Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Körfez şeyhine güvercin, kendi vatandaşına şahin

Ruşen Çakır, Bülent Arınç’ın, 84 yaşındaki FETÖ hükümlüsü Nusret Muğla’nın tutuklu bulunduğu Manisa T Tipi Cezaevi’nde koronavirüs nedeniyle hayatını kaybetmesi üzerine “Nusret Ağabeyin ardından…” başlıklı bir mektup paylaşmasını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz’u finanse etmekle suçlanan Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaretini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Bugün, beş gazeteci tekrardan cezaevine doğru gidiyor. Aydın Keser, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik, Murat Ağırel ve Barış Pehlivan. Normal şartlarda gidip, işlemlerinden sonra bir iki gün içerisinde şartlı tahliyeyle serbest bırakılmaları gerekiyor ancak daha önce benzer olaylar, mesela Murat Aksoy olayında da olduğu gibi, bunun uzadığı da olabiliyor.

Normal şartlarda bir iki gün içerisinde tekrar dışarıda olmaları gerekiyor meslektaşlarımızın. Her halükârda bu, Türkiye için çok büyük bir ayıp. Gazetecilerin bir haber nedeniyle mahkûm olmaları ve böyle tutuklanıp, bırakılıp tekrar tutuklanmaları vs.. Türkiye’nin basın özgürlüğü, ifâde özgürlüğü anlamında ne kadar acı bir yerde olduğunu ve devleti kendi vatandaşına karşı ne kadar acımasız olabildiğini gösteriyor. Gazetecilere bunları yapan bir devlet, daha kendi hâlindeki bir vatandaşa, vatandaşlara neler yapabilir diye soruyoruz ve neler yapabildiğini de görüyoruz. 

Nusret Muğla örneği önümüzde. 84 yaşında, Manisa T Tipi Cezaevi’nde koronavirüsten hayatını kaybetti; FETÖ davasından mahkûm. 84 yaşındaki birisi, FETÖ Davası’nda neden mahkûm olabilir? Herhalde örgüt yöneticisi değildir, herhalde darbe girişiminde fiilen de yer almamıştır. Muhtemelen Fethullahçılar’a destek veren, belki de kendisini Fethullah Gülen’e yakın hisseden birisiydi belli ki. 84 yaşında sağlık durumunun elverişli olmadığını zâten tahmin edebiliriz — ki Türkiye’de şu anda değişik cezaevlerinde çok sayıda böyle sağlık sorunu olan, yaşı ileri olan ya da yeni doğmuş çocuğu olan çok sayıda tutuklu ve hükümlü var ve bu konuda çok az sayıda insan hakları savunucusu bayağı bir uğraşıyorlar ve devlet bu konuda çok “şahin” bir konumda — başlığa taşıdığım gibi. Aysel Tuğluk örneği zâten önümüzde, HDP eski milletvekili Aysel Tuğluk… Onun da bir hâfıza kaybı sorunu olduğu söyleniyor. Kampanyalar yapılıyor, ama hâlâ tutuklu olarak cezaevinde ve burada Nusret Muğla olayı… 

Nusret Muğla olayını Bülent Arınç’ın mektubu olmasa çok da fazla bilmeyecektik. Yine Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi birtakım az sayıdaki, maalesef sayıca az olan hak savunucuları dile getirecekti; ama Bülent Arınç uzun bir mektupla bu olayı gündemimize, Türkiye’nin gündemine taşıdı. Çocuk yaştan beri tanıdığı, belli ki kendisinden yaşça büyük, Manisa’dan tanıdığı birisi ve onun göz göre göre cezaevinde koronavirüsten ölmesini –nasıl söyleyeyim?– kabullenememiş. En son bölümünü okuyayım: “Nusret Abi hakkını helâl et, doğru bildiklerimi söylediğim için ben de hakaret gördüm, azarlandım, horlandım, FETÖ’cü olarak hedef gösterildim. Sana ve arkadaşlarına faydalı olamadığım gibi kendime de faydalı olamadım, ama inanıyorum ki bu da geçer yahu.”

