Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ukrayna savaşı Erdoğan’ı kurtarabilir mi?

Ruşen Çakır, iktidarın dış politika hamlelerinin Türkiye’de iç siyasete etkilerini değerlendirdi ve “Ukrayna savaşı Erdoğan’ı kurtarabilir mi?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak

Merhaba, iyi günler. Artık bende takıntı olduğunu düşünebilirsiniz, fakat siyâsî iktidârın son dönemdeki dış politika hamlelerinin Türkiye’de iç siyâsete ciddî bir şekilde etki etme potansiyeli olduğu kanısındayım. Şöyle bir hatırlatmak istiyorum: Önce Aydın Selcen ile çok güzel bir yayın yaptık; yayın öncesinde konuştuğumuzda da Aydın’ın bu hamleleri –ki hamleler neler? Yunanistan, Almanya ve İsrail’den peş peşe gelen ziyâretler, aynı zamanda Ukrayna ve Rusya dışişleri bakanlarının Antalya’da buluşması, ondan sonra Polonya Cumhurbaşkanı’nın gelmesi, son günlerde Mevlüt Çavuşoğlu’nun önce Moskova’ya sonra Kiev’e gitmesi, Erdoğan-Putin görüşmesi, Çavuşoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanı Blinken ile görüşmesi vs.. Ardından yapılan açıklamalar, tabii bütün boyutlarıyla tam ne konuştuklarını anlatmasalar da verilen mesajlar vs.. Bütün bunlar çok ilginç birtakım gelişmelerin işâretçisi olabilir diye düşünüyorum. Aydın Selcen ile konuştuk, ondan sonra Kadri Gürsel ile konuştuk. Kadri bana katılmadı. O, bunların iktidârın çok işine yarayamayacağı kanısında. Kemal Can ile geçen hafta konuşmuştuk, bu hafta tekrar konuştuk, dün (18 Mart) konuştuk ve orada da söyledim bu yayını yapacağımı, çünkü bu olaya takmış durumdayım. Arada bir yaptığım“Yurtta Harp, Cihanda Sulh”yayınında bu konuyu özel olarak ele almaya çalıştım. Bir de Çarşamba günü “Transatlantik” yapamadık; Suat Kınıklıoğlu ile “Erdoğan bu savaşı fırsata çevirebilir mi?” diye konuştuk. Şimdi o başlığı biraz daha değiştirerek bugün aynı konuyu biraz daha geliştirmek istiyorum. Bu arada bir not düşeyim: İki hafta “Transatlantik”i Ömer’in koronavirüs pozitif olması nedeniyle yapamamıştık, biraz zor geçmişti; ama çok şükür şimdi toparlamaya başladı. Haftaya Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile birikmiş bir “Transatlantik” yapacağız, bir aksilik çıkmazsa — ki çıkacağını sanmıyorum. 

Özellikle şunu vurgulamak istiyorum: Ukrayna ve Rusya’nın savaşında, daha doğrusu Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinde Ankara’nın pozisyonu çok zordu; çünkü iki ülkeyi birden idâre etmeye çalıştı, başından îtibâren. Bir yandan Ukrayna’ya Bayraktar satıldı — ki çok gündemde biliyorsunuz, özellikle Rusya’ya karşı savaşta altını çize çize çok işlerine yaradığını söylüyorlar. Hattâ doğan çocuklara Bayraktar adı verildiği yolunda –ne derece doğru bilmiyorum– haberler de çıktı. Diğer yandan zâten Rusya ile Türkiye’nin çok konuda ilişkisi var — bunun ekonomik boyutu da var, turizm boyutu da var; ama stratejik olarak S-400’ler meselesi, Suriye meselesi, başlı başına İdlib olayı, bütün bunlar var ve Türkiye savaşan iki taraf arasında, daha doğrusu işgalci güç ve direnen güç arasında denge politikası sürdürmeye çalışıyor. Bu arada yeni oluşan atmosferde, ABD başta olmak üzere Batı’yla ilişkilerini güçlendirmek istiyor. Fakat bunu yaparken de Batı’nın Rusya’ya yaptığı yaptırımlardan uzak duruyor. Hattâ öyle uzak duruyor ki, birtakım Rus oligarkların Türkiye’yi bir câzibe merkezi hâlinde gördükleri yolunda da bayağı ciddî haberler dolaşıyor. Yabancı basında ilk başlarda çok ciddî şekilde, “Türkiye’nin zor durumu”, “zor tercihi” gibi yazılar çıkmıştı. Şimdi işin rengi sanki biraz değişiyor. Türkiye’nin, özellikle Çavuşoğlu’nun son yaptığı görüşmeler, fotoğraflar vs. uluslararası medya tarafından da servis ediliyor. Tabii ki iki ülke arasındaki müzâkere girişimlerini yürüten tek ülke Türkiye değil. Fransa’nın, Almanya’nın yetkilileri de taraflarla görüşmeye çalışıyorlar. Özellikle Ukrayna tarafına yönelik olarak büyük bir ilgi var. Zelensky, ABD Kongresi dâhil olmak üzere, Avrupa Parlamentosu gibi yerlerdeki oturumlara çevrimiçi bağlanıp konuşuyor. Böyle bir atmosferde Ankara dikkat çekici bir performans sergiliyor. Buradan ne çıkar? Buradan bir sonuç çıkar mı? Savaş durur, işgal durur ve bunun durmasında da Ankara’nın çok ciddî bir şekilde rolü olduğu ortaya çıkar mı?“Böyle bir ihtimal hiçbir şekilde mümkün değil” demek gerçekçi olmaz. Çok zor, ama pekâlâ olabilir. Böyle bir şeyin olması durumunda, şu hâliyle bile bunu çok ciddî bir şekilde kullanan Erdoğan bunu iç politikada da hayli kullanacaktır. 

