Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Enes Kara olayı: Muhafazakâr ailelerin endişeli çocukları

Ruşen Çakır, Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde ikinci sınıf öğrencisi Enes Kara‘nın intihar etmesi üzerinden muhafazakâr ailelerin çocuklarının endişelerini ele aldı. Enes Kara gibi pek çok gence seçenekler sunulması gerektiğini söyleyen Çakır, “Kendilerine yeni bir gelecek inşa etmek isteyenlerin önünde, aileleri ve dini kullanarak ülkeyi yönetenler var. Bunlarla mücadele edenler büyük ölçüde yalnız kalıyorlar. Bu yalnızlığı aşabilmek için Türkiye’de çok ciddi bir sivil toplum duyarlılığı oluşması lazım ama biz olayları hâlâ kutuplaşma ekseninden görmeye, ortadaki alanda kendi başlarının çaresine bakmaya çalışan insanlara ise burun kıvırmaya devam ediyoruz” dedi.

Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak

Merhaba, iyi günler. Üzücü bir haber: Enes Kara adında bir genç, Elazığ’da bulunan Fırat Üniversitesi’nde Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi –ama aslen Hataylıymış galiba– intihar etti. İntihar çok hassas bir konu; bunun üzerine çok durmak istemiyorum, bunların görüntülerinin paylaşılması da gazeteciliğin çok eski bir tartışmasıdır. Doğru olduğunu düşünmüyorum. Yanlış olduğunu düşünüyorum. Uzmanlar da özellikle bu konunun çok ciddî bir şekilde altını çiziyorlar. Ama bunun bize gösterdiği birtakım toplumsal boyutlar var, bunları konuşmamızda yarar var. Zâten biz ne kadar bunun yanlış olduğunu söylesek de, sosyal medya üzerinden bu olay çok ciddî bir şekilde tüm Türkiye’ye yayıldı, Türkiye derken, yurtdışında yaşayanlar tarafından da. Daha önce de benzer olaylar olmuştu. Özellikle cemaat yurtlarında kalan gençlerin yaşadığı sorunlar, kimi zaman tamamen tedbirsizlik nedeniyle yaşanan yangınlar vs., ama sıklıkla duyduğumuz, büyük bir kısmı aslında örtbas da edilen mobbing, tâciz, hattâ tecâvüz iddiaları ya da böyle kendi canına kıyma olayları. Eskiden yok muydu? Eskiden de vardı herhalde; ama şimdi daha yoğun, daha hızlı bir şekilde kamuya mal olabiliyor ve bu son olayda olduğu gibi bizzat kendileri sosyal medya üzerinden duyurabiliyorlar mesajlarını. Şimdi burada başlığa çıkarttığım husus bence Türkiye’nin çok önemli hususlarından birisi, uzun zamandır bu konuda bir şey söylemeye çalışıyorum. “Deizm, ateizm” tartışmalarını da bu bağlamda değerlendirmek lâzım. Dindar ailelerin çocuklarının yaşadığı sorunlar, yaşadığı kopuşlar, onların endîşeleri… Şimdi bu başlığa bakan birileri, “endîşeli muhâfazakarlar” olarak algılayıp, bundan da çok rahatsız oldukları için, “Yine mi?” diye tepki gösteriyorlar. Halbuki hem bir tarafta endîşeli muhâfazakarlar var, hem de bir tarafta muhâfazakâr ailelerin endişeleri var. “Endîşeli muhâfazakâr” dediğimiz zaman daha çok orta yaş ve üstü kişileri düşünmemiz lâzım. Geçmişte, AKP’nin iktidarda olmadığı dönemleri ve 28 Şubat gibi süreçleri bir şekilde doğrudan ya da dolaylı yaşamış kesimlerin, AKP’nin gitmesi durumunda başlarına bir şey gelip gelmeyeceği endîşesi. Hem bir taraftan endîşe var, ama esas olarak da kazanımlarını kaybetme endişesi var. Bunu daha önce çok konuştuğumuz için daha fazla dillendirmek istemiyorum — en azından bu yayında. Ama “muhâfazakâr ailelerin endîşeli çocukları” bambaşka bir şey.

