Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Yokluk içinde yokluk

Ben çocukken de yoksulluk çok yaygındı memlekette. Anam-babam ve onların anaları-babaları çocukken de yaygındı. Kuşaktan kuşağa devretti yoksulluk pek çok ailede. Kimileri de kıymetli Cemal Dindar’ın söylediği gibi ansızın ve emeksiz ulaştıkları zenginliği piyango vurmuş gibi talih gösterişi yaparak harcamaktalar. Onları ansızın ve emeksiz bulan servetin, ömrü boyunca çalışıp didinse de gün geçtikçe yoksullaştığı gerçeği karşısında şaşakalanlardan çalınan yekûn olduğuna hiçbirimizin şüphesi yok. Helali hoş olmasın kimseye, umarım cehennem vardır ve tam olarak bu devrin talihlilerinin tarif ettikleri gibidir.

Bugünkü yoksulluğun, öncekilerden önemli bir farkı var yalnız. Eskiden memleket, “varlık içinde yokluk”tan muzdaripti. Hesapta her bir şeyimiz vardı ama iyi yönetilmiyorduk, kaynaklarımız israf ediliyor, çok geniş kesimler iktisadi etkinliklerin dışında kalıyor, ne nüfusumuzu ne tabii kaynaklarımızı verimli bir şekilde kullanıyorduk. O yüzden yoksulduk. Çocukluğum diyorum, Özallı yıllar yani. O dönemin yoksulluktan kurtuluş anlatısı buydu. “İcraatın İçinden” programlarını ve özellikle jeneriği hatırlar mısınız? Benim aklımda, ekrandaki rengârenk patlama kalmış. Kontrol ettim, hakikaten aklımda kaldığı gibiymiş. Sonra çirkin çirkin inşaat görüntüleri, kocaman bir baraj, helikopterden eserlerini izleyen Özal. Sonra vatandaşın biri tek yanlı olduğu anlaşılan bir sevgiyle sarılıp adeta zorla öpüyor Özal’ı. Ardından gene eriyen demirler, ateş, bir örnek giyinmiş kadınlar, henüz fordist düzeni devam ettirmekte olan bir fabrikada bir şeyler monte ediyor. Bilgisayar geliyor sonra. Arada bale var, bir kültür merkezinden görüntü var, bir pulluk toprağı alt üst ediyor… Özal’ı görüyoruz Margaret Thatcher’la tokalaşıyor, Ronald Reagan arkasında olduğu halde bir şeyler söylüyor bir kürsüden, Körfez giysili adamlarla üstü kapalı bir koridorda yürüyor.

Fakat benim aklımda daha çok o alt üst oluşlar kalmış. Renkli dumanlar çıkaran patlamalar. Ne çok alt üst olduk değil mi? Sahi büyücek bir alt üst oluş yaşamadığımız bir on yılımız olmadı şükür. Her nevi depremler ülkesi memleket. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yanımız her türlü fay kırığıyla dolu.

İmamoğlu’nun kendi kalesine attığı gol

Şimdiki yoksulluğun bir farkı var diyordum. Yokluk içinde yokluk çekiyoruz artık. Talan edilmiş bir görüntü veriyor memleket. Muhalefetteki siyasi partilerle, iktidardakiler iktisadi mevzularda üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylüyorlar. Söyledikleri şeyler büyük oranda devletin çalışanlardan, yoksullardan alıp kendini ve zenginleri doyurduğu bir düzeneğe denk düşüyor. Geriye kalanlarla da sırtından beslendiklerine sadaka verecek. Bir örneğini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin toplu taşıma zammında gördük. Merkezi iktidarla yerel yönetim yurttaşın bütçesindeki paylarını artırmak konusunda bir yarışa girişmişlerdi. Belediye, “sen her gün her şeye zam yapıyorsun da ben niye yapamıyorum, yapmazsam iflas edeceğim” diye çıkıştı merkezi idareye. Kendini merkezi idarenin çıkarlarını temsil etmekle yükümlü gören UKOME, aylardır taksi düzenlemesi konusunda geçit vermediği belediyeye bu konuda “eyvallah” diyerek, muhalefetin favori başkan adaylarından birine, Ekrem İmamoğlu’na ilk büyük siyasi yenilgisini yaşatmış oldu. İETT iflas etmeyecektir şimdi. Ama İmamoğlu’nun karizmasında büyücek bir çizik olacak bu siyasi zafer kazanma hırsıyla koşarak kendi kalesine attığı gol. Sanıyorum en ama en dezavantajlılara bir kolaylık sağlayarak tazmin etmeye çalışacaklardır bu zammı. Ama o gol atıldı bir kere. Çıkmayacaktır kolay kolay akıllardan. Protesto edenlere, hayal kırıklığına uğrayanlara, “bari sen yapmasaydın başkan” diyenlere trol kılıklı savunucuların verdikleri cevaplar da ayrı hikâye. İmamoğlu bir türlü sıyıramıyor kendisini kızıl kıyamet savunuculuğunu üstlenenlerin geriye kalanlarla arasına kurduğu dikenli tellerden.