Eskiden Erdoğan dış dünyaya, özellikle Batı’ya meydan okuyarak içeride kendi etrafında bir hareketlilik sağlamak, kamuoyunda öteden beri var olan Amerikan ve Batı aleyhtarlarını, tabii bu arada İsrail ve Yahudi aleyhtarlığını da kullanarak kendi kitle tabanını dinamik tutmak ve genişletmek istiyordu. Bir süredir, özellikle birkaç yıldır diyelim, kitle tabanındaki seçmen desteğindeki erimenin üzerine –özellikle ekonomik krize bağlı bir erime–, Erdoğan’ın dış politikada o savaşçı üslûbunu değiştirmeye başladığını ve olabildiğince sorunlarını çözmeye çalıştığını görüyoruz. Tekrar tekrar olacak, ama söyleyelim: Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suudi Arabistan… Bütün bunlarla, aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki o büyük iddialardan, meydan okumalardan, Mavi Vatan’lar falan hepsinden vazgeçiyor. İsrail Cumhurbaşkanı geliyor, çok târihî bir ziyâret yaşanıyor ve bildiğim kadarıyla –ki haftaya “Transatlantik”te bunu Gönül ve Ömer’e de soracağım ve onlar da anlatacaklar, ancak– Washington’da da Ankara’ya yönelik olarak bir ilginin, daha doğrusu ciddîye almanın; F-35’leri olmasa bile F-16’ları vermek gibi, Kongre’deki birtakım engelleri yumuşatmak gibi, özellikle de yaptırımları azaltmak gibi eğilimlerin öne çıktığını duyuyoruz. Burada tabii İsrail ile ilişkileri düzeltme yolunda çok ciddî adımların atılması da önemli ve ABD’deki Yahudi lobisini geri kazanma yolunda, özellikle Büyükelçi Murat Mercan’ın girişimleri var — en son yaptığı bir toplantıda, rezidansındaki dâvetine yanılmıyorsam 100’e yakın değişik Yahudi kuruluşundan temsilciler geldiğini gördük, kendisi de zâten sosyal medyada paylaştı. Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, Erdoğan’ın dünya çapında tekrar bir îtibar, güç kazanma, en azından dikkate alınma yolunda çaba sarf ettiğini görüyoruz. 