Dinden çok ciddi bir soğuma ve uzaklaşma var, ilgisizlik var. Talha Hakan Alp ile daha önce bir yayın yapmıştım. Biliyorsunuz, kendisi medreselerde yetişmiş birisi olarak, bir din âlimi olarak ciddî bir sorgulama yaşayan bir aydın. Ve onun özellikle gençlerle ilgili olarak, dinden kopuş, “dine karşı çıkıştan ziyâde, dine karşı ilgisizlik, kayıtsızlık” diye söylemişti. Demişti ki, meselâ evde konuşulduğu zaman cep telefonuyla oynama ya da odadan çekip gitme; anne-babaların, büyüklerin din üzerinden yaptığı muhabbetlere dâhil olmama. Tabii daha ötesine gidip, “deizm, ateizm, nihilizm” gibi farklı yerlere yönelenler de var. Bunun çok ciddî bir kuşak çatışması boyutu da var. Ama esas boyutu, bence AKP iktidarının ülkenin her türlü değerinin içini boşaltması ve Erdoğan iktidarının bunu yaparken de dini çok ciddî bir şekilde devlet eliyle kullanması ve de Erdoğan destekçilerinin, dindarların, yaşananlardan memnun olmasalar dahi –hepsi değil ama önemli bir kısmının– “Kol kırılır yen içinde kalır. Şimdi sesimizi çıkartırsak rakiplerimizin, düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmüş oluruz” gibi yaklaşımlarla bunları görmezden gelmesi, hattâ kimi durumda savunmak durumunda kalması. Bunlar yaşanırken genç kuşağın artık ellerinde tek bir cep telefonu olması kâfi. Global bir çağdayız; her an her şeyi hızlı bir şekilde öğrenebilen, duyabilen –nerede olursa olsun, bir köyde de mezrada da olsa hiç fark etmiyor– gençler ise, bütün bu yaşananları farklı şekillerde, farklı kaynaklardan görüp algılayıp, sorgulayabiliyorlar ve orada işte, onların duruşuyla ailelerinin, büyüklerinin duruşu arasında çok ciddî bir fark oluşuyor ve ondan sonra kopuşlar yaşanıyor. Kimileri bu kopuşu ciddî bir şekilde kendi hayatlarını, kendi tercihlerini kendileri yapmak şeklinde, kimi zaman ailelerinden koparak, evlere çıkarak, başörtülü bazı kadınlar başörtülerini açarak yaşıyorlar — ki şunu da biliyorum: Başörtüsünü açmamakla birlikte, aileleriyle çok ciddî sorun yaşayan, hattâ din ile, İslâmiyet ile çok ciddî sorunlar yaşayan kadınlar da var. Başörtüsü açıp açmamayı tek kriter olarak görmek çok doğru değil. Ama birilerinin başörtüsünü çıkarmasının da –ki daha önce de gündeme gelmişti biliyorsunuz, sosyal medyada bir tür kampanya olmuştu, onun da ayrı bir önemi var tabii– kimileri burada aileleriyle bir kopuşu göze alabiliyorlar. Önlerine birtakım fırsatlar çıkabiliyor. Bu fırsatların kendilerine devlet eliyle sunulmadığını biliyoruz.