Nusret Muğla örneği, Türkiye’de sayıları binlerce, belki de on binlerce olan kişilerden birisi. Ona bir örnek, çok sayıda kişi Fethullahçılık’la şu ya da bu şekilde ilişkisi olduğu zannıyla özgürlüklerini kaybetti, işlerini kaybetti, mallarını kaybetti; ama bu arada da örgütün üst düzey yöneticilerinin büyük bir kısmının, ezici bir çoğunluğunun bir şekilde yurtdışına kapağı attığını biliyoruz. Çok sayıda KYK’dan mağdur edilenler var. Bu arada, Fethullahçılık bahânesiyle araya karıştırılanlar da var; fakat daha önce defâlarca yaptığım gibi, tekrar bunu özellikle vurgulamak istiyorum; “Fethullahçılık’la mücâdele”, “FETÖ’yle mücâdele” adı altında, devlet içerisinde gizlice örgütlenen ve darbe girişimi gibi olaylarda bilfiil yer alan insanlara ek olarak, bu harekete –ki uzun süre devletin koruması altında önü açılmış bir hareketti–, bu harekete şu ya da bu şekilde dâhil olmuş; gazetesine abone olmuş, bankasına para yatırmış kişileri sırf bu yüzden cezâlandıran bir devlet anlayışı var.

Nusret Muğla da belli ki bunların örneklerinden birisi. Diyebilirsiniz ki: “Devlettir bu, yapar, devlet acımasızdır, gerektiğinde gücünü, otoritesini böyle kurar”. Ben böyle bir devlet anlayışının doğru bir devlet anlayışı olduğuna inanmıyorum ve 15 Temmuz vesîlesiyle uygulanan bu baskıcı politikaların da bir yerden sonra çok inandırıcı olduğu kanısında değilim; çünkü biliyoruz ki birtakım isimler, çok meşhur isimler –futbolcu da var, teknik direktör de var, iş insanı da var–, bir şekilde son anda, en son anda direksiyonu kırarak affedildiler. Kırmayanlar cezalandırılıyor; ya da borsa var, “FETÖ borsası” diye –kimi zaman değişik değişik gazetecilerin de dâhil olduğu–, oralarda birtakım insanlar parayı bastırıp kendilerini bu torbanın içerisinden çıkartabiliyorlar. Yakını olanlar, eş dostu olanlar yapabiliyor vs.; ama büyük bir kısmı, çok sudan sebeplerle, yani normal şartlarda terörle vs. ilişkilendirilmeyecek sebeplerle mağdur ediliyor. 

Nusret Muğla’nın terörist olmadığı herhalde herkesin mâlûmudur. Tamam, devlet bunu yapıyor, devlet hâlâ 15 Temmuz konusunda çok acımasız vs.. Bunları duyuyoruz ediyoruz, ama inanmıyoruz; çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan Birleşik Arap Emirlikleri’nde. Neden inanmıyoruz? Birleşik Arap Emirlikleri, iktidar tarafından, iktidârın sözcüleri tarafından, destekçileri tarafından, 15 Temmuz’un baş azmettiricisi olarak arz edildi, duyuruldu; bu konuda çokça yayın yapıldı. Örneğin, daha yeni tekrar dinledim, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bir televizyon programında açık açık diyor ki: “15 Temmuz ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tâlîmâtıyla oldu” diyor. Baktım, şu anda kendisi de Erdoğan’la birlikte heyette, orada birtakım anlaşmalar imzalıyorlar.

