Ruşen Çakır, Rusya- Ukrayna krizinin Türkiye’yi ilgilendiren boyutlarını değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak
Merhaba, iyi günler. Öncelikle iki not: Birincisi –daha önce çok başıma geldi, tekrar söyleyeyim–, söz konusu olan ülkenin nasıl yazıldığını ve okunduğunu biliyorum –yani Ukrayna– ama dilimin dönmesi sorunundan kaynaklanıyor sanırım, insanlar benim “y” harfini değil de “n” harfini önce söylediğimi sanıyor ki bu Türkiye’de çok yaygın bir alışkanlık. Ben de bir zamanlar öyle bilirdim. Yine de ben “Ukrayna” diye söyleyeceğim, siz yine “Ukranya” diye duyacaksınız, onu baştan söyleyeyim. İkincisi, bu tür konuların, savaş vs. gibi jeo-stratejik konuların uzmanı değilim, çok anladığım işler değil askerî meseleler. Meselâ bizim Kadri Gürsel çok iyi anlar, o daha Galatasaray Lisesi’nde okurken bu konulara çok meraklıydı, ama ben çok fazla anlamıyorum. Zâten gazeteci her şeyi bilmek zorunda olan birisi değildir — her ne kadar birtakım televizyon kanallarında bu tür insanları sık sık görseniz de. Fakat şu anda kapımızdaki savaşın hepimizi ilgilendiren birtakım boyutları var, Türkiye’yi ilgilendiren birtakım boyutları var, dünyayı ilgilendiren boyutları tabii ayrıca var. Bunlar hakkında bazı şeyler söylemek istiyorum.
Öncelikle “Bize ne?” deme şansımız var mı?” Yok. Böyle bir şansımız yok. Birincisi, yanı başımızdaki bir olay. İkincisi, Ankara, söz konusu olan her iki ülkeyle de, her iki başkentle de, yönetimle de –yani Kiev ile ve Moskova ile– iyi ilişkiler içerisinde olmaya çalışan, ikisiyle de iyi geçinmeye çalışan ve çok önemli konularda birlikte hareket eden pozisyonda — yani Erdoğan yönetimi ve dolayısıyla Türkiye. İki dostu diyelim; iki dostunun birbiriyle savaşması ihtimâliyle karşı karşıya. Dolayısıyla önünde çok kötü bir tercih var: Taraflardan birini seçmek ya da ikisini birden yatıştırmaya çalışmak — ki Erdoğan biraz dener gibi oldu, ama hiçbir etkisi olmadı, onu gördük. Ya da bir an önce bu çatışmanın, çatışma ihtimâlinin en az zararla sonuçlanmasını temenni etmek, bunun için dua etmek. Taraf tutma ihtimâlinin olduğunu sanmıyorum. Böyle bir şey yaptığı andan îtibâren Türkiye birçok şeyi riske atar. Taraf tutarak bazı şeyleri elde edebilir belki, ama birçok şeyi de riske atar ve bu denge politikasını özellikle, Rusya ve Ukrayna konusunda izlediği denge politikasını terk etmiş olur. Bunun da uzun vâdede başka bir yığın sonuçları olur.
Fakat şöyle de bir husus var: Türkiye burada tarafsız kalan ve çatışmanın olmaması için çabalayan, bunu temenni eden bir ülke olmanın yanında, aynı zamanda NATO üyesi bir ülke. NATO’da önemli bir pozisyonu var — asker sayısı açısından en azından. Erdoğan özellikle son dönemlerde bunun çok sıklıkla altını çiziyor. Bazı dönemlerde, “Yoksa Türkiye NATO’dan ayrılacak mı?” dedirten birtakım çıkışlar olmuştu; ama son dönemde tam tersine, Erdoğan NATO’ya daha fazla bağlılık gösterme ihtiyâcı hissediyor. Bu krizde NATO’nun birtakım pozisyonlar alması söz konusu olabilir. Şu hâliyle bunu mümkün olduğu kadar geciktirmeye çalışıyorlar ve işi daha çok mâlî-ekonomik yaptırımlarla geçiştirmeye çalışıyor Batı, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri. Ancak bir an gelip iş askerî anlamda birtakım hareketlere de dayanabilir; çünkü Putin’in Ukrayna’yı her an işgal edebileceği –zâten Washington hep bunu söylüyordu, hattâ gün bile vermişlerdi– şimdi çok daha net bir şekilde ortada. Dün Putin’in yaptığı açıklamalardan sonra, Ukrayna içindeki Rusya yanlısı özerk Donetsk ve Luhansk cumhuriyetlerini tanımasıyla berâber, her an askerî bir müdâhale olabileceği söyleniyor ve burada NATO’nun bir şekilde devreye girmesi durumunda, Türkiye ne yapacak, nasıl davranacak? Her ne kadar Ukrayna NATO üyesi olmasa da, onunla dalga boyunda ve zâten Rusya’nın müdâhalesinin en önemli gerekçesi de bu ülkenin NATO üyesi olabilme ihtimâli üzerine kurulu. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO üyeliğinin sınanacağı bir alan da olabilir.