Eğer devlet sosyal bir devlet olsaydı, böyle konularda bu tür kopuşlar yaşamak isteyen gençlere yardım edebilirdi —meselâ kalacak yer ya da burs vs. gibi. Dindar ailelerden kopacak gençlere bu iktidarın bir yardım eli uzaması diye bir şeyin çok fazla olacağını sanmıyorum. Hiç olacağını sanmıyorum daha doğrusu, olmuyor zâten. Dolayısıyla bu gençler büyük ölçüde kendi başlarına kalıyorlar veya sîneye çekiyorlar, belki çift kimlikli bir hayat yaşıyorlar, öyle çok genç var; evlerinde başka türlü evlerinden uzakta başka türlü bir yaşam tarzı benimseyen çok genç var. Eskiden 28 Şubat sürecinde şöyle şeyler olurdu: Başörtülü kadın öğrenciler okulun kapısına gider, kapıda başörtülerini çıkartır, hatta bazıları peruk takar öyle girerdi, çünkü başörtüleri yasaktı. Şimdi çok sayıda örnekte şunu duyuyoruz: Evden başörtüsüyle çıkıp, daha sonra başörtüsünü çıkartıp, hattâ kimi durumda uygun birtakım yerlerde elbiselerini de değiştirip dışarıdaki hayatlarını başka türlü sürdürenler var. Bunların hepsi insânî duruşlar ve hepsinin, başörtüsü takanın da başörtüsünü çıkaranın da, ailesiyle tartışanın da ya da ailesiyle uyumlu bir hayat sürenin de, hepsinin de bir meşrûiyeti var. Ama bu iktidar, “dindar nesil” iddiasıyla ortaya çıktığı için, “Gençleri dindarlaştıracağım” iddiasıyla ortaya çıktığı için ve bu iddia yolunda devletin ve belediyelerin her türlü imkânını seferber etti — doğrudan kendisi vakıflar kurarak, yurtlar açarak; biliyorsunuz bizzat Erdoğan’ın çocukları bunu yapıyorlar ve oralardan çıkanların devlette nasıl iyi yerlere yerleştirildiği de içeriden ifşâlarla ortaya çıktı; kimi zaman da tabii çoklukla birtakım İslâmî gruplara çok geniş destekler vererek bu nesli yaratmaya çalıştılar. Ama ilk büyük kopuş zâten bu pastadan en çok faydalanan Fethullahçılar ile arasında oldu. Besledi ve gözünü oydu ve “Ne istediniz de vermedik?” diyerek savaş ilân etti. Onun dışındaki yapılara da, Fethullahçılar’dan yana yaşadığı o acı tecrübe nedeniyle destek verirken aynı zamanda da onları çok sıkı bir şekilde denetlemeyi ve kendisine bağlı kılmayı hedefledi Erdoğan. Bunu ne derece başarabiliyor çok emin değilim; ama en azından onlardan açık bir bîat alıyor. Burada olay sadece Erdoğan’a bîat eden birtakım cemaatler değil, bunu özellikle vurgulamak lâzım.

