Ruşen Çakır, Macaristan’da Orban’ın seçimleri kazanmasından hareketle Türkiye’de muhalefetin neyi yapıp neyi yapmadığını değerlendirdi.
Spotify’dan dinleyebilirsiniz:
Yayına hazırlayan : Betül Gökce
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Macaristan’da dün yapılan seçimi yeniden Viktor Orban kazandı. Aslında Macaristan Türkiye’nin çok da ilgili olmadığı bir ülke, fakat son dönemde Türkiye’de iktidâra ve muhâlefete yakın çevrelerin ayrı ayrı tâkip etmeye çalıştığı bir ülke.
Genel kamuoyu olmasa da, medyanın, özellikle de sosyal medyanın farklı mahallelerinde bir tür çekişme vardı. İktidar yanlıları Orban’ı destekliyorlardı, muhâfelettekiler ise Orban karşısında oluşan altı partili ittifakı. Bunun pek çok nedeni var. Öncelikli nedeni, Orban’ın da tıpkı Erdoğan gibi otoriter bir rejim uygulaması ve Macaristan’ın, uluslararası literatürde, siyâsetbilim literatüründe “illiberal democracy”, yani “özgürlükçü olmayan demokrasi” diye tanımlanan ülkelerden olması.
Türkiye de bunlardan biri ve zâten dünyada bu konuda yapılan çalışmalarda Orban ve Erdoğan birçok yerde birlikte anılıyor. Fotoğrafları yan yana konuluyor ve iki liderin birbirleriyle de iyi dost olduklarını biliyoruz — karşılıklı ziyâretler vs.. Ama her şeyin ötesinde, burada ciddî bir benzerlik var. Parti sayısında da –her ne kadar bizdeki ittifakın altı partili olacağı kesinleşmemiş olsa da– altılı masalar kuruluyor. Orada altılı olmasıyla bir benzerlik var.
Tabii ki her ülkenin farklı farklı özellikleri var. Benzeyen yönleri var, benzemeyen yönleri var — özellikle ekonomi anlamında. Macaristan ekonomisinin de çok parlak olduğu söylenemez, ama meselâ enflasyonda Türkiye ile kesinlikle kıyaslanamaz. Öte yandan, Macaristan Avrupa Birliği üyesi, fakat Brüksel ile çok ciddî sorunlar yaşıyor. Ama yine de AB üyesi ve birçok farklılılık var.
Burada genellikle şöyle bir akıl yürütme yapıldı: Orada, Macaristan’da muhâlefet, aralarındaki farkları yok sayarak birlikte hareket etti; önseçim yaptı, başbakan adayını önseçimle belirledi. Böylece, birlikten kuvvet doğar ilkesinden hareketle, Orban’ın sonu geliyor ve bu son Türkiye’ye ve başka ülkelere de bir örnek olabilir gibi görüldü. Ta ki seçimin yapılmasına birkaç ay kala Macaristan’da, işlerin hiç de öyle kolay olmadığı, muhâlefetin çok da büyük başarı gösteremeyeceği yolunda kamuoyu araştırmaları ve gözlemler ortaya çıktı.
Sonuçta da Orban çok net bir galibiyet aldı. Zafer ilân etti. Zâten adı da Victor — bir anlamda zafer. Herhalde Victor adı Türkçe olsa “Zafer” olurdu. Bir zafer kazandı ve muhâlefet de resmen nal topladı — öyle diyelim.
Şimdi bakıyorum: Bu sabahtan beri, iktidar yanlısı birtakım çevreler sosyal medyada mutluluktan havalara uçuyorlar. Anlaşılır gibi değil. Orban gibi birisini sevmek –hani Macaristan’da seveni olduğunu anlıyoruz, o ülkenin vatandaşları–; ama uzaktan, Türkiye’den birilerinin Orban ve Orban rejimini destekliyor olmasının mantığı ne olabilir? Açıkçası çok emin değilim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Nitekim kendisi zaferinden sonra yaptığı açıklamada, kimleri yendiğini sıralamış. Bunları, Macaristan solu, uluslararası sol, George Soros, Avrupa Birliği bürokratları vs. diye sıralamış. Dolayısıyla aslında, bir yerde anlaşılmaz diyorum ama, bir yerde de anlaşılacak bir husus bu; birbirlerine benzedikleri için kaderlerini de benzetiyorlar ve Orban’ın zaferinin Türkiye’de de tekrarlanacağını düşünüyor ve umuyorlar. Ve buradan kendilerine bir moral üstünlük devşirmek istiyorlar. Bunlar aslında hiç de şaşırtıcı şeyler değil.