Yokluk içinde yokluk diyordum ya… Yokluğunu çektiğimiz şeylerin başında geliyor siyasi çoğulculuk. Yok şu ya da bu kimliğin şu ya da bu partide ne kadar temsil edildiğiyle ilgili değil bu sözünü ettiğim çoğulculuk. Nereye baksak bağıran ve sürekli bağırdıkları için ne dedikleri anlaşılmayan erkekler, onların arkasında ya da karşısında hizalanmış bir takım fanatikler. Siyasetçilerin gücü de ses tellerinin ve onları ne yaparlarsa yapsınlar, her şeye rağmen savunanların anketlere yansıyan oranlarıyla ölçülüyor. Bunlara dayanarak siyaset yapanlara, kendilerini böyle ölçenlere siyasetçi demeyi siyasete zül sayarım. Bütün cevapların birbirine benzediği kandırıkçı bir çoktan seçmeli sınavda gibiyiz. Seçenekler birbirinden sıkıcı, boğucu. Bize ehven-i şerden başkasını öneremiyor çok uzun zamandır partili siyasetimiz ama seçeneklerin bu kadar birbirine benzediği bir başka dönem de olmadı sanki daha önce. Onları birbirlerine bu kadar benzeten ve yakınlaştıran ise ezberleri.

Birinci ezber: Bizim memleket muhafazakârdır.

İkinci ezber: Bizim memleket serbest piyasacılıktan şaşmaz.

Üçüncü ezber: Bizim seçmen lider sever.

Bunca derin altüstler yaşamış bir ülkede bu ezberleri bu kadar rahat ve Allah’ın emri imiş gibi tekrar etmek de… Ne bileyim… Öte yandan her üç ezberin de, mevcut ve muhtemel tüm siyasi parti liderlerini ve önde gelen kadrolarını tanımladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Siyasetçilerimiz muhafazakârlar, serbest piyasacılıktan şaşmıyorlar ve liderperverler. Çünkü siyasetin yapılma ve finanse ediliş biçimi, o önde gelen kadroları daima hiç alt üst olmamışların, alt üst olmak nedir bilmemişlerin tekelinde tutmak üzere örgütlenmiş durumda. Eşekten düşmedikleri için, eşekten düşenin halinden de anlamıyorlar. Her gün başka bir eşekten düşüp kırılmadık kemiği kalmayanların heybelerindeki azığın son kırıntılarına bile bu kadar rahat göz koymaları bu yüzden. O kırıntılardan ne kadarına el koyabilirlerse kendilerini o kadar başarılı sayıyorlar.

Hülasa içinde bulunduğumuz “yokluk içinde yokluk” vaziyetinin en önemli vechesi siyasi alternatif yokluğu. Çok parti var ama hiçbiri mevcuda alternatif olabilecek durumda değil. Ali değil de Veli, yeşil değil de turuncu, ama işte o kadar fark. Azıcık değişik bir şey söyleme ihtimali olanların başına gelenleri gördükleri için akıllarından bile geçirmiyorlar yeni bir şey söylemeyi. “En kısa yol, bildiğin yoldur” tabii. Ve fakat o kısa yol, yokluk içinde yokluğa çıkıyorsa ne edeceğiz?

Ezber bozmak için hafıza

Bir yolunu bulup bu ezberleri aşan bir siyaset üretmeye zorlamalıyız mevcut siyasetçileri. Çünkü ne satıyorsa onu koyuyorlar tezgâhlarına, müşterileri de gene birbirleri. Kendi düşünceleri varsa bile bizzat kendileri de kıymet vermedikleri için ezberledikleri satırları okumaya devam ediyorlar. O ezberleri bozacak yolu hep beraber bulmamız lazım.