Olayın ekonomik boyutu: Tabii ki bu tür çatışmalar çok ciddî ekonomik meseleleri de berâberinde getirir. Türkiye zâten çok ciddî bir ekonomik kriz yaşarken, bir de üstüne böyle bir çatışmanın ve savaşın –temenni etmiyorum, ama ihtimal dâhilinde– yaratacağı birtakım ek ekonomik sorunlarla da muhâtap olacak. Bu noktada, Medyascope’ta da yorum yapan genç arkadaşımız Murat Kubilay çok bilgilendirici paylaşımlar yaptı. Orada da görüldüğü gibi –onun da söylediği, zâten diğer uzmanlar da böyle söylüyor–, olayın ekonomi boyutundan en çok Avrupa ülkeleri etkileneceğe benziyor, özellikle de doğalgaz konusunda. Türkiye’nin de birtakım etkilenme ihtimalleri var, ama Türkiye’nin ihtimâli diğerlerine kıyasla daha az. Fakat özellikle çatışmanın ne kadar süreceğine bağlı olarak, turizm meselesinde Rusya Türkiye’de turizm açısından en önde gelen ülkelerden birisi hâline geldi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemdeki açıklamalarında da görüyorsunuz: “Dişimizi sıkalım, yazı görelim, inşaat ve turizm sektörü tekrar bizi toparlayacak” anlamında sözler söylüyor. Fakat Rusya’nın böyle bir çatışma ve savaşa girmesi durumunda bunun da bir etkisi olacağı muhakkak. Ama yine de olayın ekonomik boyutunun çok birinci derecede etkili olduğunu sanmıyorum. Ama daha önemli bir başka boyutu var bence. Bu olay bize bir kere daha Türkiye’nin dünyadaki yerinin neresi olduğu ve neresi olması gerektiği konusunu karşımıza çıkarıyor. Daha önce bir araştırmadan bahsetmiştik –Metropoll’ün araştırmasını–; insanların Rusya ve Çin’e ilgisinin, yakınlığının Batı’ya nazaran daha fazla olduğu yolunda bir kamuoyu araştırması yapılmıştı. Ama orada şöyle bir şerh düşüyordu: Tamam, insanlar Batı’ya daha karşıt olabilir; ama “Nerede yaşamak istiyorsunuz?” diye sorulduğu zaman, herhalde en büyük tercihleri –ki öyle çıkıyor–, “Böyle bir imkânınız olsa nerede yaşamak istersiniz?” sorusuna verdikleri cevap, esas olarak Batı ülkeleri tabii ki. Şimdi burada Rusya’nın bu hamlesiyle berâber –ki bizim çok yakınımızda yaşanan bir olay ve Türkiye’nin çok yakın ilişkisi olan bir ülkeyle yaşanan bir olay– bir kere daha önümüze bu tercihi çıkarıyor.
Bu bir varlık meselesi, yani ontolojik bir mesele, daha önceki yayında da böyle söylemiştim. Türkiye Batı’nın parçası mı? Yoksa Türkiye Doğu’nun –ya da o meşhur lâf ile– Avrasya’nın bir parçası mı? Ben Türkiye’nin Batı’nın parçası olduğu kanısındayım ve olması gerektiği kanısındayım. Türkiye’nin batılılaşma serüveni de Cumhuriyet ile başlamış bir olay değil. Osmanlı’nın son dönemlerinden îtibâren –hatta kimileri daha eskiye götürüyor– başlamış bir serüven. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde hep birtakım sorunlar olmuştur; ama eninde sonunda batılılaşma perspektifi ve –buna katabilseydik çok iyi olurdu– Avrupa Birliği ile tam üyelik perspektifi, Türkiye’nin önünü her anlamda açacak perspektiflerdi. Fakat Türkiye’de çok güçlü bir Batı karşıtlığı var ve özellikle son dönemde çok güçlü bir Rusya ve Çin taraftarlığı var; güçlenen, destek gören, Rusya ve Çin taraftarlığı var. Kimi zaman bazı çevreler ikisini berâber yapıyor, kimi zaman bâzıları sâdece birini yapıyor ve bu ülkelerin Türkiye’deki nüfuzu her geçen gün daha fazla artıyor. Olabilir, artık küresel çağda bunları denetlemek, bunları kontrol altına almak, yasaklamak mümkün de değil. Ama bu olay bize bir kere daha gösteriyor ki Türkiye’nin tercihi gerçekten Batı dışı olursa, şu anda yaşanmakta olan hususlar, bizim başımıza gelebileceklere bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bağımsız bir ülkeye yönelik olarak, onun ulusal egemenliğini yok sayan açıklamaları, pekâlâ birtakım tartışmalı tarihsel argümanlarla dile getirebiliyor Rusya Devlet Başkanı ve bu ülkeyi pekâlâ işgal edebiliyor ya da edebilecek — ki bâzı parçalarını zaten yapmıştı. Dünkü eski Sovyet topraklarında birçok yerdeki Rusya’nın varlığı aslında o ülkelerin ulusal egemenlikleriyle çok çelişkili durumlar yaratıyor. Şimdi sırada daha net bir şekilde, daha önceden başladığı ve şimdi daha da geliştirmek istediği bir hedef var: Ukrayna ve bunun sonrası da pekâlâ olabilir. Tabii şunu söylemek gibi bir derdim yok: Kimileri “Rusya sonra Kars’ı Ardahan’ı da mı ister?” vs. diyor. En azından bir boğazlar meselesinin hâlâ olduğunu da biliyoruz; ama esas önemli olan, Rusya’nın başka ülkelere müdâhaledeki akıl yürütmesinin bir standardı yok. Kendince birtakım gerekçelerle, “Çağırıldım” vs. gibi gerekçelerle bunu pekâlâ yapabilir. Benzer olayı Körfez Savaşı’nda da yaşamıştık. Bu sefer Amerika Birleşik Devletleri’ydi.
