Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (55): Türkiye Kılıçdaroğlu’nun aday olma ihtimalini tartışıyor

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet İttifak’ın adayının kim olacağı tartışılmaya devam ediyor. Adaylık için adı en çok geçen isimler arasında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş yer alıyor. Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek cumhurbaşkanlığı seçimini, Millet İttifakı’ndaki adaylık tartışmalarını ve CHP liderinin aday olma ihtimalini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu ele alacağız. Konumuz, daha önce de çok değindiğimiz ama gündemde çok fazla öne çıkan Kemal Kılıçdaroğlu ve onun muhâlefetin ortak adayı olma ihtimâli. Arkadaşlar, merhaba.

Çavdar-Özpek- Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Biz konuyu saptadığımızda, Kılıçdaroğlu grup toplantısında duyurusunu yapmamıştı. Sonra da dün akşamki videoyu gördük. Doğrudan iktidâra yönelik bir başka saldırı ve bürokratlara çağrıydı. Ama hangi bürokratlara? Daha önce şerefli bürokratlara çağrı yapıyordu; şimdi kirli bürokratlara çağrı yaptı. İlginç bir şekilde, “Sizi gemiye almayacaklar”, daha doğrusu “Kalkan uçaklara almayacaklar, onun için daha fazla suça bulaşmadan yollarınızı ayırın” dedi.

Biz bu yayını düşündüğümüzde, cumartesi günü yapılan Maltepe mitingi daha fazla öndeydi. O miting hakkında farklı farklı yorumlar yapıldı ve “Kılıçdaroğlu’nun adaylığını deklare ettiği bir miting mi?” sorusu soruldu. Üstüne bu da gelince, “Yoksa aday mı oluyor?” diye sorulmaya başlandı. Aday olmak istediğini biliyoruz da, oluyor mu ve Altılı Masa’ya kendisini dayatıyor mu? 

Burak, seninle başlayalım. İlk turda ağırlıklı olarak dün akşamki olayın anlamını konuşalım. Bu olayın önemli olup olmadığı ve ne derece önemli olduğu hakkında farklı yorumlar oldu. “Zâten biliyorduk” diyenler var. “Söz konusu olan para mı?” diyenler var. Birtakım isimleri dile getirmemiş olmasından dolayı yorumlar var. Ama kimileri de bunun çok önemli olduğunu düşünüyor. Ben çok konuşmayacağım, ama düşündüğümden daha ciddî ve önemli olduğu kanısındayım. Burada da esas kriterim, Kılıçdaroğlu’nun açıklamasının ardından, AKP’nin önde gelen isimlerinin iktidar yanlısı kanallarda konuyu îzah etmeye çalışmaları. Yani “Kılıçdaroğlu söyler böyle şeyleri” deyip geçmediler ve kendi tabanlarını ve anladığım kadarıyla Kılıçdaroğlu’nun seslendiği bürokratları iknâ etme yoluna gittiler. Ne dersin Burak?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, çok çarpıcı bir söylem Ruşen Abi. Gerçekten Adalet ve Kalkınma Partisi elitinin, ana çekirdeğin bir kaçış planının olduğu; dolayısıyla kendilerine destek veren insanları yüz üstü bırakıp gidecekleri anlatısı hakîkaten çarpıcı. İlgi çeken bir söylem ve etkili de olabilir. Ancak bu beyânatların bir aktivizmin ötesine geçebilmesi için, yani sâdece kendi tabanının ritmini yüksek tutmanın ötesine geçecek bir gündem oluşturabilecek bir hâle gelebilmesi için, çok ciddî bir şekilde desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. 

