Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın seçimlerde en büyük kozu dış politika mı olacak?

Ruşen Çakır, İstanbul’daki Rusya-Ukrayna zirvesini değerlendirdi, “Dış politika hamleleri ekonomik krizleri unutturur mu?” ve “Erdoğan’ın seçimlerde en büyük kozu dış politika mı olacak?” sorularına yanıt aradı.

Yayını dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Emine Bıçakcı

Merhaba, iyi günler. Bugün, İstanbul Beşiktaş’taki Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofisi’nde –“Dolmabahçe” diye geçiyor, ama Beşiktaş’taki çalışma ofisinde– Rusya ve Ukrayna tarafları yüz yüze müzâkerelerini yaptılar — bugünkü kısmı bitti, yarın da tekrar bir araya gelecekler. İki gün sürmesi düşünülen bir buluşma söz konusu. Öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşma yaptı ve tabii ki bu olayın Türkiye’de, İstanbul’da yapılıyor olmasının altını çizdi. Daha önce de Antalya’da iki ülkenin dışişleri bakanları bir araya gelmişti, Antalya’daki dışişleri forumunda bir araya gelmişlerdi. Oradan pek bir şey çıkmamıştı; buradan bir şey çıkacak mı, çıkabilir mi? Bunlar çok belirgin değil; ancak birtakım ilerlemeler olabileceği; ateşkes konusunda, hattâ barış konusunda birtakım ilerlemeler olabileceği söyleniyor. Ukrayna NATO üyeliği için başvurmayacağını belirtti; ama AB konusunda böyle bir temînat vermedi — bunun da bir adım olduğu söylenebilir. Bir şeyler oluyor ve Türkiye de burada bir rol oynuyor.

Bütün bunlar, benim bir süredir dile getirmeye çalıştığım bir hususu bir kere daha tekrarlamama vesîle oluyor; o da şu: İçeride îtibârı iyice azalmış olan, desteği iyice azalan Erdoğan’ın dışarıdan birtakım desteklerle, dışarıdaki îtibârını güçlendirerek içeriyi kazanıp kazanamayacağı meselesi. Bir yayında ne demiştim? “Yurtta harp, cihanda sulh”. Evet, meselâ dünyada savaşan iki tarafı bir araya getirip barış yaptırmaya çalışan bir Erdoğan var — en azından bu konuda bir araya getirmeyi başaran bir Erdoğan var. Ama aynı Erdoğan, kendi ülkesinde her türlü çatışma potansiyelini sonuna kadar da tahrik etmeyi bir siyâsî strateji olarak benimsemiş bir Erdoğan. Yani kutuplaşma, Türkiye’de iktidârın en önemli silâhı gibi duruyor. Bu ne kadar işe yarıyor ayrı bir tartışma konusu. Hele iktidârın küçük ortağı MHP ve lideri Devlet Bahçeli’nin bunu en uç noktalara kadar taşıdığını görüyoruz. Aslında normalde çok çelişkili olan bu tür bir durum var: Bu kadar kavgacı, kendi insanına bile tahammül edemeyen, kendisinden farklı düşünen insanları hızlı bir şekilde “vatan hâini”, “şu” “bu” diye tanımlayabilen bir siyasetçinin, başka ülkelerin arasında yaşanan savaşlara müdâhil olup onları barıştırmaya çalışması gibi çok çelişkili bir durumla karşı karşıyayız. Burada şunu söylememe izin verin: Artık, Türkiye’de Erdoğan dönüşü olmayan bir yola girdi, Türkiye’de kendi çizgisini değiştirmesi zor; bir süredir Cumhur İttifakı’yla berâber benimsediği güvenlikçi politikalar, kutuplaştırma, ötekileştirme gibi, kriminalize etme, her türlü muhâlefeti bir suçmuş gibi tanımlama çizgisinden kolay kolay vazgeçemeyeceğe benziyor. 