Ne oldu? Birleşik Arap Emirlikleri’nden bir yetkilinin çıkıp bize, “Ya, biz 15 Temmuz’a bir şekilde dâhil olduk, ama kusura bakmayın, bir yanlıştır yapmışız” dediklerini görmedik. Ya da Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenlerin ve ona destek verenlerin, “Ya, biz Birleşik Arap Emirlikleri’ni boşu boşuna suçlamışız, onların hiçbir dahli yokmuş” demediler. “Dün dündür, bugün bugündür” oluyor. Tamam, diyelim ki böyle bir şey oluyor. Devletler bâzen diplomaside birtakım düşmanlıkları da pekâlâ unutabilirler ve sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin en önde gelen şarkıcısı olduğu söylenen Hussain Al Jassmi’nin yaptığı gibi, Türkçe, “Berâber yürüdük biz bu yollarda” diye berâber şarkı da söyleyebilirler ve ülkenin en üst düzey yönetiminde yer alan kişiler o kişiye Arapça tweet atıp teşekkür edebilirler vs.. Tamam, diplomaside böyle şeyler olur diyelim. 15 Temmuz gibi vahim bir olaydan bahsediyoruz ve uzun bir süre hedef gösterilen Birleşik Arap Emirlikleri’nden bahsediyoruz. Bu arada, daha önceki yayınlarda da söyledim, 15 Temmuz’la Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki bağlantının çok da zorlama olmayabileceği kanısındayım. 

 O tarihlerde, Birleşik Arap Emirlikleri yönetiminin, başka birçok ülkenin yönetimi gibi Fethullah Gülen’i Erdoğan’a tercih edecekleri âşikârdı. Erdoğan’la sorunları vardı ve dolayısıyla böyle bir şeye destek olmaları teorik olarak mümkündü; ama pratikte oldu mu olmadı mı bilemem — bu istihbaratçıların bileceği bir şeydir. Örneğin, herhalde Süleyman Soylu televizyonda çıkıp bunu söylediği zaman, birtakım bilgilere dayanarak söylüyordur diye varsayıyoruz. Tamam, bu defter kapandı diyelim, niye içerideki defteri kapatmıyorsunuz? Niye kendi vatandaşınızın, en sıradan hâlindeki insanların, kadınların, küçücük çocukları olan kadınların, yaşlı insanların, hastaların niye son âna kadar burunlarından fitil fitil getiriyorsunuz? Niye yabancıya, Körfez şeyhine gösterdiğiniz anlayışı, kendi vatandaşınıza göstermiyorsunuz? 

Osman Kavala beş yılı aşkın süredir içeride, onu da 15 Temmuz’la irtibatlandırmaya çalıştılar biliyorsunuz. Henri Barkey, yok 15 Temmuz’u tezgâhlamış da, Osman Kavala’nın telefonu da bilmem ne tarihinde Henri Barkey’in telefonuyla yakın yerlerden sinyal vermiş de… falan gibi tam akıllara zarar bir iddianameyle Osman Kavala’yı suçladı bu ülkenin adliyesi. Gazetecileri içeri atıyor, yaşlı insanlar bir anlamda kaderlerine terk ediliyor, hayatlarını kaybediyorlar. Bunlara karşı, devlet kararlı duruşunu sergiliyor; ama öte yandan, Birleşik Arap Emirlikleri’ni getirip, Erdoğan’ın yaptığı paylaşımları görüyoruz. Kuruluşunun ellinci yılını ilan eden Birleşik Arap Emirlikleri vs. diye, çok köklü bir dostluğu varmış gibi –çok olduğunu sanmıyorum, dönem dönem araları iyiydi, dönem dönem… ki son dönemde çok ciddi bir kavga verdiler ama– orada neden böyle bir şey oluyor? Çok açık: Karşılıklı çıkarlar.

Türkiye’de iktidarın çok ciddî finansmana ihtiyâcı var, paraya ihtiyâcı var, sıcak paraya ihtiyâcı var ve bunun gelebileceği her yeri yokluyor. Batı finans çevreleri, Türkiye’de yaşananlardan dolayı ürkek olduğu için Körfez yine bir câzibe merkezi oluyor, buraya yöneliyor, Suudi Arabistan’a da muhtemelen gidecek Erdoğan ve belki de orada Veliaht-Prens Muhammed Bin Selman’la da görüşecek. O da başlı başına çok büyük bir olay olacak, eğer olursa. Kaşıkçı cinâyeti biliyorsunuz İstanbul’da işlendi; bütün bunlar bir şekilde unutulmuş olacak eğer öyle gerçekleşirse. Her halükârda Erdoğan pragmatist bir lider olarak bazı şeyleri geçmişte bırakabiliyor. Özellikle güç odaklarıyla kurduğu ilişkilerde bunu yapabiliyor. Bu güç odakları da, meselâ Birleşik Arap Emirlikleri de, Suudi Arabistan da, â şu anda çok elverişli bir yatırım merkezi olarak görüyorlar Türkiye’yi. 