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Alper H. Yağcı’nın, 1990-2018 yılları arasında yapılmış Dünya Değerler Araştırması verilerinden hareketle yazdığı dumanı üstünde bir makaleye bakalım mesela. Makalenin başlığı “Türkiye’de bireylerin sol-sağ ayrımına göre konumlanışı.” Yağcı’nın, Değerler Araştırması’ndan çıkan verilerin sağlamasını aynı dönemde yapılmış başka araştırmalarla yaparak ortaya koyduğu tespitler, yukarıda sözünü ettiğim ezberleri sorgulatacak nitelikte. Şu paragrafa bakalım örneğin:

“Kendini solda konumlandıranların oranı yıllar içinde büyük bir değişim göstermezken, orta kategoride sağın lehine önemli bir erime olmuştur. Bu erime önce, İslamcı sağ parti RP’nin birinci geldiği 1994 seçimleriyle birbirinden ayrılan iki anket dalgası arasında yaşanmıştır. İkinci ve en büyük erime de AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimleri etrafında gözlenmekte. Dönemin geneli için, ortanın zamanla erimesi anlamında bir sol-sağ kutuplaşmasından bahsedebiliriz. Ortanın erimesi iki şekilde gerçekleşmiş olabilir: İnsanlar pozisyonlarını zaman içinde sağa doğru değiştirebilir veya eski kuşak anket katılımcılarını daha sağcı yeni kuşaklar ikame ediyor olabilir.” (s.31)

Aslında bir üçüncü ihtimal daha var o da anketlerin sağa kayışı tespit ettiği dönemlerde, sağı, hem de ortanın hayli sağını temsil eden bu partilerin tarz-ı siyasetlerinde yaptıkları değişiklikler. Yaşım 1994 seçimlerine giden yolda RP’nin ne vaat ettiğini hatırlamaya el veriyor. 2002 öncesinde AKP’de, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere herkesin nasıl hevesle gömlek değiştirdiğini de hepimiz bir şekilde biliyoruz. RP, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ama özellikle 1987 yerel seçimlerinde ve sonrasında gecekondu mahalleleriyle, Kürtlerle, kadınlarla, gençlerle, müesses nizamın dışladığı bütün kesimlerle ilişkilenmek için kendini alabildiğine esnetmiş ve İslamcılığı sayesinde değil, bu sayede yükselmişti. Ancak 1994’te iki büyük şehir belediyesini alır almaz ilk taviz verdiği yer de yine burası olmuştu. Daha evvel meşrebine bakmaksızın ilişkilendiği kesimler arasında ayrım gözetmeye başlamıştı çoktan. İstanbul’da Sultanbeyli’nin, Ümraniye’nin, Ankara’da Sincan’ın ve pek çok şehirde pek çok başka semtin, ilçenin erken dönüşüm süreçlerini hatırlayın. Ahbap-çavuş ilişkilerine dayalı iktisadi bölüşüm mekanizmaları icat ederek anında kendi imtiyazlı sınıflarını yaratmaya başlamışlardı. O kadar hızlı olmuştu ki bu dönüşüm ve bu ayrıcalıklı yeni sınıf sahip olmaya başladıklarının tadını öyle bir almıştı ki partinin içi çoktan kaynamaya başlamıştı hiziplerle. Öyle ki Erbakan çıkıp, “Ne münasebet, Refah Partisi ordu partidir” demek zorunda kalmıştı. O dönemin müesses nizamı da onları haklı çıkarmak için elinden geleni ardına koymadı. Zihnimde asılı kalmış bir sorudur: Erdoğan, okuduğu şiir değil de belediyede çoktan oturtmaya başladığı gayrınizami bölüşüm ilişkileri açığa çıkartılmak suretiyle yargılansaydı ne olurdu? Bununla bağlantılı ancak daha önemli olduğunu düşündüğüm bir başka soru daha var: Neden o gayrinizami bölüşüm ilişkilerini değil de okuduğu o ucubik şiiri yargılamak istedi dönemin müesses nizamı? Bu sorunun cevabı bizi neden siyasi kavrayış ve tarzlar açısından ağır bir yokluk içinde yokluk yaşadığımız sorusunun cevabına da götürecektir.