Bu çizgi ona ne kazandırır, ne kaybettirir? Bunun son örneğini yerel seçimlerde gördük. Yerel seçimleri tamâmen ülkenin “beka meselesi” üzerinden kurguladı Erdoğan ve Bahçeli; çok da büyük bir hezîmetle karşı karşıya kaldılar. Dolayısıyla kutuplaştırma politikası aslında Erdoğan’ın işine yarar olmaktan çıktı — böyle bir realite var. Fakat Erdoğan kutuplaştırma dışında bir çizgiye, yani normal, sâkin bir şekilde, farklılıkları kabul eden, bunların kendilerini ifâde etmesine izin veren, siyâsetin alanını genişleten bir çizgiye dönmeyi de kolay kolay göze alamıyor. Belki ileride bir gün almak zorunda kalabilir. Dönem dönem alacakmış gibi olduğunu hissettirdiği anlar oldu; özellikle yerel seçim yenilgisinin ardından ilk verdiği tepkiler böyleydi; ama sonuçta “Hayır” dedi ve eski çizgisinden gitti.

Şimdi, bir yanda artık işine yaramayan bir kutuplaştırma politikası var ve bunun bir anlamda esîri olmuş bir Erdoğan var. Diğer yandan, ülkenin çok ciddî sorunları var; özellikle ekonomik anlamda, enflasyon, hayat pahalılığı, yoksulluğun derinleşmesi gibi konular var ve bu konularda da çıkış bulamıyor. En son birtakım zorunlu tüketim mallarının KDV’sinde indirime gitti; başka birtakım düzenlemelerle en azından insanların sıkıntısını bir nebze olsun azaltmaya çalışıyor; ama bunların da ne kadar etkili olacağı açıkçası çok tartışmalı ve merak konusu. Ya da kur meselesine müdâhil olmak için başlattığı uygulamanın da aslında yoksuldan alıp zengine veren bir uygulama olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Erdoğan bir yanıyla içeride esîri olduğu kutuplaşma politikasıyla kendi alanını genişletemiyor; diğer yandan ekonomiyle baş edemediği için, ekonomik sorunlarla baş edemediği için elinde fazla bir şey kalmıyor. Ve bu anlamda dış politika ve bu savaş, özellikle son Ukrayna savaşının Erdoğan’ın epey bir işine yaradığı kanısındayım. Bunu ısrarla söylüyorum ve birçok kişi de ısrarla bana bunun böyle olmadığını, dış politikadaki adımların, şunların bunların –ki adımların hemen hemen hepsi geri adım biliyorsunuz–; meselâ Körfez ülkeleriyle, meselâ İsrail’le, meselâ Mısır’la, muhtemelen çok geçmeden yaşanacak olan Suriye’yle atılan adımların iç politikada bir karşılığı olmadığını söylüyorlar; ben bundan hiç ama hiç emin değilim. Birincisi, Erdoğan’ın elinde bir medya gücü var, devletin birçok imkânı var ve medya imkânı var. Ve burada bunlar aracılığıyla Türkiye’nin gündemine müdâhil olma imkânı var –becerebiliyor mu beceremiyor mu? Bu tartışılır–, elinde pazarlayabileceği bir şey olmadığı zaman medya gücü kendisinin çok işine yaramıyor, hatta ters tepebiliyor. Fakat özellikle son dönemde dış politikada yaşananlar, bâzı liderlerin –ki peş peşe oldu, birer gün arayla– Yunanistan, İsrail, Hollanda, Polonya’dan en üst düzey isimler geldiler; meselâ Almanya Şansölyesi geldi; kısa kalıyorlar, ama geliyorlar ve Erdoğan tarafından karşılanıyorlar. Bütün bunlar Erdoğan’ın pazarlayabileceği şeyler; meselâ bugün yapılan müzâkere görüşmeleri Erdoğan’ın pazarlayabileceği şeyler; nitekim kendisi sabahın köründe gidip orada bir konuşma yapıyor ve burada aslında kendini duyuruyor dünyaya, kendini gösteriyor ve diyor ki dünyaya: “Ben varım, Türkiye denince akla ben gelirim ve gördüğünüz gibi ben en önemli savaşlarda bile arabulucu olabiliyorum”. Bunun bir diğer anlamı da: “Benim üzerime kolay kolay çarpı atamazsınız, atmak istediğinizi biliyorum; fakat bunun o kadar kolay olmayacağını size gösteriyorum” diyor. Bunu gösteriyor olmasının karşılığında demin saydığım ziyâretlerde olduğu gibi ya da uluslararası medyanın gösterdiği, göstermek zorunda kaldığı ilgide olduğu gibi bu, bayağı bir işine yarıyor — dışarıdaki imajını yeniden pekiştirmekte. Birçok kişi, Erdoğan’ı gelip ziyâret edenler ya da onun hakkında haber yapanlar vs., bunların büyük bir kısmının Erdoğan’dan hoşlandığını söyleyemeyiz. Onu tercih etmediklerini de biliyoruz. Zâten değişik vesîlelerle bunu açık ya da dolaylı bir şekilde dile de getirdiler; fakat Türkiye önemli bir ülke — bunu da hep vurguladılar. Türkiye’yle iş yapmak zorunda olduklarını söylediler; tercihlerinin Erdoğan olmadığını da bir şekilde belirttiler. Fakat şu anda önlerinde bir Erdoğan var ve istemeyerek de olsa Erdoğan’la iş yapmaya devam ediyorlar — bu bir realite. 

