık… 20 yıldır ülkeyi Erdoğan yönetiyor, düşünsenize. Bir diğer husus, yabancı medya artık Türkiye’ye çok da fazla önem vermiyor. Tüm dünyada medyanın yaşadığı ekonomik krizlere bağlı olarak, yurtdışı temsilcilikleri iyice azaltıldı. Genellikle bir bölgeye bir temsilci koyuluyor, o aynı anda çok sayıda ülkeye bakıyor ya da birtakım serbest gazetecileri kullanıyorlar. Böyle bir husus da var. Bir diğer husus da artık Türkiye’de, bizlerin, yani Türkiyeli gazetecilerin ve yabancı gazetecilerin çok da fazla mesleklerini icrâ edebilmeleri, rahat bir şekilde icrâ edebilmeleri mümkün değil. Haber kaynaklarına artık hızlı bir şekilde ulaşamama, özellikle devlet katında, bu çok baskın oldu ve Türkiye’ye karşı ilginin Batı medyasında iyice azaldığı kanısındayım. Şimdi, düşünüyorum, yabancı meslektaşlarımla çok olay yaşadım. İyi kötü çok olay yaşadım. Bazılarını daha önceki “Gomaşinen”lerde anlattım. Meselâ Irak’ta ya da Filistin’de ya da Pakistan’da, değişik yerlerde yabancı gazetecilerle temaslarım da oldu. Bütün bunların hepsinin ayrı ayrı anıları var. 

Ama bir tane olay var ki bu olayı unutmam mümkün değil. Çok acayip bir şeydi. Medyascope zamanı, eski Sanayi Mahallesi’ndeki yerdeyiz. İlk yılları yanılmıyorsam, internet üzerinden yayın yapan bir Amerikan haber portalı ya da sitesinin İran asıllı bir temsilcisi vardı Türkiye’de, çok parlak filan. Herkes ondan bahsediyordu. Çok kişi bana, onunla ilgili şeyler söylemişti ve Türkiye’de de Kürt meselesinin filan çok konuşulduğu bir dönem, Öcalan vs.. Bu, Türkiye’de Kürt meselesi üzerine bir şey yapacak ve bana da geldi. Ben ona da dedim ki: “Ben on the record konuşmuyorum; ama sohbet ederiz”. —“Tamam, tamam” dedi. Kürt meselesine bakışı, ilginç bir şekilde bizim devletin bakışına çok yakındı. Yabancı gazetecilerde pek olan bir şey değildir ve onda da böyle bir hava vardı. Yani konuşurken biraz rahatsız oldum. Ama neyse, konuştuk, sohbet ettik uzun uzun. Sonra bir baktım… Benim adım yok tabii, bir gazeteci diye söylüyor benden aktararak. Ben İmralı’da Öcalan’la görüşmüşüm. Neye uğradığımı şaşırdım. Nasıl yani? Şimdi Öcalan’ı da sordu. Ben de Öcalan hakkında bir şeyler söyledim. Duyduklarımı, düşündüklerimi vs.. Yani tamam, İngilizcem muazzam değil. Belki birtakım şeyleri söylerken yanlış söylemiş olabilirim; ama yani “Öcalan’la cezaevinde, İmralı’da görüşen gazeteci” diye bir olayın olmadığını bilmiyorsa bir kişi, zâten Türkiye’deki Kürt meselesi ya da PKK üzerine bir şey yazmasın. Neye uğradığımı şaşırdım ben açıkçası. Bir de adımı verdiğini düşünün. İşte, “Öcalan’la İmralı’da görüşen Medyascope Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır.” Şimdi insanlar ne diyecek? Ruşen’e bak, elin Amerikalısına yalan söylemiş, kendini pazarlamış… Yok böyle bir şey yani. Bereket adım yoktu. Neye uğradığımı şaşırdım hakîkaten. Sonra kendisine bir mesaj yazdım: “Ne diyorsunuz? Ne alâkası var? Nereden çıktı?” diye. “Pardon, yanlış olmuş” deyip geçiştirdi gitti. Şunu da söyleyeyim, keşke Öcalan’la İmralı’da röportaj yapsam, görüşsem. Yazılmamak kaydıyla görüşsem ya da şu olsa, bu olsa… Herhalde bir gazeteci olarak en çok isteyeceğim şeylerden birisidir. Ama olacağını da hiç sanmıyorum. O ayrı, ama şimdi bu örnek aslında şunu gösteriyor: Size nasıl baktıklarını gösteriyor. Her ne kadar kendisi İran asıllı olsa da bayağı Amerikanlaşmış bir meslektaş ve böyle bir şeyi rahatlıkla yapabiliyor. Ben bir Amerikalı gazeteciye vs. ya da herhangi birisine böyle bir hatâyı yapmam, yani yapamam daha doğrusu. Yapmam değil, yapamam. Normal şartlarda yapılmaması lâzım. Şimdi bu en uç örneklerden birisi. 