Macaristan’a bakıldığı zaman Türkiye için ne gibi dersler çıkarılabilir? Aslında birebir aynı olmadığı için birçok şeyi atlamak mümkün; fakat beni en çok ilgilendiren husus, başlığa da çıkardığım gibi, aritmetik hesabının siyâsette bir anlamı olduğu, ama hiçbir şey olmadığı gerçeği. Siz partileri yan yana topladığınız zaman, normal şartlarda bunların elde ettiği oyu toplu halde almalarını ve hattâ bir arada olmaları nedeniyle bu toplamın daha da artacağını düşünüyorsunuz. Bu aslında mantıklı bir şey, ama her zaman öyle olmuyor. Bâzen –hani derler ya?– “iki artı iki eşittir dört” olmayabiliyor. Kimi zaman beş, kimi zaman üç olabiliyor.
Macaristan’da yaşanan olumsuzu oldu. Bir araya gelmelerinin yetmediği tam olarak anlaşıldı. Burada benim bildiğim, sonucun fazla çıktığı, yani iki artı ikinin beşe denk geldiği bir olayı 1991 erken genel seçimlerinde bizzat görmüştüm. Anadolu’da dolaşmıştım. O zaman Refah Partisi bünyesinde Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi bir arada seçime girdiler — Refah Partisi listesinden; çünkü o tarihte seçim ittifakları anayasada yoktu, yasaktı. Ve yüzde 10 barajını aşabilmek için bu partiler Refah Partisi içerisinden girdiler ve Refah Partisi listesinden milletvekillerini Meclis’e soktu bu iki parti de. MÇP, daha sonra MHP adını aldı ve IDP bir süre sonra da istifâ edip kendi partilerinde yollarına devam ettiler.
Ve burada yüzde 10 barajını aşmak için kurulan bu ittifak beklenenin çok üstünde bir oy almıştı. Bence birleşmeleri oylarının oranını iyice yükseltmişti. Bunun birçok nedeni vardı. Birincisi: Belki de 70’li yılların iki önemli partisinin, Milli Selâmet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin tekrar Meclis’e dönmelerinin zamanı gelmişti herhalde. Bir diğeri de: Artık çok ciddi bir şekilde merkez partilerine dönüşen diğer partiler, kamuoyunun canını sıkmaya başlamıştı. Nitekim daha sonra yapılan 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi çok ciddî başarılar elde etti.
Ve orada gördük ki bu partilerin bir araya gelmesi, normalde ayrı ayrı alacakları oyun toplamından çok daha fazlasını alabiliyor. Daha sonra, Türkiye’de merkez partilerinin erimesi üzerine büyük bir panik başladı. Özellikle Refah Partisi’nin güçlenmesine karşı, merkezdeki partilerin, özellikle sağ partilerin birleştirilmesi istendi — yani ANAP ve Doğru Yol Partisi’nin. Birleşemediler, ama birleşseler bile iki partinin ortak toplamını almaları mümkün değildi; çünkü artık bir hikâyeleri yoktu anlatacak. Bir hikâyeleri yoktu ve Türkiye’yi bir şekilde peşinden sürükleyebilecek liderleri yoktu. Bunun sonucunda da biz o merkez partilerinin çöktüğünü gördük.
