Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İktidarda çözülme son hız: Kimisi kaçıyor, kimisi kovalanıyor

Ruşen Çakır, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün görevinden istifa etmesini, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanı Sait Erdal Dinçer‘in görevinden alınmasını değerlendi.

Yayına hazırlayan : Emine Bıçakcı

Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Bugün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu konuk ettik stüdyomuzda. Yeni stüdyomuza ilk kez geldi Kemal Bey — daha önce Sanayi Mahallesi’ndeki yerimize birkaç kez gelmişliği vardı. Çok güzel, samîmî bir sohbet oldu; izleyenler fark etmiştir, izlemeyenlere de tavsiye ederim. Orada ilk sorduğum soru: En son yaşanan, TÜİK Başkanı Sait Erdal Dinçer’in görevden alınması ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün istifâsı –istifâ diyemiyoruz biliyorsunuz; “görevden affını istemesi”, her neyse– bunları kendisine sordum ve bunlarla ilgili çok açık cevaplar verdi. Abdülhamit Gül’ün neden istifâ ettiği konusunda bir şeyler bildiğini, ama söylemesinin doğru olmayacağını belirtti; “Keşke daha önce istifâ etseydi” dedi. Ben de bugün burada zâten bu konuyu ele almak istiyorum.

İki şey yaşanıyor: Bir, kaçanlar var –Murat Yetkin de bugün kendi sayfasında yazdığı yazıda “Kaçan kurtuluyor” demiş, evet öyle– bir, kaçanlar var; kim kaçtı meselâ? Abdülhamit Gül kaçtı, daha önce Lütfi Elvan kaçmıştı, Ziya Selçuk kaçmıştı — başkaları da var, bunlar ilk çırpıda akla gelenler. Bir de kovalananlar var. Kovalananlar kimler? Meselâ en son Sait Erdal Dinçer, daha önce Merkez Bankası başkanları ve değişik kurumların, devlet kurumlarının başındaki isimler. Şöyle bir şey oluyor: İşler yürümüyor, devlet yürümüyor, tek adam yönetimiyle daha fazla gidemiyor; gidemediği için de, kişiler, oyunu kuralıyla oynamak isteyen kişilerin başına iki şey geliyor: Bir, ya “Yeter artık” diyorlar, pes ediyorlar ve kaçıyorlar; ya da sonuna kadar gitmeye, yani doğru bildiklerini yapmaya niyetlilerse, Erdoğan onların bu pozisyondan rahatsız oluyor ve onları görevden alıyor. Kılıçdaroğlu bugün, Sait Erdal Dinçer’le ilgili ilginç bir şey söyledi, dedi ki: “O, bir açıklamasında ‘Ben kul hakkı yenmesine göz yummam’ dedi ve başına bu yüzden iş geldi” diye söyledi. İlginç, onu TÜİK’e sokmayan kişi Sait Erdal Dinçer –kapıya kilit kondu, biliyorsunuz–; buna rağmen Kılıçdaroğlu gayet sâkin bir şekilde onu bir anlamda takdir etti. “Kul hakkı yemem” çıkışının Erdoğan’ı rahatsız ettiğini söyledi. Orada da şöyle bir akıl yürütme yapıyor — ki çok doğru: Enflasyon rakamını ne kadar düşük gösterirseniz, çalışanlara o kadar az zam geliyor. Her şey bir yana, enflasyon rakamını aşağı gösterdiğiniz zaman, çalışanların, milyonlarca insanın geçiminin –zâten zorlanıyorlar– iyice zorlaşmasına neden oluyorsunuz. Ve Sait Erdal Dinçer, her ne kadar anamuhalefet liderini içeri sokmadıysa da –ki bunu belli ki Külliye’den gelen tâlîmat gereği yapmış– ama belli bir yerden sonra, artık iktidârın hoşuna gitmeyen bir bürokrat olarak tasfiye ediliyor.