Daha önce Sovyetler Birliği Afganistan’da benzer bir şey yapmıştı. Bu yaşananlar bize Rusya’nın aslında çok kolay bir ortak olmadığını, müttefik ya da dost olmadığını, Rusya’nın her an birtakım sorunları pekâlâ yaratabileceğini ve bunun doğrudan bizi de aslında rahatsız edecek birtakım sonuçları olabileceğini gösteriyor. Bunu çok ciddî bir şekilde düşünmek lâzım. Biraz karışık oldu, farkındayım. Şunu söylemek istiyorum: Batı karşıtlığıyla berâber ülkemizde gelişen Rusya ve Çin taraftarlığı ya da sempatisinin ne kadar gerçekçi olduğunu, daha doğrusu olmadığını görmemiz için, bu son tırmanan olay bir vesîle oldu. Birincisi, umarım savaş çıkmaz. Savaşın her türlüsü, kim tarafından nasıl yapılırsa yapılsın, her türlüsü kötüdür. İkincisi, böyle bir savaş çıkacaksa da Türkiye bundan olabildiğince uzak durmalıdır — ki bunun mümkün olduğunu daha İkinci Dünya Savaşı’ndan beri biliyoruz. Pekâlâ Türkiye herhangi bir savaşa kenarından köşesinden dâhil olmaya mecbur değil. Ama Türkiye bir de kendi içerisinde, kendi toplumu içerisinde bir kimlik sorununu çözmek zorunda. Bu kafa karışıklığıyla her türlü etkiye sonsuz derecede açık bir ülke olarak bu tür kritik olaylarda nereye savrulacağımızı kestirmek pekâlâ mümkün olmayabilir. Çok ilginç bir deney var karşımızda, çok zor bir süreç yaşanacağa benziyor. Hepimizi ilgilendiriyor. Başkalarını daha çok ilgilendiriyor, belki bizi daha az ilgilendiriyor; fakat Rusya’nın şu andaki hamleleri ister istemez Türkiye’nin meselâ Suriye politikasını da yeniden gözden geçirmesine neden olacak. Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini gözden geçirmesine neden olacak. Ya da NATO’ya daha fazla bağlılık gösterecek ve bu sefer Rusya ile yeniden birtakım krizler yaşayacak. Türkiye gerçekten içinden çıkılması zor, talihsiz bir durumla karşı karşıya. Şu anda söylenebilecek yegâne şey, olabildiğince soğukkanlı ve mesâfeli bir şekilde ve en az zararla bu krizi atlatmaya çalışmak. Buradan kazârâ Erdoğan yönetiminin çok sevdiği, “Bu krizden nasıl bir fırsat çıkarırız?” şeklinde yaklaşımlara tevessül etmenin çok anlamsız olduğunu ve çok riskli olduğunu düşünüyorum. Ama bu yapmayacakları anlamına gelmiyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, şu âna kadarki süreçte Türkiye yapamayacakmış gibi duruyor; ama yine de bir dizi krizi aynı anda yönetmekte zorlanan Erdoğan yönetiminin burada da yeni bir krize neden olma ihtimâlini de bir yere yazmakta yarar var.
Evet, zor bir süreç. Özellikle doğrudan olayın tarafı olan Ukrayna’yı çok ciddî bir şekilde ilgilendiren ve orada daha şimdiden çok ciddî sorunlara yol açmış bir kriz önümüzde. Pekâlâ bir savaş her an olabilir. Türkiye’nin bunu olabildiğince serinkanlı bir şekilde atlatabilmesi, o çok sevmediğim, ama burada uyan “birlik ve berâberlik” meselesine geliyor. Ama Türkiye’nin bir birlik ve berâberliği yok. Türkiye kutuplaşmış bir ülke ve dolayısıyla kutuplaşmanın bu krizde de kendini bir şekilde göstereceğini maalesef düşünmemiz için elimizde çok neden var. Umarım en kısa zamanda biter ve en az hasarla bu krizi atlatırız. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.