Buna karşılık, Adalet ve Kalkınma Partisi, yeni kurulmuş olmasına rağmen, bir lideri ve liderin yanındaki güçlü bir ekiple, Erdoğan ve ekibiyle berâber, çok fazla sayıda değilse de Refah Partili olmayan yeni birtakım katılımlarla, küçük çapta bir ittifak havası da veriyordu. Ve ilk girdiği seçimde birinci parti olarak tek parti iktidarını kurdu ve yirmi yıldır ülkeyi yönetiyor. Şimdi burada baktığımız zaman, Orban’ın Macaristan’da iyi kötü bir hikâyesi var. Başladığı yer ile geldiği yer arasında çok fark var. Her geçen gün otoriterliğini daha da artıran, ama belli bir popülariteyi koruyan, ekonomide çok büyük fiyaskolara yol açmayan bir lider olarak duruyor.
Erdoğan’ın da iyi kötü bir hikâyesi var. Başladığı yer ile geldiği yer arasında çok büyük fark var. Başladığı ekiple geldiği ekip arasında da çok büyük fark var; ama en azından iktidardaki Erdoğan biliniyor. İktidardaki Erdoğan artık herkese kaybettirmeye başladı. O da bir realite olarak önümüzde duruyor.
Fakat buradaki esas mesele, Erdoğan’ın yerini almaya tâlip olan hareketin hikâyesinin ne olduğu, siyâseti nasıl yapacağı — nasıl yaptığı ve nasıl yapacağı, sorunlara nasıl baktığı ve nasıl çözeceği ve tabii ki bunu kimin yapacağı, kimlerle yapacağı. Neresinden bakarsak bakalım, sonuçta Erdoğan’ın karşısına çıkacak olan kişinin bir şekilde siyâseten gücünün olması gerekiyor. Kendi başına gücünün yetmediği yerde de, ekiple berâber çıkıp, o ekibin gücünü de yanına alabilmesi gerekiyor. Siz sâdece altı partiyi yan yana getirerek, ekstradan buna –nasıl olacağı hâlâ çok net olmamakla birlikte– yedinci bir partinin, HDP’nin oylarını en azından cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda hesaplayarak Türkiye’yi yönetmeye tâlip olabilirsiniz. Ama bu, tek başına, yönetimi kazanacağınız anlamına gelmiyor. İktidarı kazanacağınız anlamına gelmiyor. İkincisi, iktidarı kazanmanız hâlinde de ülkenin sorunlarını çözebileceğiniz anlamına gelmiyor. Dolayısıyla burada, Macaristan olayı bize, yan yana gelmenin tek başına yetmediğini çok bâriz bir şekilde gösterdi.
Kimileri diyor ki: “Ama İsrail’de böyle olmadı!” İsrail’de olan, seçim ittifakı değil seçim sonrası koalisyondu. Koalisyon yapmak bir yerde daha kolay olabiliyor. Genellikle bizde koalisyonlar kötüleniyordu ve koalisyonlar kötülenerek ittifakın önü açıldı. İttifak ne oluyor? Önceden yapılan koalisyon. Seçimden îtibâren yapılan koalisyon. Ama burada iki aşama var. Birincisi, önceden o koalisyonu çok iyi kurabilmeniz gerekiyor. Daha sonra da, iktidâra gelmeniz durumunda bunu sürdürebilmeniz gerekiyor — iki aşamalı pazarlık.
Hele Türkiye gibi ülkelerde, partilerin her birinin kendi içinde bile çok ciddî iktidar savaşlarına sahne olduğu ülkelerde, birden fazla partinin hem seçim için bir araya gelmesi, hem de seçimden sonra –diyelim ki iktidara geldiler– iktidarı paylaşabilmeleri o kadar kolay bir şey değil.
Burada bunun kolaylaşmasını sağlayacak olan şey, bana göre, çok ciddî bir aktif toplumsal katılım, bir toplumsal hareketlilik. Bu toplumsal hareketliliği illâ insanların sokaklara döküldüğü ciddî olaylar vs. olarak görmek gerekmez. Ama insanların –her sabah kalktığında diyelim–, Türkiye’de iktidârın değişmesini istemesi ve bunun için bir şeyler yapmanın motivasyonuna sahip olması gerekir. Şu hâliyle bir dönem, dönem dönem yakalanır gibi olan bu motivasyonlardan toplum çok kolay uzaklaşabiliyor.