AKP’lilerin dün akşamki telâşları, aslında Kemal Bey’in elinde daha fazla bir şey olabileceğini de gösteriyor. Kemal Bey, aslında bunu da îmâ etti. Dolayısıyla şu anda bitmiş bir süreçten bahsedemeyiz. Eğer bu burada kalırsa, yani CHP tarafından bu gündem devam ettirilmezse, büyük ihtimalle bir aktivizm örneği olarak kalacak ve çok da etkili olmayacak. Fakat eğer bu söylem üzerine bir şeyler inşâ edilecekse, daha ciddî, daha kapsamlı belgelerle gelinmesi gerekiyor. Çünkü aslında Hegel’in “Âşinâ olunan bilinmez” sözü gibi, biz Türkiye’de birçok şeye âşinâyız. Yani bu vakıf sisteminin nerelere çıktığını, İslâmî siyâsetin vakıflar üzerinden nasıl bir trafik yürüttüğünü ve vakıfların yurtdışında oluşturulan fonlarının aslında Türkiye’deki isimleri nasıl yurtdışına çıkartmak için kullanıldığını biliyoruz. Hayatımızda bunları gözlemledik ve bu yeni olan bir olgu da değil. 2000’li yılların başından bu yana, birçok insanın yurtdışında yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin bu tür vakıflar ve fonlar üzerinden finanse edildiğini ben şahsen gözlemledim. Bunu biliyoruz. 

Buradaki meseleye bir orijinallik katan taraf, bir kaçma planıyla ilişkilendirilmesi. Kaçma planıyla ilişkilendirdiğiniz zaman, ortaya daha net bir şeyler söylemeniz gerekiyor. Bir liste ortaya koymanız gerekiyor; vatandaşlık başvurusu, çalışma izni başvurusu gibi belgeleri ortaya koymanız gerekiyor — ki insanlar, “AKP elitinin bir planı var ve kazanacaklarına o kadar da inanmıyor olmalılar” kanısına sâhip olsun. 

Türkiye’de ve diğer popülist otoriter rejimlerde yapılan en önemli icraat, halkın asla hükûmetin değişmeyeceğine inanmasını sağlamaktır. Bu, demokrasi dışı rejimlerin alâmet-i fârikasıdır. Yani akşamları televizyona çok câhil ve çok aptal birisini çıkartıp, anaakım bir stüdyoda konuşturmak, aslında bilinçli yapılan bir tercihtir. Çünkü bu cehâletin, bu aptallığın anaakımda yer bulması, asla değişmeyecek bir hükûmetin olduğunun sinyalini gösterir aslında. Bunu söylemek lâzım. İnsanların çok hızlı bir şekilde yalan söylemesi, çok fanatik bir şekilde kendi gövdelerini ortaya koyarak savunması, bürokratların partizanca kararları çok hızlı bir şekilde alması, yargıçların göz göre göre hukuku ihlâl etmesi, insanların hayâtını kötü etkileyen eylemler olmanın ötesinde, aynı zamanda toplumun geneline, “Asla değişmeyecek bir hükûmet” olduğu algısını vermeye çalışır.

Meselâ son Gezi Dâvâsı’nda alınan karar, aslında topluma verilen bir mesaj. Çünkü hiçbir hâkim, bir sene sonra seçim varken böyle kör göze parmak bir karârı almaya cesâret edemez. Bunun bir noktada hesâbının görüleceğini düşünür ve daha temkinli, daha ihtiyatlı hareket eder. Ama o karârın sanıkların hayâtına yaptığı olumsuz etkinin ötesinde, topluma verdiği bir mesaj var: O mesaj da, Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetinin bitmeyeceği mesajı. Kılıçdaroğlu’nun argümanı, Adalet ve Kalkınma Partisi hikâyesinin bittiğine AKP seçkinlerinin de iknâ olduğu, dolayısıyla bir kaçış planı yaptıkları üzerine. Bu etkili bir şey. Ama bunu temellendirmek için biraz daha fazla evrâka, biraz daha fazla delile ihtiyaç var. Yoksa yüzeysel bir spekülasyon olarak, anlık heyecan yaratan bir aktivizm olarak kalacak. Benim fikirlerim bu yönde. 

Ruşen Çakır: Peki bunu, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığını kabul ettirme stratejisinin bir uzantısı olarak görüyorsun herhalde, değil mi?