Burada dün Kemal ile ele aldığımız bir konuya değinecek olursak, mülteci meselesi var. Muhâlefet “Mültecileri geri yollayacağız, özellikle Suriyelileri” diyor. “Suriye rejimiyle konuşacağız ve kendilerini yollayacağız” diyor. Erdoğan da, “Hayır, kimseyi yollamayacağız. Onlar burada kalacak” diyor. Erdoğan, “Kalacak” derken iç politika ya da iç kamuoyuna yönelik söylemiyor; çünkü iç kamuoyu, kendi tabanı da –ki dün Kemal bunu çok iyi anlattı–, kendi tabanı da bu konuda çok rahatsız — yani bu sayıda, yüz binlerce, milyonlarca düzensiz göçmenin Türkiye’de olmasından rahatsız. Ama Erdoğan burada mesajı kime veriyor? Dünyaya, özellikle Batı’ya, öncelikle de Avrupa’ya veriyor. Diyor ki: “Ben sizin tampon ülkeniz olmaya devam etmeye hazırım. Bakın, muhâlefet ‘Yollayacağız’ diyor. Nereye yollayacak? Suriye’ye yollayamaz, çoğu Suriye’ye gitmez. O zaman belli ki kapıyı açacaklar, size doğru gelecek. Bu muhâlefetin Türkiye’de işbaşına gelmesi, sizin aleyhinize olur”u, üstü kapalı şekilde söylüyor ve muhtemelen yüz yüze, kapalı görüşmelerde de bunu açıkça söylüyordur. Muhâlefetin bu konuda Batı’yı birinci derecede rahatsız eden, korkutan mülteci meselesi konusunda yabancılara, özellikle Avrupalılara neler söylediğini bilmiyorum. Onlara birtakım temînatlar veriyorlar mı, nasıl veriyorlar? Bilmiyorum. Ama kamuoyuna yansıyan hâliyle bakıldığı zaman, yabancılar, Avrupalılar, bir tarafta “Mülteciler burada kalacak” diyen Erdoğan, bir tarafta “Onları geri yollayacağız” diyen bir muhâlefet görüyor. Arada Ali Babacan geri yollama meselesinin o kadar kolay olmayacağını söyledi ve muhâlefet içerisinde bayağı bir saldırıya uğradı — onu da bir not olarak düşmekte yarar var. “Gerçekçi olalım” diyerek bir şeyler söyledi; ama muhâlefetin içerisindeki insanların buna bile tahammül etmediğini gördük. Böyle bir durumda, Avrupa’nın, “Ya, mültecileri bırakırlarsa bıraksınlar; ama Türkiye’ye demokrasi gelsin, tercihimiz ondan yana” diyeceğini açıkçası sanmıyorum. Biraz Avrupa’yı, Batı’yı bildiğimi düşünüyorum. Çok bulundum, çok insanla tanıştım, yaşadım oralarda ve bir şekilde, iyi-kötü Batı kültürü içerisinde büyümüş birisiyim. Dolayısıyla mülteci meselesini Erdoğan’ın dünya çapında kullanacağını pekâlâ varsayabiliriz.

Tabii işin en önemli boyutu: Ekonomi. Erdoğan’ı en çok zorlayan şey ekonomi ve bir yıl içerisinde seçimi kazanabilmesi için ekonomide biraz olsun düzeltmeler yapması, en azından makyaj da olsa bir şeyler birtakım rahatlamalar yapabilmesi lâzım. Belli ki bu süre içerisinde bu kurulan ilişkilerin –gerek Körfez ülkeleriyle, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, gerek Avrupa, İsrail, ABD ile kurulan ilişkilerin– iyileştirilmesinin ardından birtakım kaynak transferleri beklentisi içerisine gireceğini pekâlâ düşünebiliriz. Bu olur mu, olmaz mı? Ekonomiyi doğrudan çok bilen birisi değilim, onun için çok fazla ahkâm kesmek istemiyorum; fakat bunun zeminini yaratmakta olduğunu özellikle söylemek istiyorum. Burada muhâlefet ne yapıyor? Muhâlefette genel eğilim, “Ne yaparsa yapsın. Seçimi zâten kaybedecek” duygusu var. Bunu özellikle kamuoyuna söylüyorlar ve bâzıları zâten böyle hareket ediyor. Fakat şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Bu konuda adım iyimsere çıkmış birisiydi, ama son dönemde özellikle dış politikanın bu kadar baskın olması ve Erdoğan’ın dış politikada genellikle muhâlefetin de çok îtiraz edemediği birtakım adımlar atması ve bir barış tesisi, tekrar ikili ilişkileri güçlendirmesi, Türkiye’ye Batı’dan çok sayıda kişinin gelmesi, şimdi Brüksel’de yanılmıyorsam 27 Mart’ta yapılacak olan Olağanüstü NATO Zirvesi’ne katılacak Erdoğan. Biden da geliyor. Bütün liderler geliyor. En son NATO Zirvesi’ndeki görüntülerle bu seferki görüntülerin arasında fark olacağını herhalde kestirebiliriz ve Erdoğan da şimdiden bunun hazırlıklarını yapıyordur. Biden başta olmak üzere birçok Batı liderinin bu süreçte, bu NATO Zirvesi’nde Erdoğan’a geçen seferkinden daha sıcak yaklaşacağını tahmin edebiliriz. Siyâsette bâzen semboller çok önemlidir. Hatırlayın: Hep fotoğraflar üzerinden dış politikayı okuma alışkanlığı vardır. En son Reuters’in paylaştığı fotoğrafın Külliye çevresinde nasıl infial yarattığını görmüştük. Bu sefer işin rengi biraz daha değişebilir. Erdoğan’ı iç kamuoyuna yönelik olarak güçlü gösterecek birtakım fotoğrafların NATO Zirvesi’nden çıkma ihtimâli hayli yüksek. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Dolayısıyla buradan Erdoğan’ın tekrar, bir yıl içerisinde, en geç 2023 Haziran’ında yapılacak olan seçimlerde güç toparlayabilmesinin dışarıda zeminini oluşturduğunu görüyorum. Tek başına bu yeterli değil. Ancak muhâlefetin özellikle bu konuda karşı adımlar atabilmesi beklenir. Her ne kadar seçmen dış politikaya bakarak oy vermese de, oy vereceği kişinin dünya çapında belli bir gücü olup olmadığını da önemser. Şu hâliyle Erdoğan’ın tekrar bir güç toparlamakta olduğu ve Türkiye için, tabii tüm dünya için de çok riskli olan savaşı –geçen Suat Kınıklıoğlu ile yaptığımız yayının başlığında olduğu gibi– “fırsata çevirebilme şansını yakalamış” olduğu gözüküyor. 