Meselâ son yaşanan olayda, gencin Elazığ’da kaldığı yerin doğrudan Erdoğan iktidarına çok da fazla angaje olmayan bir cemaat yapılanmasına ait olduğu söyleniyor, farklı iddialar var. Benim duyduğum iki iddiada iki ayrı cemaat ismi duydum, ikisi de AKP’ye çok bîat etmiş yapılar değil. Bunun için, kesinleşene kadar isimlerini söylemeye gerek de yok; zâten bir yerden sonra çok da fazla anlamı da yok, çünkü üç aşağı beş yukarı bu cemaat yapılarının –AKP’ye yanaşsın ya da yanaşmasın– birbirlerini andırdıklarını, birbirlerinden kopya çektiklerini söyleyebiliriz.

Elazığ’ı özel olarak biliyorum, Elazığ’daki İslâmî hayat üzerine bir dönem orada araştırma yapmıştım. Orada Kadirîleri, Nakşibendîleri, Nurcuları, Fethullahçıları, Süleymancıları yakından tanıma imkânım olmuştu. Cemaatlerin çok bereketli olduğu bir yerdi. Hattâ şimdi yaşamayan eleştirel bir Nakşi şeyhi, “Bizim burada, mafya babasından çok cemaat babası var” demişti — hiç unutmuyorum rahmetlinin söylediklerini. Elazığ böyle bir yer ve orada çok sayıda böyle birtakım yurtların vs.’nin olduğunu biliyoruz. Buradaki sorun sadece ekonomik değil. Yani kendi eliyle hayatını sonlandıran gencin maalesef orada kalmasının nedeninin ekonomik olduğunu sanmıyorum, çünkü Tele1’den bir muhabir arkadaşın onun babasıyla yaptığı röportajı okudum yayına girmeden önce: Baba kendisinin çocuğunu bu yurda bilerek verdiğini söylüyor, kendi maddî imkânlarının olduğunu söylüyor. Buradaki temel dürtü, ekonomik imkânsızlıktan ziyâde, çocuğumuz şehir dışında kurda kuşa yem olmasın, güvendiğimiz birilerinin elinde olsun, onların elinin altında İslâmiyet’i öğrensin, ibâdetlerini yapsın, vs.. Şimdi böyle olan çok sayıda genç var. Ailelerinin tamâmen dinî nedenlerle cemaatlere teslim ettiği çocuklar var. Bunların sayısını hiç yabana atmamak lâzım; hele son dönemde dindarların ekonomik anlamda daha da bir güçlendiklerini varsayarsak, –yani eskilerde “dindarlar” ve “yoksulluk” çok birlikte telaffuz edilen bir şeydi, şimdi bayağı bir orta sınıf oluştu, isteseler çocuklarına kaldıkları şehirde ev kiralayabilecek aileler de pekâlâ onları daha güvenli olduğu için cemaat yurtlarına teslim ediyorlar. Bir de diğer ayağı: Tabii ki çok sayıda aile de imkânları olmadığı için ya doğrudan aileler ya da öğrencilerin kendileri, devletin ve diğer özel kuruluşların çok fazla imkân sağlamaması nedeniyle cemaat yurtlarına gidiyorlar — işin bu boyutu da var. Ama ikisini birlikte değerlendirmek lâzım. Olay sadece, “Parasız oldukları için cemaatlerin kıskacına düşen gençler” gibi klişelerden ibâret değil. Birçoğu da gerçekten aileleri tarafından buralara güvenildiği için teslim ediliyor ve sonra –daha önce de yaşandı olaylar, biliyorsunuz, bu sefer de galiba böyle olacak–, aileler kimseden şikâyetçi olmuyor. Diyorlar ki: “Biz bunlara güveniyoruz. Bir şey var, tamam, çocuğumuz böyle yaptı, acımız büyük; ama bunun sorumlusu kimse değildir”. Bu tutum da çok yaygın bir tutum. Bunların hepsini çok ciddî bir şekilde sorgulamak lâzım. Sorgularken de Türkiye’deki bir değişimi görmek lâzım. Bu değişim, eskilerin, yaşlıların hâlâ birtakım klişelerle kendi gençlerini ve kendilerinden olmayan gençleri ideolojik olarak bir şekilde eğitmeye kalkmaları, ama tüm dünyaya açık, her türlü görüşe açık gençlerin bunları çok ciddî bir şekilde sorgulamaya başlaması. İşte, Enes’in olayında maalesef iyi bir şey olmadı, hayatını sonlandırdı, çok üzücü. Keşke ailesine ve orada kendisine birtakım şeyleri dayatmaya çalışanlara karşı durabilecek imkânı olabilseydi ve birileri ona sâhip çıkıp, birlikte bir şey yapsalardı — bunu yapan çok sayıda genç olduğunu biliyorum; bir araya gelip kendi kurtuluşlarını yaratmaya çalışan, çok zorluk çeken ama bunu yapan çok sayıda insanla da tanıştım, kendileri de beni buldular. Böyle çok öykü var ve bu öyküleri anlattığımız zaman da, işte o köşeleri tutmuş birtakım cemaat, grup, İslâmcı vs. yapılardan insanlar saldırıya geçiyorlar. Öte yandan, ilginçtir, aynı zamanda da daha orta yaş ve üstü muhâfazakârların endîşelerini dile getirdiğimiz zaman da, bu sefer kendilerini –artık laik denmiyor biliyorsunuz– “seküler” gören –aynı zamanda bunların büyük bir kısmı milliyetçi de oluyor, yeni bir insan tipi çıkmaya başladı: aşırı seküler ve aşırı milliyetçi– birileri de bu sefer sizi bununla suçluyorlar. Halbuki gazetecinin görevi her türlü toplumsal olguyu doğrudan aktörleriyle konuşabilmek.