Buna karşılık muhâlefet, “Erdoğan’la şu anda iş yapabiliyorsunuz; ancak bizim iktidârımızda daha karşılıklı çıkarları temel alan, daha güçlü ilişkiler kurabilirsiniz” demede bayağı bir geri kalıyor. Muhâlefet, özellikle de Batı ve AB konusunda çok ketum ve utangaç davranıyor. Erdoğan bütün bu süreçte kurduğu bütün ilişkilerde tekrar attığı geri adımlarda, 180 derece dönüşlerde, yine de iç kamuoyuna yönelik olarak Batı karşıtlığı vs. gibi söylemleri tam anlamıyla iptal eder de gözükmüyor. Hâlâ Türkiye’de sâhipsiz olan bir “Çağdaş uygarlık düzeyini yakalama” meselesi var, Türkiye’nin aksayan Batılılaşma serüveni var, Türkiye’nin “artık bitti” diye düşünülen Avrupa’yla “tam üyelik, entegrasyon” süreci var — bütün bunlar sâhipsiz kalmış durumda. Erdoğan’ın bunları sâhipsiz bırakmasının en önemli nedeni, bence karşısındaki kimsenin bunları sâhiplenmeye çalışmaması. Eğer muhâlefet güçlü bir şekilde Batı yanlısı, Batı’yla birlikte AB üyelik perspektifi gibi hususları inandırıcı bir şekilde dile getirse, bunun karşılığını dış politikada alabilse –kesinlikle eminim– bunun iç politikada kendileri lehine olumlu yansımaları olacaktı ve böyle bir durumda Erdoğan bu alanları bu kadar da boş bırakmak zorunda kalmayacaktı. Şu anda Erdoğan yönetiminin dayattığı “yerli ve millî dış politika” diye, tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz olayı, muhâlefet de büyük ölçüde benimsemiş durumda — ondan farklı dış politika çıkışları, atakları, açılımları yapamıyor. Erdoğan da bu anlamda dış politikayı tam anlamıyla kontrol altında tutuyor. Tabii ki devleti o yönettiği için ipler onun elinde; ancak yine de bu kadar ciddî bir kriz yaşayan iktidara alternatif olarak muhâlif partiler, muhâlif liderler alternatif birtakım dış politikalar geliştirebilir, açılımlar yapabilirler. Burada çok ciddî bir utangaçlık ve çok ciddî bir pasiflikle karşı karşıyayız. 