Bitirmeden “Medyascope” ile ilgili önemli bir not düşmek istiyorum. Perşembe günü muhâbir arkadaşımız Edanur Tanış’ın yaptığı bir haber bayağı bir tartışma yarattı. Bâzı çevreler, bâzı kişiler sosyal medya üzerinden haberimizin yalan olduğunu, birilerini hedef gösterdiğini söylediler. Bunun üzerine medya ombudsmanı Faruk Bildirici’den ricâ ettik, o bizlerle de görüştü, Edanur ile de görüştü, verilen tepkilere de baktı ve bir değerlendirme yazısı kaleme aldı; biz de bunu yayınladık. Orada başlığa da çıkardığımız gibi: “Kanıtlanmamış iddiaların yayınlanmaması gerekirdi” dedi. Kanıtlanmamış iddia meselesi, söz konusu haberde adıyla konuşan kişinin, “Bâzı çevreler tarafından sosyal medyada hedef gösterildiğini, bu yüzden âilesinin saldırısına mâruz kaldığı” iddiası var. İddianın kanıtlarının olmadığını söylüyor Faruk. Eda’nın yaptığı haberin doğru olduğunu biliyorum, kendisiyle de uzun uzun konuştuk. Ama Faruk’un da belirttiği gibi bir sorun olduğu muhakkak. Editoryal bir sorun var ve bu editoryal sorunun sorumlusu da yayın yönetmeni olarak benim. Her ne kadar haberde isim verilerek kimse hedef gösterilmemiş olsa da, bâzı kişiler burada kendilerinin hedef gösterildiğini söylediler. İsimleri verilmemiş olsa da bundan rahatsızlık duyduklarını belirtiler. Böyle bir rahatsızlık oluşmuşsa, bundan dolayı ben şahsen Medyascope Yayın Yönetmeni olarak o kişilerden özür diliyorum, Faruk’un da belirttiği gibi. 

Ama tekrar söylüyorum, haberimiz doğru. Ama şöyle bir hatâ yaptık: Belli çevrelerde uzun zamandır süren bir kavga var. Bu kavga sadece Türkiye’ye özgü bir kavga değil, dünyanın birçok yerinde, özellikle Batı ülkelerinde yaşanan bir kavga. O kavgaya bir şekilde, bir haberle dâhil olmuş olduk, keşke olmasaydık. Böyle bir kavgada taraf olmak gibi bir derdimiz kesinlikle yok. Böyle bir kavga diyorum; ama özellikle sosyal medya üzerinden yürüyen bir tartışma bu. Keşke dâhil olmasaydık. Bu anlamda gerçekten gereksiz bir şekilde olaya girdik; ama kendimizi çekeceğiz, bir daha bu şeye çok fazla bulaşmayı açıkçası düşünmüyorum. Ancak dediğim gibi haberimizin doğru olduğunu ve muhâbirimizin iyi bir haber çıkardığını özellikle vurguluyorum. Orada birtakım eksiklikler varsa –ki var gözüküyor Faruk’un da belirttiği gibi–, onun sorumlusu başta ben olmak üzere editör arkadaşlar. O anlamda birileri gerçekten rahatsız olduysa özür diliyorum, tekrardan söylüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.