Bunun çok bâriz bir nedeni var — çok nedeni var, ama en bâriz nedeni: Yaşanan ekonomik koşullar. Yani giderek her geçen gün daha da kötüleşen ekonomi. Bu, normalde insanları daha fazla politize edecek bir husustur. Ama garip bir şekilde, yoksullaşmanın böyle ters bir yönü de var. İnsanlar yoksullaştıkça daha fazla kaderci olabiliyor ve kendi kaderini değiştirme arayışına daha az yönelebiliyor.
İşte burada bir siyâsî müdâhale gerekiyor. Siyâset yapılması gerekiyor. İnsanların yaşadığının ötesinde, teşhir edilmesi, gözler önüne serilmesi ve bu sorunların nasıl çözüleceğinin o insanlara anlatılması ve onları kimlerin nasıl çözeceğinin de iknâ edici bir şekilde gösterilebilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, partilerin oy oranlarını yan yana koyduğunuzda ve bunun da sizin iktidârınıza yettiğini düşündüğünüzde işler bitmiyor. Tam tersine, işler yeni başlıyor.
Bir diğer husus: Seçim güvenliği meselesi. Türkiye’de seçim güvenliği meselesi çok ciddî bir sorun ve bunun için de partilerin ötesinde, vatandaşların, seçmenin aktif katılımı gerekiyor. Sürekli bunu vurgulamaya çalışıyorum. Bunu yapabilmek için de o kişileri bir hikâyenin etrafında bir mâcerâya, bir serüvene –mâcerâyı olumsuz anlamda söylemiyorum, tam tersi– olumlu anlamda bir yola katmak gerekiyor. O yola katıldığı zaman, insanlar gece geç saatlere kadar da, sabaha kadar da sandık başında bekleyebilirler. Ama şu hâliyle bakıldığında, iktidâra tâlip olan siyâsî partilerin gösterdiği ya da göstermediği enerjiye bakıp, insanlar pekâlâ “Bana ne?” diyebilirler.
Sonuçta, hep söyleniyor ama, gerçekten önümüzdeki seçim Türkiye için çok kritik bir seçim olacak ve burada muhâlefetin kendi hikâyesini kurabilmesi ve kendi yolunu kendisinin çizmesi gerekiyor. Son yerel seçimlerde böyle oldu. Son yerel seçimlerde muhâlefet yerel seçime odaklandı. Genellikle CHP İlçe Büyükşehir Belediye Başkan adayları gösterdi ve iktidârın bütün kışkırtmalarına, dayatmalarına rağmen, olayı tamâmen sert bir politik kutuplaşma eksenine taşıma çabalarına îtibar etmeyip, kendi öyküsünü, hikâyesini yerel yönetimler üzerinden kurdu ve işte orada ittifak, iki ya da üç partinin birlikte getireceğinden çok daha fazlasını getirdi. Özellikle İstanbul’daki seçimler bunu gösterdi.
Şu anda da muhâlefetin bu hikâyeyi yaratabilmesi ve siyâseti hâkim kılması gerekiyor; kendi siyâsî çizgisini, kendi siyâsî gündemini kurabilmesi gerekiyor ve bunu yapabilmek için de bunun taşıyıcısı olan aktörlerin bir an önce netleşmesi gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye’de de pekâlâ Macaristan’da yaşananların bir benzerinin yaşanması ihtimâli var.
Bu Türkiye’de pekâlâ yaşanabilir, çünkü tek başına halk artık bıktı, artık “Yeter!” diyor. “Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, otokrat lider kazanamaz” yaklaşımının çok da gerçekçi olmadığını, tam tersine iktidar sahibi otokrat liderlerin iktidârın bütün imkânlarını kullanarak seçimleri tekrar kazanabilme imkânını hep ellerinde tuttuklarını, muhâlefetin işinin iyice zor olduğunu görmek lâzım. Olay kolay değil, tam tersine zor. Yan yana gelmek şart, ama tek başına bir anlamı yok. Hattâ bazı durumlarda, yan yana geldiğiniz zaman, ayrı ayrı alacağınız oyların daha azını alma ihtimâliniz, riskiniz var. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.