Gelelim 2002’ye. Yaşadıklarından ders aldığını söyleyen bir ekip. Erbakan’ın “İslam Birliği” nev’i fantazilerini geride bırakmış, “AB başımızın tacıdır, evvelden hata etmişiz meğer” diyen bir lider. AKP buydu o tarihte. Tam o esnada ortanın hem sağı hem solu, yani müesses nizamın zinde sözcüleri uyguladıkları iktisadi politikalarla ülkeyi bir krizden ötekine sürüklerken yerle yeksan olmuş. AKP’nin nesini oyladı o esnada ahali? Değişme, dönüşme ihtimallerini oylamış olmasınlar? Bir de tabii kendi çaresizliklerini, başka bir alternatif olmayışını. Nizam bekçileri tarafından soyulup soğana çevrilmişliğinin ve ortada bırakılmışlığının hıncı da var tabii serde. Dolayısıyla Yağcı’nın sözünü ettiği 1994 ve 2002 seçimlerinde sağa doğru kayışın, ahalinin sağ-muhafazakâr değerlere sahip çıkmasından ötürü olmayabileceğini söylemek için yeterince öykü var elimizde.

Sağa yatmış, karaya oturmuş bir gemi

Alper H. Yağcı, Türkiye’de sağ-sol ayrımının daha çok kültürel tercihler üzerinden, sağ-sol değerler konusunda sınıf merkezli bir ayrışmanın dünyayla uyumlu bir biçimde Türkiye’de de belirsizleştiğini kaydediyor. Ve fakat tuhaf bir durum var: Refah devleti taraftarlığı ve özel mülkiyete mesafelilik konusunda üç aşağı beş yukarı anlaşıyor kendilerini sağda ve solda görenler. Anlaşamadıkları konular, özgürlüğün içeriği ve seküler değerler. Peki bugünkü AKP tipi sağın, basbayağı radikal sağın yükselmesi bu anlaşmazlık yüzünden mi? Yani AKP ülke dindarlaştığı, milliyetçileştiği, hattı naturası gereği zaten böyle olduğu için mi kazanmış onca seçimi? Ben makaleyi okurken heyecanla ve elbette bir miktar şüpheyle böyle soruyorum soruyu. Ama tabii Yağcı’nın orijinal sorusu bu değil ve cevabı da tam olarak benim sorumu karşılamıyor:

“…1990-2018 döneminde, Türkiye’de sol-sağ ayrımı uzun vadeli bir kutuplaşmaya gitmiş, bu kutuplaşma en çok ortadan kopup sağa kayan bir kütle yüzünden gerçekleşmiştir. Demografik açıdan, zaman içinde en büyük ve tutarlı sağa kayışı gösteren grupların başını mavi yakalı işçiler ve ev kadınları çekiyor. Özellikle işçilerin zaman içinde örneklem ortalamasının solundan sağına kayışı çarpıcı.” (s. 41)

Bahse konu dönemin hikâyesini göz önünde bulundurduğumuzda, bu kesimlerin o dönem yaşanan iktisadi dönüşümden en kötü şekilde etkilenenler olduğu sanırım hemen anlaşılacaktır. Daha evvel ortadayken sağa kayan bu insanların, muhafazakâr değerlere koştuğu değil, kültürel ayrışma nedeniyle sol gibi görünen müesses nizamın başarısızlıklarını cezalandırdıkları pekâlâ söylenebilir. 2015’e kadar AKP’ye popülerlik kazandıran şeyin yarattığı imtiyazlı kesimin kültürel tercihleri değil, aslen IMF anlaşmasına sadık kalarak ürettiği göreli refah durumu olduğu da hatırlanacaktır. Fakat bir tür dönüşümün yaşandığı da inkâr edilemez. Peki bu nasıl bir dönüşüm, kalıcı mı, yerleşik mi, buradan geri dönüş yok mu? Allah’ın emri mi yani bu AKP tipi muhafazakârlık? Pek değil gibi. Yağcı da diyor ki:

“Seküler ve özgürlükçü değerler genç kuşaklar tarafından daha çok benimsendiği için, kuşak değişimi Türkiye kamuoyunun zaman içinde sola kayışını getirebilirdi. Bununla birlikte her yıl ve her kuşağın sol-sağ özdeğerlendirmelerinde, kültürel değerler üzerine kurulu modellerimizin açıklayamadığı önemli bir varyans baki kalmaktadır. Bu varyansın önemli ölçüde siyasi parti düzeyindeki gelişmeleri takip ettiğini düşünüyoruz. Diğer bir deyişle, özellikle 2000’lerdeki uzun süreli AKP’nin hakimiyeti, toplumdaki sağa kayışın yalnızca sonucu değil bir nedeni de olabilir.” (s.42)

Anladığım şu, AKP’nin aldığı oy temsil ettiği radikallikte muhafazakâr değerlerin geniş kesimler tarafından mutlak biçimde benimsendiği anlamına gelmiyor. Keza çok iyi bildiğimiz hikâye de bize başlangıçta AKP’nin o radikalizmden vazgeçen bir ekip tarafından kurulduğu için onca onaylandığını gösteriyor. AKP’yi iktidarda tutan şey muhafazakârlığı değil, görünürdeki, bedelini çokça şimdi ödemekte olduğumuz, kozmetik iktisadi başarısıydı. O başarıyı muhafazakâr değerleri yerleştirmek için araçsallaştırdı. Bir başka deyişle, kendi müesses nizamını kurdu ve bağımlılık ağları oluşturdu. Fakat aşağı yukarı üç yıldır, tıpkı 2002 öncesinde merkez partilerin yaptığı gibi, iktisadi planda yeni ve frekansı giderek sıklaşan zincirleme krizler üretmekten başka bir iş gelmiyor elinden. Şimdi de bu başarısızlığını radikal sağ/muhafazakâr bir hikâye anlatarak makbul kılmaya uğraşıyor. Kısaca söylemek gerekirse ektiği tohumların büyük bir bölümünü daha filizlenmeden geri topluyor tarladan.

Dolayısıyla şimdi onun muhalifleri açısından yapılabilecek en saçma şey, onun yarattığı iktisadi buhranı kabul edilebilir kılmak için kullandığı muhafazakâr dili tekrar etmek olsa gerek. Beş yıl önce değildi, on yıl önce hiç değildi ama şimdi tam da zamanı o dille ve değerlerle çatışmadan alternatif, başka, onun diline bile değdiremeyeceği değerler üzerinden siyaset yapmanın. Onun asla seslendiremeyeceği birkaç değer söyleyeyim mi? Eşitlik mesela! Adalet değil çünkü o kavramın biraz dinlendirilmeye, AKP enkazından arındırılmaya ihtiyacı var. Ne yaparsa yapsın eşitlik dediğinde komik duruma düşmekten kurtaramaz kendini AKP. Şeffaflık… Hesap verebilirlik… Pek sevmediğim bir kelimedir ama katılımcılık hem de her düzeyde… Birlikte yaşamak, birlikte üretmek, konuşa tanışa sürdürmek hayatı, dayanışarak… Bu lafların hiçbirini söyleyemez AKP, söylemeye kalkışsa başta kendi çocukları olmak üzere gülmeyen kalmaz. 2002’yi şöyle bir hatırladığınızda AKP’nin de bunları vaat ederek iktidara geldiğini, o dönemin çürük müesses nizamının da bu lafları edemediğini, bunları söylemekten imtina ettiği için Erdoğan’ı okuduğu saçma şiir yüzünden hapse atma gaflet ve dalaletine düştüğünü, son 20 yılımızın içine edenleri saymakla bitiremeyeceğimizi, birbirlerine düşman gibi görünseler de bazı konularda ikiz kardeşlermişcesine benzeştiklerini görürsünüz.

Hülasa, ana akım muhalefet partilerine önerim, tezgâhınızı AKP’nin pazarına kurmak yerine, onun dışladıklarını bir araya getirecek bir siyaset üretmeye çalışın. AKP’lilerin dillerine değdirip kirletmedikleri kavramlar ve kelimelerle konuşun. Hiç kimsenin dinlemeyi akletmediklerini dinleyin, kenara atılmışları, hakkı yenmişleri, susturulmuşları, özgürlüğünden edilmişleri dinleyin. Birbirinizle ve AKP’yle ahaliyi aslında hiç de çıkarına olmayan şeyler için ikna etmekte yarışmayın. Farkında değilsiniz, belki İmamoğlu’nun kendi kalesine attığı golün de henüz farkında değilsiniz ama mağluptur böylesi bir yarışta galip.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.