Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeniden: Din elden gidiyor

İktidarın dinden uzaklaşanları gizlemeye çalıştığını belirten Ruşen Çakır, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da dini empoze etmek için uğraştığını anlattı. Muhafazakâr ailenin çocuklarının dini sorguladığını söyleyen Çakır, ailelerin iktidarın merkezine taşınmayla birlikte alabildiğine dünyevileşmeye başladığını vurguladı. Yayında din adına ortaya atılan seviyesizliğe de değinen Çakır, İslami harekete muhalefetin bakışını da ele aldı.

Ruşen Çakır’ın 30 Ekim 2017’deki “Din elden gidiyor” başlıklı yayınını izleyebilirsiniz.

Çakır’ın yayında bahsettiği 10 Nisan 2022 tarihli “Türkiye’de İslam dininin bir efsunu var mı ya da kaldı mı?” yazısını okuyabilirsiniz.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Betül Gökçe

Merhaba, iyi günler. Başlıktaki “Din elden gidiyor” sözünü önüme bir yeniden koydum. Onu yazmamın nedeni, “Din elden gidiyor” diye yaklaşık beş yıl önce, yani 2017’nin Ekim ayının sonunda böyle bir yayın yapmışım.

O anlamda yeniden diyorum. Bu yayını yapmamın nedeni, pazar günü Medyascope’ta çıkan bir yazım. “Türkiye’de İslâm dininin efsûnu var mı? Yoksa kayıp mı oldu?” diye bir yazı yazdım. Çok ilgi gördü. Tahmin ettiğimden fazla ilgi gördü. Türkiye’de dînin durumu, yani İslâmcılığın değil de, İslâm’dan hareketle siyâset yapmanın değil de, dînin, İslâmiyet’in kendisinin durumu üzerine kafa yormanın çok isâbetli olduğu kanısındayım. Bunu özellikle sorgulamak lâzım.

Beş yıl önce bu yayını yaptıktan sonra da farklı yayınlar yaptım. Özellikle deizm, ateizm tartışmalarını kimi zaman kendim yorumladım, kimi zaman çok önemli konuklarla bu konuyu konuştuk. Türkiye’de ilginç bir şekilde, İslâmî iddialı bir iktidârın altında dinden bir uzaklaşma, soğuma söz konusu. Bu olay, bu olgu, iktidar tarafından bir şekilde gizlenmeye, üstü örtülmeye çalışılıyor veya bir şeyler varsa da bunların aslında gelip geçici olduğu yolunda bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Bu yapılırken de, tabii devlet eliyle bir islâmizasyon, yani yukarıdan aşağı toplumu İslâmîleştirme yolunda birtakım adımlar atılmak isteniyor. 

Diyânet İşleri Başkanlığı bu anlamda çok önemli ve başarısız bir görev üstlenmiş durumda. Ali Erbaş’ın yönetiminde Diyânet, Türkiye’de devlet eliyle dînin, İslâmiyet’in, Sünnî İslâm’ın tabii ki, Sünnîliğin de Hanefîliğinin propagandasını yapmak ve insanlara bunu empoze etmek için ya da daha güçlendirmek için çalışıyor; ama şu âna kadar yaptıklarının tam tersi sonuçlar verdiğini söylemek bence yanıltıcı olmaz — ki Diyânet’le ilgili olarak da bu konuyu değişik vesîlelerle tartıştık. 

Diyânet İşleri Başkanı AKP dönemindeki üçüncü başkan ve Ali Erbaş öncekilere göre, Ali Bardakoğlu’na göre ve daha sonra Mehmet Görmez’e göre bambaşka bir şey yapıyor. Bir tür adı konmamış “şeyhülislâm” gibi. Aslında yaptığı, dîni sunmaya çalışmaktan ziyâde, siyâsî iktidârın her geçen gün artan siyâsî krizini din perdesiyle örtmeye çalışmak ve dikkatleri başka yerlere çekmeye çalışmak — ki bunda da başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Aslında bugün beş yıl önce yaptığım yayının metnini tekrar size okuyabilirdim. Orada söylediğim şeyler arasında meselâ birtakım başlıklar çıkarmışım: “Siyâsî iktidardan hareketle dînin sorgulanması meselesi”— ki bu çok önemli bir husus. 