Sonuçta şu hâliyle bakıldığı zaman, ekonomide eli kolu iyice bağlı olan, iç politikada demokrasi vaat etmekten, hukuk devleti vaat etmekten çoktan vazgeçmiş ve bütün politikalarını kendisinden farklı düşünenleri bastırmaya, ezmeye, engellemeye odaklamış bir iktidârın elinde pazarlayabileceği, kullanabileceği, tek olmasa bile en önemli hususun dış politika olduğunu görüyorum; bu da son döneme özgü bir şey. Aslında Erdoğan, Körfez ülkeleriyle barışarak, Mısır’la ilişkiler geliştirerek, Netanyahu’nun ardından İsrail’le yeniden yakınlaşma işâretleri vererek bir şeylere girişmişti ve tam böyle bir ortamda savaş patlak verdi. Ve bu savaşı da, gerçekten iki tarafla da ilişkisini muhâfaza ederek –eğer edemeseydi, zâten bugün bu toplantıda olamazdı–, iki tarafla da ilişkisini muhafaza ederek bu savaş sürecini çok yakından tâkip etti Erdoğan yönetimi ve şimdi onun meyvelerini toplama hesabı yapıyor. İstanbul görüşmelerinden somut birtakım ilerlemeler çıkarsa, bunun da şu andaki iktidar tarafından seçimde bir propaganda malzemesi olarak kullanılacağını herhalde tahmin edebiliriz. Tabii, dışarıyla ilişkileri yenileme, yeniden inşâ etme, düzenleme yoluna giden Erdoğan’ın, ekonomik sorunları bir nebze olsun hafifletme konusunda da dışarıdan birtakım destekler bulma ihtimâlini de hiç yaban atmamak lâzım. Şu hâliyle benim gördüğüm, içerideki seçimi kazanmak için içeriye değil, dışarıya bakan bir Erdoğan var. Muhâlefet içeriye ne derece bakıyor? Bunları değişik şekillerde konuşuyoruz — bunun çok yeterli olmadığını özellikle vurgulamaya çalışıyorum. Ama her halükârda, içeri kadar olmasa da dışarıyı ihmal etmemesi gerekiyor; dış politikayı ihmal ederek, “Nasıl olsa insanlar bunlara bakmazlar, esas olarak cebine bakar, ekonomiye bakarlar” yaklaşımının bir yerde doğru, ama meseleyi çok basitleştirici olduğu kanısındayım. Dış politikada muhâlefetin içinde, her partinin içerisinde, Dışişleri’nde önemli görevler üstlenmiş çok değerli isimler var, çok güçlü isimler var. Sonuçta dış politika konularına hâkim bir muhâlefet söz konusu; her partinin içinde gerçekten çok önemli isimler var. Ama nedense “Dış politikaya girmeme” tercihinin muhâlefette çok baskın olduğunu görüyoruz. Son olarak Pazar günü yaptıkları toplantının ardından savaşla ilgili söyledikleri bir şeyler var; ama bunların Erdoğan’ın yaptıklarının yanında çok zayıf kaldığı muhakkak. Tabii ki tekrar onu söylüyorum: Erdoğan’ın elinde bir iktidar var; o, devleti yöneten bir isim olarak birtakım adımları daha kolay atabilir. Bununla birlikte, muhâlefetin de olaya bu kadar seyirci kalmasının çok akıl kârı olmadığı düşüncesindeyim. Ne yapabilirler, ne edebilirler? O da siyâsetçilerin kendilerinin bulup, üzerinde tartışıp geliştirmeleri gereken inisiyatiflerdir. Şu anda benim böyle bir şey söyleme gibi bir durumum olamaz. Ama ilk aşamada, bu kadar önemli yerlerde görev yapmış isimleri barındıran muhâlefet partilerinin birlikte temel dış politika konuları hususunda birtakım adımlar atması ve kamuoyunu bu konularda bilgilendirmesi ve alternatif politikaları söylemesi gerekiyor. En azından şunu bize, kamuoyuna anlatması gerekiyor: “Şu ekipler, şu isimlerle biz iktidâra geldiğimizde şu, şu konularda şunları yapacağız”ı diyebilmeleri gerekiyor. Aksi takdirde, dış politikayı tamâmen Erdoğan’a terk etmelerinin seçimlerde de kendi aleyhlerine sonuçları olacağı kanısındayım.

Bugün, saat 21.00’de Suat Kınıklıoğlu ve Ömer Taşpınar’la “Avrasyacılık” konusunu konuşacağız. Suat’ın hazırladığı çok kapsamlı bir “Türkiye’de Avrasyacılık” çalışması var, o çalışmayı temel alarak. Ömer ile –ki bu konulara çok kafa yoran birisidir– daha önce de üç kişi bu konuyu konuşmuştuk; ama şimdi Suat’ın çalışmasından hareketle bu konuyu uzun uzun ele alacağız. Bunun da dış politikayla çok ilişkili bir olay olduğunu hepiniz biliyorsunuzdur; onu da izlemenizi tavsiye ederim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.