Çok acı, ama birçok şeyi ucuza kapatabileceklerini düşünüyorlar ve bunu alenen de söylüyorlar biliyorsunuz; arada sırada şu bakan, şu yetkili şunu dedi, bunu dedi. Ya da bakıyorsunuz, özellikle Arapça konuşulan âlemde –Körfez başta olmak üzere– Türkiye’de mal-mülk alma konusunda çok büyük mâliyetler var, çok büyük bir piyasa oluşuyor, oluşmuş durumda. Bunun içerisinde Kanal İstanbul ve çevresi de ayrıca söz konusu. Bence gerçekleşecek bir proje değil; ama herhalde Körfez ülkeleri, biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından daha çok arzuluyorlar bu projenin gerçekleşmesini.

Böyle bir şeyde, pekâlâ bütün bunlar unutulabilip burada hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden ve karşılıklı barış mesajları, birlikte yol yürüme mesajları verilen bir olay var. Tamam, oluyor; ama artık bunu kendi vatandaşlarına da yapsın bu devlet, yapsın bu ülkeyi yönetenler. İnsanlar bu yaşlarda cezaevlerinde böyle çok kötü durumlarda kalmasınlar, yaşam mücâdelesi vermesinler, bu mağduriyetler –ki Bülent Arınç belirtiyor, Anayasa’da da yeri var–, bu konularda ülkeyi yönetenlerin bu Körfez ülkelerine gösterdikleri anlayışı birazcık da kendi vatandaşına göstermesini temenni etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden; ama orada çok açık bir durum var: İçerideki mağduriyetlerin sürmesinin iç politikada bir karşılığı var, çünkü siyâsî iktidârın elinde doğru dürüst bir argüman kalmadı. 15 Temmuz –ki her geçen gün etkisi de azalıyor ama–, öte yandan dış politikada “Zâten kim biliyordu ki Birleşik Arap Emirlikleri için söylediklerimizi?” deyin ya da “Devletler arasında böyle şeyler olur” deyip bunlar hiçbir şey olmamış gibi berâber yol yürümeye devam edebiliyorlar. 

Bu da beni, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak şahsen çok ciddî bir şekilde rahatsız ediyor. Burada, bu anlamda Bülent Arınç’ın –ki çok tartışılan bir isimdir, çok gündemdedir, seveninden çok sevmeyeni vardır ama–, Bülent Arınç deyince ilk aklıma gelen kavramlardan birisi vicdandır. Burada, Bülent Arınç’ın, vicdânı dayanamayıp yaptığı bir tür îtirafnâme o mektup; ama aynı zamanda da bir iddianâme, yani bir suçlama da var. Bununla berâber Türkiye’nin hayâtî bir sorunu, cezaevindeki hasta tutuklu ve hükümlüler sorununu, mağdurlar sorununu, kurunun yanında yanan yaşlar sorununu bize bir kere daha göstermiş oldu. Evet, kendi vatandaşına şahinliğe devam eden, ama yabancıya, Körfez’e gittiği zaman alabildiğine güvercin olan bir yönetim var Türkiye’de. Sonuçta, fatura yine dönüp dolaşıp bize kesiliyor. Tekrar, gazeteci arkadaşlarıma geçmiş olsun diyorum. Umarım en kısa zamanda işlemleri hallolur ve tekrar gazetecilik yapmaya kaldıkları yerden devam ederler. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.