AKP’nin ve başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere sözcülerinin dindarlık iddiaları ve yaşananlar, ülkedeki sorunların, yoksulluğun, yolsuzluğun, yasakların –ki en çok mücâdele edecekleri, “Üç Y” dedikleri şeylerin– AKP iktidârının özellikle son yıllarında iyice öne çıktığını görüyoruz. Ve bunları din perdesiyle, dindar kimlikleriyle etkisizleştirmeye çalışıyorlar ve sonuçta bunun faturası bir şekilde dîne çıkıyor. “Genç kuşaklardaki sorgulama” demişim. Bu en çok öne çıkan husus; zâten olayın dinamosu genç kuşaklar, özellikle de muhâfazakâr âilelerin çocuklarının dine karşı bir sorgulama, en hafif tabirle soğuma, mesâfe koyma, ilgisiz kalma eğiliminin çok ciddî bir şekilde gündemde olduğunu görüyoruz. Burada tabii âilelerine bakınca bunun bir kuşak çatışması boyutu var. Bir diğer boyut da, muhâfazakâr âilelerin özellikle orta sınıflarında söz konusu. İktidârın merkezine taşınmayla birlikte yaşanan, alabildiğine yaşanan dünyevîleşme.

Bu Pazar günkü yazımda ele almaya çalıştığım efsun meselesi; yani artık din adına gençlere sunulabilecek bir cezbe kalmadı. Câzip bir şey, onların doğrudan rûhuna hitap edecek bir şey âileler tarafından pek üretilemiyor. Daha çok, onlara daha iyi bir dünya hayâtı sunmak ve bunun da ancak mevcut iktidarla olabileceğini söylemek — ki bu da çok dünyevî bir şey. Gençler daha iyi bir dünya hayâtını daha iyi bir eğitimle, daha iyi bir meslekle ve –ki çok karşımıza çıkan– Türkiye dışında bir yerlere kapağı atmakla yaşayabileceklerini pekâlâ düşünebiliyorlar.

Dînin en büyük avantajı, bu dünyaya değil öbür dünyaya hitap ettiği iddiası. Yani bir uhreviyat var. Ve buradan insanları, özellikle gençleri ya da hayatta sorunları olan insanları cezbetme imkânı var dînin. Ama siz insanlara öbür dünyayı değil de öncelikle bu dünyayı vaat etmeye başladığımız zaman, işte o zaman dînin, İslâmiyet’in Türkiye özelinde çok sayıda rakibi çıkıyor ve bu rakiplere karşı mücâdele etmesi çok zorlaşıyor. Burada da tabii bir başka konu var: “Din adına ortaya atılanların seviyesizliği” demişim. Bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Sosyal medyada fetvâ verenler, ona buna özellikle cinsellik konusunda ahkâm kesenlerin düşük seviyesi, özellikle sosyal medya üzerinden, internet üzerinden ortalama vatandaşın ulaşabileceği bilginin ve yorumun çok gerisinde. Yani bu çağda hâlâ insanlara kapalı bir toplumda, diyelim ki bir köy ortamında, mezra ortamında ya da kasaba ortamında yaşıyorlarmış ve bilgiye erişemezlermiş gibi ve bilginin tekeli de kendilerindeymiş gibi bir şeyleri dayatmaya çalışıyorlar. Ama bunu yaptıkları yer sosyal medya; halbuki o sosyal medya sâyesinde, hitap ettiği kitleler dünyanın dört bir tarafından farklı farklı ve daha çağdaş, daha akla yatkın yorumlara ulaşabiliyorlar. 

Din adına ortaya çıkan bu kişilerdeki seviyesizliğin bir resmî boyutu var, bir de gayriresmî boyutu var. Daha önce Tebliğciler meselesinde ele aldığımız gibi, mesela cübbeyle şalvarla çıkıp meyhanelere şuraya buraya gidip Tekel bâyilerinin önünde insanları dîne dâvet ettiklerini iddia edenlerin aslında herhangi bir câzibesi olmadığı da daha baştan îtibâren kendini gösteriyor.

O yayında da söylemiştim, tekrar söylüyorum: Türkiye’de İslâmî hareketin çok güçlü olmadığı, daha çok muhâlefette olduğu yerlerde, cübbenin, sarığın vs.’nin karşı mahallede bir nefret, ama aynı zamanda bir endîşe nesnesi olduğunu biliyoruz. Şu hâliyle bakıldığı zaman artık bir fonksiyonu olmayan, gülüp geçilen olaylar olmaktan çok fazla öteye gidemiyorlar. Ya da durduk yere kendilerine tepki alıyorlar. Buradaki temel meselenin Türkiye’nin Cumhuriyet târihinin en önemli sorunlarından birisinin çözülmesiyle alâkalı olduğu kanısındayım. O da dindarların ülkenin sisteminin merkezine yerleşmesi meselesi. 