Genellikle yaşadıklarım, söylediklerimin yanlış anlaşılması, işine geldiği şekilde seçilmesi vs. gibiydi ve o kararı aldım. Ondan sonra da rahatladım. Benden bir şeyleri alıyorlarsa da, nasıl kullanıyorlarsa kullansınlar, yeter ki adımı vermesinler dedim. Şimdi bir ilginç olay vardı. Bunu aslında El-Kaide’nin Kasım saldırıları sonrasında, onunla ilgili yaptığım “Gomaşinen”de anlatmıştım. Orada meselâ Marc Semo, o tarihte Liberation’un muhâbiriydi. Liberation’un kurucu ekibinde yer almış, çok deneyimli bir gazeteci, çok da yakın arkadaşım. Marc Semo, bu ilk sinagog saldırıları olduktan sonra hemen Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye çok gelir giderdi. Türkiye’yi yakından takip ederdi. Artık bir süredir Le Monde’da çalışıyor. Bana geldi; çünkü benim İslâmcılık filan bildiğimi biliyor. Birbirimizi yıllardır tanıyoruz. Ama ilk saldırıdaki saldırganlar Bingöllü, Bingöl nüfusuna kayıtlı olduğu için, Marc kendinden çok emin bir şekilde “Bunlar Hizbullahçı” dedi. Ben de: ‘‘Ya, yok değil. Ben de bir şey bilmiyorum ama, bunlar olsa olsa El Kaide’dir” dedim. “Yok Hizbullahçı” dedi ve öyle yazdı. Sonra ardından çıkan iki saldırıda, Bingöllü olmayan –birisi Ankaralıydı, birisi başka bir yerdendi– intihar eylemcisi çıkınca ve El Kaide olayları bir şekilde üstlenince, o da kabul etmek zorunda kaldı. 

Orada da işte böyle bir durum var. Kimi durumda en yakın yabancı arkadaşınız bile sizin ülkenizi sizden daha iyi bildiğini düşünebiliyor. Çünkü Batılı’nın bir üstünlüğü varmış gibi oluyor. Açık söyleyeyim, Batılı diyorum, ama Batılı olmayan gazetecilerle de karşılaştım. Tek tük Ortadoğulu gazeteciler, Japon gazeteciler filan. Onlarla çok kötü anılarım yok. Genellikle Batı’da, yani Amerika Birleşik Devletleri ya da İngiltere ya da Avrupa’da, Fransa, Almanya gibi yerlerde, hep böyle sizi kendiyle eşit görmeyen, size yukarıdan bakan, sizi sizden daha iyi biliyormuş gibi yapanlar çıkar… Gazeteciliğin, gazetecilerin bu genel hastalığıdır. Ama Batılıların, Batılı gazetecilerin bizimle kurduğu ilişkilerde bu çok daha fazla dikkat çekici oluyor. “Sizin ağzınıza lâf vermek” deriz biz ona. Herhalde böyledir. Yani size öyle bir sorar ki, siz ona, “Ha evet, haklısınız” demek durumunda kalırsınız. Ne zamanki, “Hayır, öyle bir şey yok. Nereden çıkartıyorsunuz?” derseniz, eğer iyi gazeteciyse onu alır öne çıkartır. Ama kötü gazeteciyse, “Bu yine saçmalıyor” gibi şeyler düşünür ve görmezden gelir. Evet…

Bâzılarına bu anlattıklarım gereksiz gelebilir; ama benim hayâtımda yabancı gazeteciler, yabancı meslektaşlarım bayağı bir yer tuttu. Hâlâ tutmaya devam ediyor. Bir gazeteci dayanışması içerisinde her türlü desteği vermeye râzıyım. Ama kendimi korumak adına –ki bunu diğer meslektaşlarıma da öneririm– kendimi korumak adına, artık o ilk gençlik yıllarımdaki gibi, “Ne güzel, Batı medyası benim adımı yazıyor” hevesinden bir an önce uzaklaştım ya da uzaklaşmak zorunda kaldım ve kendimi gerçekten iyi hissediyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.