Burak Bilgehan Özpek: Bunu görüyorum. Yani Kemal Bey, bir süredir bu tip aktivizm eylemlerinde bulunuyor. İki tâne stratejisi var: Bir tânesi, kişisel olarak toplumun nabzını yüksek tutmaya ve onları heyecanlandırmaya yönelik ânî hareketler. İkincisi de, daha uzun süreli, “helâlleşme” gibi projeler. Açıkçası ben, ikisinin de çok işe yarayacağını düşünmemekle berâber, her ikisinin de Kemal Bey’in adaylık sürecini desteklemek için uygulanan stratejiler olduğunu düşünüyorum. Yani bunlar Kemal Bey’i başkan adayı yapmaya yeter mi? Bunlar ayrı konular. Fakat bunları yapmasının sebebi, muhâlefetin popüler bir başkan adayı olarak diğer aktörlerine kendisini kabul ettirmek. Bu konuda hemfikiriz, evet.

Ruşen Çakır: O zaman “Bunlar yeter mi?” sorusunu ikinci turda konuşalım. Ayşe, dünkü çıkışı öne alarak sen ne dersin? 

Ayşe Çavdar: Dünkü çıkış çok dönüştürücü bir çıkıştı. Burak’la o konuda hemfikirim. Çünkü Erdoğan taraftarları, “İktidarda kalacağız. Bir yere gittiğimiz yok. Onlar zâten kazanamayacak. Bu iktidar değişmeyecek. Her şeyi biz yapacağız. Göçmenleri de biz göndereceğiz, ekonomiyi de biz düzelteceğiz. Aralık ayına kadar bekleyin. 6 ay uyuyun. Uyanınca enflasyon başka bir şeye dönüşmüş olacak” diyerek sürekli uzun vâdeli planlar yapıyorlar. Ama öbür taraftan, rakip de, “Yok, hiç de öyle değil, ülkeyi batırdınız. Bunu da biliyordunuz…” diyor. Çünkü o anlatılan kaçış senaryosunun birkaç tâne îmâsı var. Bunlardan birisi de, “Bütün bunları berâber yaptınız” îmâsı. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun verdiği ipuçlarının devâmını göreceğiz. Dünkü video çok kısaydı ve aslında çok az bilgi veriyordu. Oradaki bütün hikâye, videoya gelen tepkiler ve o kaçış senaryosu şifresinin verilmesi. Bu kaçış senaryosu iki sebeple tutarlı görünüyor. Birincisi, adı geçen birtakım şeyleri, bizim daha evvel haberlerde duymamız. Meselâ, 2016’da Erdoğan, boksör Muhammed Ali’nin cenâzesine katılmak için ABD’ye gitmiş, bir de oraya Kâbe örtüsü götürmüştü. Yanılmıyorsam Muhammed Ali’nin kızıydı, Erdoğan’ın örtüyü tabutun üzerine koymasına izin vermeyip, “Biz sonra hallederiz” diyerek onu kenara çekmişti. 

Bu kaçış senaryosunu 2018’de AKP çevrelerinden bir kez duymuştum aslında. Seçimlerin tehlikede olduğunu düşünüyorlardı ve “Gider mi gitmez mi?” diye konuşuluyordu. İçeriden biri aslında, öyle uzaktan, dışarıdan biri değil. Tahmin ediyorum hâlâ da içeridedir, uzun zamandır kendisinden haber almadım. O kişi Muhammed Ali’nin çiftliğinin hikâyesini söylemişti. “Alınacak” demişti, ben inanmamıştım. 2019’da TÜRGEV ve ENSAR, o çiftliği gerçekten aldılar. Bunu şunun için söylüyorum. Bu dedikodu yalnızca muhâlif çevrelerde dolaşan bir dedikodu değil, aynı zamanda AKP çevresinde de dolaşan bir dedikoduydu. 

Burada bir iletişim stratejisinin nasıl ayağa dolanabildiğini de görüyoruz. Yıllarca, AKP’nin artık bir parti olduğu söylenemeyecek, bir tür “Erdoğan’ın ihvanları” diyebileceğimiz çevre, yıllardır “Reis’i yedirmeyeceğiz” diyor. Peki, bu ne demek? Neyi îmâ ediyor arkasında? Onu hedef alıyorlar. Niye hedef alıyorlar ve hangi aşamalarda görüyoruz biz bunu? Büyük başarısızlıkların olduğu zamanlarda: Dış politikada büyük başarısızlıkların olduğu, iç politikada büyük krizlerin yaşandığı, ekonomide büyük sorunların ve buhranların yaşandığı ortamlarda, sürekli Reis’i götürmek istiyorlar. Dolayısıyla bunu tamamlayacak bir şey olarak bir kaçış senaryosu fikri, yalnızca muhâlif çevresinde değil, AKP çevresinde de dolaşıyor.  Günlük politikayı kurtarmak için üretilen söylemsel bir stratejinin, uzun vâdede ayağa bir sarmaşık gibi dolanması hikâyesi. 