Evet, “Abdülhamit Gül olayı” aslında ne zamandan beri konuşulan bir husus. Abdülhamit Gül, bakanlar içerisinde diğerlerinden biraz daha farklı bir yerde duruyordu ve Süleyman Soylu’yla aralarında çok ciddî çekişme olduğu, mücâdele olduğu söyleniyordu — ki açıkça bunu reddetmediler. Daha önce, Süleyman Soylu’nun Berat Albayrak’la bir meselesi olmuştu ve Berat Albayrak’ın da istifâ ettiğini biliyoruz, Soylu’nun istifâsını da Erdoğan’ın kabul etmediğini biliyoruz. İlginç bir olay: İstifâ furyasını başlatan Soylu kalırken, onunla sorunu olan –sorunu olduğu söylenen– isimler ayrı ayrı, ayrı dönemlerde, ayrı şekillerde istifâ ettiler; bunlardan birisi Abdülhamit Gül. Abdülhamit Gül, şu anda –daha doğrusu artık değil de–, şu âna kadar, istifâ edene kadar, devletin içerisinde, iktidârın içerisinde, İslâmî hareketten gelip önemli bir yerde olan az sayıdaki insandan birisiydi. Çünkü biliyoruz ki; şu anda Erdoğan’ın gerek kabinesinde, gerekse Külliye’de istihdam ettiği danışman vs. isimlerde, atadığı bürokratlarda İslâmcılık’tan gelmek çok da mûteber bir şey değil; genellikle gelenlerin çoğu –Süleyman Soylu bunların en çarpıcı örneğidir– trene sonradan binenler. Daha sıradan tâbirle: “Devşirmeler”. Abdülhamit Gül, daha Millî Görüş kökenli birisi olarak, bir de Adalet Bakanı olarak, “hukukun üstünlüğü” meselesini hâlâ ciddîye almaya çalıştı –ki bugün Kılıçdaroğlu da hakkını teslim etti–, ama artık bir yerden sonra iş geldi, tıkandı, daha fazla götüremeyeceğini anladı. Yani şöyle bir olay oluyor — bunu daha önce Bülent Arınç’ta da görmüştük: İktidârın birtakım yaşanan yanlışlarından Erdoğan’ı değil de yakın çevresindeki birtakım isimleri sorumlu tutan, Erdoğan’ın her şeye rağmen iyi olduğunu, her şeye rağmen doğru yola geleceğini, doğruyu bulacağını düşünen ya da kendini böyle teselli eden çok insan var. Özellikle de, Millî Görüş hareketinden beri AKP ile gelip, hâlâ kalanlar içerisinde böyle isimler var. Aslında bir anlamda kendilerini kandırıyorlar. Sorulduğu zaman, özel sohbetlerde, “Ya, içim kan ağlıyor, ama birilerinin kalması lâzım” gibi gerekçelerle açıklıyorlar. Kendilerinin iktidarda olmasını, iktidar tutkusuyla değil de, her şeye rağmen, kötülere rağmen iyi bir şeyler yapma çabası olarak tanımlıyorlar; ama bir aşamadan sonra gelip duvara çok kötü tosluyorlar ve bırakıp gidiyorlar, kaçıyorlar. Kılıçdaroğlu dedi ki: “Keşke, Abdüllhamit Gül daha önce istifâ etseydi”. Ve verdiği örnek de, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın önce Yargıtay’a, ardından hızlı bir şekilde Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilmesi sürecinin nasıl kara bir leke olduğunu söyledi ve Abdülhamit Gül gibi birisinin bunu kabul etmesinin yadırgatıcı olduğunu söyledi. Bunun çok daha geçmişi de var tabii ki; şu âna kadar Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan tam anlamıyla çıkmasında Adalet Bakanı olarak Abdülhamit Gül’ün de bir payı var, hiç kimse bunu reddedemez. Belli ki, çok gönüllü değildi, belli ki birtakım îtirazlar dile getirdi. Arada sırada “reform” yapmaya çalıştı — nasıl yapacaksa bu iktidar? “Reform” dedi, gündemi “reform” olarak tanımlamaya çalıştı; ama yaşanan her şey –Osman Kavala’nın, Selahattin Demirtaş’ın, diğer HDP’lilerin tutukluluğundan tutun da bir yığın olay– Türkiye’de bir yargı bağımsızlığı olmadığını bize açık bir şekilde gösteriyor ve Adalet Bakanı’nın da bunda hiçbir şekilde payı olmadığı söylenemez. Ama belli ki, bir yerden sonra artık daha fazla bunu taşıyamadı. 