Sistemin merkezinde yer almadıkları ya da az yer aldıkları ya da hak ettikleri kadar yer alamadıkları durumda, dindarların ve İslâmî yapıların ve İslâm adına konuşanların bir muhâlefet özelliği vardı. Bu muhâlefetin dışında da, devlet eliyle dışlandıkları için, “Herhalde bunlarda bir şey var” gibi bir merak vardı. Şimdi merkeze taşınınca, merkez de zâten global kapitalizmin Türkiye’deki çarpık uygulaması olunca ve esas olarak bir tüketim toplumu ve buna bağlı olarak da değerlerde ister istemez otomatik olarak yaşanan bir çözülme olunca, bütün bu var olduğu sanılan câzibenin, cezbenin ve efsûnun yok olduğunu gördük. Şu hâliyle bakıldığı zaman, ilginçtir, İslâm adına insanları çekmeye çalışanların, etraflarında toplamaya çalışanların ya da var olan dindarların dîne daha fazla sarılmasını sağlamaya çalışanların başvurdukları yöntemler de tam anlamıyla dünyanın dört bir tarafında yaşananların bir kopyası. Meselâ nedir? Uzakdoğu referanslı birtakım arayışlar ya da birtakım, bilinçaltı şu bu gibi,

dünyada daha çok “yeni dinsel hareketler” diye adlandırılan yaklaşımların İslâm’la bir şekilde melezleştirilmesi çalışmalarıyla karşı karşıyayız. Ve bu aslında bir yerden sonra, son dönemde örneklerini sosyal medyada da gördüğümüz gibi komedi konusu olmanın ötesine çok fazla gidemiyorlar. Tabii ki ortada çok büyük paralar dönüyor. 

Ama sonuçta buradan bir zamanların Türkiye’sinde var olduğu sanılan –ki aslında bütün bu yaşananlardan sonra dün var olduğu sanılan şeyin aldatmaca olduğu ortaya çıkıyor–, var olduğu sanılan o cezbenin, efsûnun aslında çok gelip geçici ve aldatıcı bir şey olduğunu net bir şekilde görüyoruz.

Yıllar önce, 80’li yılların ortasında bir grup insanın, Türkiye’de Uzakdoğu dinlerine

kapılan bir grup insanın daha sonra bir tarîkata, Türkiye’deki bir tarîkata bağlandığını şâhit olmuştum. Içlerinde çok yakın arkadaşlarım da vardı. O arayışları “transandandal meditasyon”du. O arayışlarından sonra, yanılmıyorsam Kadirîliğin Türkiye’deki bir koluydu, oraya doğru yönelmişlerdi. Ama o zamandan bu zamana baktığım zaman, o kişilerin İslâm’ndan da geriye çok fazla bir şey kalmadığını gördüm. O baştaki iddianın kalmadığını gördüm. Tabii ki bir örnekti; ama bu örnekleri çoğaltmak çok mümkün. Bir mânevî arayışla giren insanların kısa bir süre sonra suratlarına çok ciddî bir dünyevî rüzgârın çarptığını, ya çok büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını ya da onun cezbesine kapıldıklarını görüyoruz. Sonuçta Türkiye’de İslâmiyet, bütün o büyük iddialardan, meydan okuyuşlarından vs.’den ayrılmış, arınmış bir durumda, çok normal bir halde akmaya devam ediyor.

Sonuçta geçen beş yıl önceki yayında şöyle bitirmiştim: “Evet, din elden gidiyor. Tabii ki tam anlamıyla gitmez. Türkiye dindar bir ülke. Türkiye’de din hiçbir zaman elden gitmez.

Ama dîne karşı insanların ilgisinde ve özellikle gençlikte belli bir soğuma, mesâfe alma eğilimi var ve bunun birinci derecede sorumlularının da dîni ihyâ etme iddiasıyla hareket edip esas olarak kendilerini ihyâ etmeye kalkanlar olduğunu net bir şekilde görüyoruz.” Aynen bunu tekrarlayabilirim ve de şu hâliyle AKP iktidârı sâyesinde, AKP iktidârında yaşanan

büyük dönüşüm sâyesinde, Türkiye’de İslâm dininin de normal kanallardan akmaya başladığını, bunun çok da iyi bir şey olduğunu söyleyerek sözlerimi noktalıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.