Burada kaybeden bir orta yaş ve üstü kuşak var. Bunların endişesi, kaybettikleri için. Bir tarafta da, kazanmak isteyen, kendilerine yeni bir gelecek inşâ etmek isteyen genç kuşaklar var ve bunların önündeki en büyük engel de kaybedenler; yani anne-babaları, yani dini kullanarak ülkeyi yönetmeye çalışanlar ve ülkede bir yığın sorunu çözemeyip daha da derinleştirenler. Bunlarla bir mücadeleleri var ve bunlarla mücadelelerini yaparlarken de büyük ölçüde yalnız kalıyorlar. Bu yalnızlığı aşabilmeleri için Türkiye’de çok ciddî bir sivil toplum duyarlılığı olması lâzım; ama biz hâlâ Türkiye’de olayları kutuplaşma ekseninden görmeye, “Ya bizdensin ya onlardan” perspektifinden bakmaya ve ortadaki alanda kendi başlarının çâresine bakmaya çalışan insanlara burun kıvırmaya devam ediyoruz. Keşke Enes kendisi gibi –ki eminim kaldığı yerde de vardır okulda da vardır–, kendisi gibi soruları olan insanlarla beraber bir çıkış arayabilse, keşke tek başına ayakta kalabilseydi. Ama yapamamış maalesef, çok üzücü. Ama onun gibi çok sayıda insan var ve bu insanlara, bu gençlere bir seçenek sunmak zorundayız. Bu seçenek kendi hayatını sonlandırmak olmamalı, olamaz. Bunu herhangi bir şekilde özendirecek yaklaşımlardan –siyâsî nedenlerle propaganda yapmak için vs.–, bunlardan kaçınmak lâzım, o gençlere bir geleceği inşâ etmenin mümkün olduğunu söylemek lâzım. Ama bugünün Türkiyesi’nde, bugünün iktidar yapısında, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın her gün yaptığı birbirinden abes açıklama vs. ile, bu gençlerin önlerini görememeleri ve umutsuzluğa kapılmaları çok anlaşılır bir şey. Burada onlara o çıkışı kimin nasıl sunabileceği konusu çok ciddî bir sorun olarak önümüzde duruyor. Bu sorunu gençler büyük ölçüde kendi başlarına çözmeye çalışıyorlar. Belki sosyal medyadan vs.’den birtakım tanışıklıklar kurarak, küçük küçük kolektiflikler oluşturarak, birbirlerine destek olarak çözmeye çalışıyorlar; ama bu sorun böyle küçük inisiyatiflerle çözülecek kadar küçük bir sorun değil. Bu sorun çok ciddî bir sorun. Geçmişte nasıl gençlerin içerisinde İslâmî hareketlere yönelik çok acayip bir ilgi vardıysa –ki bunu bir gazeteci olarak çok yakından izledim; çok göstere göstere olan bir şeydi ve insanların görmek istemediği bir şeydi, kabullenmek istemediği bir şeydi–, ama oldu ve sonuçta geldiği nokta, AKP iktidarıyla beraber çok büyük bir fiyasko oldu. Şimdi de geçmişteki İslâmî harekete yönelişteki gençlerin yöneliş motivasyonunun yoğunluğunda, İslâmî hareketten, hattâ İslâmiyet’ten ve hattâ dinden uzaklaşma eğilimi var. Bunu aslında en iyi bilenler İslâmcılar’ın kendileri. Bunu konuşturmak istemeyenler, bizzat kendileri çok yakından yaşıyorlar, kendi çocuklarından vs. her bir yerden bunu yaşıyorlar.

Yıllar önce yaşadığım bir olayla bunu noktalamak istiyorum — belki daha önce anlatmışımdır, yaşlandığım için bazen bazı şeyleri unutuyorum, ama bu olayı hiç unutmadım: Bir gün vapurla  Anadolu yakasına geçerken bir genç geldi, açık havada oturuyordum, geldi yanıma, “Ben” dedi, “size teşekkür borçluyum”. — Hayırdır, ne alâkası var, siz kimsiniz? Kendini tanıttı, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu, avukat olmuş ve AKP’nin ilk yıllarıydı, galiba AKP’ye de üyeymiş. “Nedir?” dedim. “Ben” dedi, “Hukuk Fakültesi’nde okurken Beyazıt’ta Fethullah Gülen cemaatinin evlerinde kalıyordum, sonra sizin Âyet ve Slogan’ı okumaya başladım, evdeki abi geldi ve bana ‘Bu kitabı okuyamazsın’ dedi, ben tamam dedim ama okumaya devam ettim ve sonra bir daha kitabı buldular ve beni evden attılar” dedi. Ben de, “Ya, kusura bakma, ne yapayım?” falan dedim, benim hiçbir şeyden haberim yok. “Yok yok, ne kusuru? Çok sağolun, sayenizde kurtuldum” dedi. Hiç unutmayacağım bunu — ki o tarihler İslâmî hareketin ve Fethullahçı hareketin yükselişte olduğu tarihler. O çocuk da, –çocuk diyorum, bana göre yaşı küçük, ama şimdi koca adamdır, belki de izliyordur bunu–, İslâm’dan kopmamıştı, ama o cemaatten kopmuştu. O evden belli ki bunalmış ve çıkmak istiyordu. Oralarda yaşayan, aileleri tarafından oraya konulan böyle çok insan var. Meselâ zamanında Fethullahçılar’ın okullarına, buralarda iyi üniversiteyi kazanır diye yollanmış, sonra hayatlarını kendileri kurmaya çalışan, ama o geçmişleri peşlerini bırakmayan çok sayıda, binlerce insan var. Bu insanların kendi, bağımsız, özgür hayatlarını inşâ etmelerine yardımcı olmak ve onlara yaşama tutunmaları için her türlü telkini ve yardımı yapmak boynumuzun borcu olmalı. Evet, bugün saat 16:00’da, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu stüdyomuzda olacak. Onu da şimdi duyurmuş olayım ve bu cemaat meselesini yarın “Adını Koyalım”da, akşam saat 20:00’de Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can ile yine konuşacağız — özellikle gençler, eğitim ve cemaatler meselesini. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.