Evet, bir tarafta: “Kaçanlar”. Kaçanlar kurtuluyor mu? Aslında riskli bir iş yapıyorlar. Erdoğan’a bir anlamda meydan okumuş oluyorlar. “Affını istemek” lâfıyla yumuşatılmaya çalışılıyor; ama istifâ istifâdır ve Erdoğan’a rağmen yapılmış bir şeydir. Erdoğan’a rağmen olmasını özellikle vurgulamak lâzım. Erdoğan herhalde bundan memnun kalmıyordur –bu tür istifâlardan, kendisine rağmen gidenlerden; yani o yollamadan kaçanlardan, yani kovalanmadan kaçanlardan memnun olmuyordur–; ama sonuçta kalmasını isteseydi, onu orada tutardı. Belli ki o da, “Tamam, gitsin, nasıl olsa birini buluruz” diye, bula bula Bekir Bozdağ’ı buldu. Tekrar Bekir Bozdağ –bir ara sağlık sorunlarından bahsediliyordu–; torbadan o çıktı tekrar Adalet Bakanı olarak. Dün yapamadığı hangi şeyi bugün yapacak? Açıkçası şüpheliyim. Daha doğrusu, hiçbir şüphem yok; sonuçta bir müddet, Erdoğan’ın her dediğini yapma potansiyeline sahip olarak bir şekilde tekrardan Bekir Bozdağ devreye sokuldu. O da zâten –Bekir Bozdağ’ın devreye sokulması da– Erdoğan’ın nasıl sıkışmış olduğunu gösteriyor. Dün Hakkı’yla Bahadır, “Çelik çekirdeğe dönüş” olarak yorumladılar bunu. Ben, açıkçası bundan çok emin değilim; ortada “çekirdek” falan kalmadı: Birçok kişi çoktan ayrıldı ya da uzaklaştırıldı. Gelecek ve DEVA partilerinde olan bir yığın isim var; bir de, hiçbir yerde siyaset yapmayan, ama değişik dönemlerde AKP’de Erdoğan’ın çevresinde çok etkili olmuş yığınla isim var. Bunlar ya küstürüldüler, ya kaçtılar, ya da kovalandılar. Erdoğan’ın artık eskisi gibi bir insan kaynağı yok. Örneğin, TÜİK’in başına BDDK’dan birisini taşıyor — ne derece istatistikten anladığını bilmiyoruz. 

Burada, Kılıçdaroğlu’nun en son videosunun ardından yaptığım yayında söylediğim bir hususu tekrar vurgulamak istiyorum. İki tür insan var: Bir, hakîkaten vicdânı elvermeyenler, yapılanları yanlış bulanlar ve yapılan bu yanlışın daha fazla suç ortağı olmak istemeyenler — bir yanda bunlar var. Bir diğer yanda da, bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını, iktidarın korunamayacağını düşünüp, bir an önce bu gemiden atlamak isteyenler var. Bunları birbirinden ayırmak lâzım bir yerde; çünkü genellikle şöyle oluyor: Vicdânı elvermeyip bir şekilde bireysel bir kararla, iç hesaplaşma sonucu iktidardan uzaklaşan ya da uzaklaştırılan kişiler, siyâsete ya da devlete tam anlamıyla küsüyorlar ve kenara çekiliyorlar. Ötekiler ise –bir hesapla bunu yapanlar ise– bir sonraki iktidarda tekrar ellerini kaldırıp “Ben buradayım, bakın, hatırlarsanız ben zamanında ‘artık bu kadar olmaz’ dedim, istifâ etmiştim, beni tekrar kullanabilirsiniz” diyecek olan, her devrin insanları var. Böyle de bir adaletsizlik ihtimâlini de hep gündemde tutmak lâzım. Bu nereye kadar böyle gidecek? Çok uzayacağını sanmıyorum. En azından ilk seçime kadar böyle gidecek ve iktidârın sona ermesiyle berâber zâten bu konuları konuşmuyor olacağız. 

Bir diğer husus da şu: AKP’nin içerisinde ya da devletin içerisinde, bürokrasinin içerisinde, şu ya da bu nedenle, vicdânen ya da gelecekte başına geleceklerden korktuğu için rahatsız olan kişilere muhâlefet cephesinden inandırıcı birtakım dâvetlerin gelip gelmemesine bağlı. Şimdi, Kılıçdaroğlu bürokratlara çağrı yaptı ve ondan sonra da belgeler yağdığını söyledi. O çağrıyı eleştirenler oldu, bence eleştiriler yanlıştı. O çağrı, birilerinin zâten var olan tereddütlerini gidermesine vesîle oldu — bu anlaşılıyor. Şimdi, özellikle bürokratların dışında, siyâsetin içerisindeki birtakım siyâsî partilerin –buna CHP de dâhil olabilir, ama ilk akla gelen tabii ki Gelecek, DEVA, Saadet ve hattâ İYİ Parti–, bunlar, AKP kadrolarına, il yöneticilerine, ilçe yöneticilerine, belediye başkanlarına çok somut bir şekilde, inandırıcı bir şekilde ve gelecek vaat edici bir şekilde dâvet yaparlarsa –ki nedense bundan çekiniyorlar, yapmıyorlar–, doğrudan çağırırlarsa, Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yaptığı çağrıyı partiler AKP kadrolarına yaparlarsa, bir başka çözülmenin hızlı bir şekilde yaşanabileceği kanısındayım — bu benim kişisel bir görüşüm. Çünkü şöyle bir husus var: “Tamam gidelim de nereye gidelim? Sâhipsiz kalırız, kurda kuşa yem oluruz” düşüncesi var birçok kişide — hele siyâset yapmayı sürdürmek istiyorlarsa. Birçok kişinin, AKP’nin üst düzeyindeki birtakım isimlerin de, eğer bir gelecek, iyi-kötü bir gelecek görürlerse terk edecekleri kanısındayım. O geleceği görmedikleri müddetçe, kalabildikleri kadar orada kalacaklar ve yarın-öbür gün, çok da geç olmayan bir tarihte –artık geleceği düşünmeden belki de–, ya kaçacaklar ya kovalanacaklar. Çünkü şu hâliyle yaşananlar, Türkiye’de yaşanan büyük ekonomik kriz, derinleşen yoksulluk, yoksunluk vs… bunların hepsi, AKP’nin etrafında olan insanların anlatmakta, savunmakta çok zorlandıkları bir durum. Hukuksuzluk –partinin adının başında “adalet” kavramı var ve Türkiye adalet kavramından alabildiğine uzaklaşmış durumda–, bütün bunlara karşı yaşanan tedirginlik, belirsizlik birçok kişinin kafasını karıştırmış durumda. Ama tek başına hareket etmekten çekinen çok kişi var; fakat burada yaşadığımız örneklerde olduğu gibi, bir Lütfi Elvan, hattâ bir Berat Albayrak –ki onun hesâbının başka olduğunu az buçuk kestirebiliyoruz ve şu anda ekonomiyi bir anlamda yine onun yönettiği yolunda çok ciddi spekülasyonlar var, her neyse–, ama bir Lütfi Elvan’ın, bir Ziya Selçuk’un, bir Abdülhamit Gül’ün kopuşlarının başka bir kopuş olduğunu, artık tamâmen kendilerini ayırdıklarını, ayırmak istediklerini görüyoruz. Atılanların durumu zâten ayrı: Merkez Bankası’nın eski başkanları ya da Sait Erdal Dinçer vs. — en fazla, akademik titrleri varsa üniversiteye dönebilirler diye tahmin ediyorum, onların önü Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe artık kapalı. Böyle bir kıyma makinesine dönüşmüş durumda; çünkü olayın sorumlusu sorumluluklarını kabul etmediği için, bütün bu yaşananlarda kendi sorumluluğu, kendi hatâsı olduğunu kabul etmediği için, hep birilerini yaşanan olumsuzluklardan sorumlu tutarak o birilerini ya istifâ etmeye mecbur bırakıyor ya da kulağından tutup kapının önüne koyuyor — böyle bir garip bir kısırdöngü içerisindeyiz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.