Dün akşam, Kılıçdaroğlu’nun açıklamasını duyalım diye Aysuda Kölemen’le yaptığımız “Şimdiki Zaman” programına biraz geç başladık. Çünkü o merakla programı yapamayacaktım hakîkaten. Kılıçdaroğlu’nun dün grup toplantısında yaptığı açıklamadan sonra, Ömer Çelik’in alelacele, “Erdoğan ve âilesini hedef alıyorlar” şeklinde bir tweet’le cevap vermesi ve hemen arkasından akşam A Haber’e çıkması, Fahrettin Altun ve diğerlerinin başka başka kanallara çıkıp hikâyeyi doğrulamaları… Yaptıkları açıklamalarla hepsi de hikâyenin kaçış dışındaki bütün öğelerini doğruladılar. “Evet, bu vakıflar var. Evet, Muhammed Ali’nin çiftliği satın alındı.” Gerçi açıklamalarda çiftlikle ilgili açıklamayı duymadım. “Bu vakıflar var, evet. Ama niye var bir sorun: Öğrencilerimiz FETÖ’nün yurtlarına gitmesin diye kurduğumuz vakıf için var. Onun için para aktarılıyor.” Sonra muhâlefet tarafından gelen bilgilere bakıyorsunuz: İnşaat ve arazi alımı için neredeyse 1 milyar dolar harcanmış. Yani Manhattan’ın göbeğinde bir öğrenci yurdu yapılması pek komik. İnsanın aklına,“Ne tür öğrenciler göndereceklerdi oraya?” diye bir soru geliyor. Üstelik Türkiye’de öğrencilerin yaşadığı bu kadar büyük bir yurt sorunu varken, bu kadar büyük bir paranın Manhattan’ın göbeğine aktarılması çok acayip. Dolayısıyla öykünün “kaçış planı” dışındaki bütün unsurlarını dün akşam doğruladılar. Yine aynı senaryo devam etti. “Âileyi bile hedef alıyorlar. Oysa âile bizim kutsal kavramımız” denildi. Sanki Erdoğan’ın âilesi ile genel olarak “âile” denilen şey aynı şeymiş gibi. Paranın kaynağını îtibarsızlaştırmaya çalıştılar. Hattâ birisi CIA bağlantısından bahsetti. Bu söylemlerin, CHP’nin ABD’de bulunan ve CIA ile de bağlantısı bulunan bir temsilcisi tarafından yayıldığı da söylendi. Ama sonuçta, dünkü açıklamalarıyla hikâyenin unsurlarını hem telâş göstererek hem de Kılıçdaroğlu’nun teker teker belgelerini gösterdiği vakıfları doğruladılar. Burada önemli olan ve benim altını çizmek istediğim şey, yalnızca muhâlefet çevresinde değil, AKP çevresinde de, “Reis” sürekli ve düzenli olarak hedef alındığı için ve bu, destek verdikleri parti tarafından söylendiği için, etrafta dolaşan tevâtürü kendi ağızlarından doğrulamış oldular. 

Ben bir kez daha şuna dikkat çekmek istiyorum: CHP, seçmeni, seçmen arasında konuşulanları dinlediği ve bunları belgelerle sâbitlediği zaman, hem kendi tabanıyla hem iktidar partisinden gelen direnç üzerinden bir karşılık yakalıyor. Dün akşam Aysuda ile yayında konuştuğumuz ve benim de haftasonu yazdığım yazı bu mevzûyla ilgiliydi. Seçmeni dinlemek, orada dolaşan hikâyeleri ete kemiğe büründürmek, eğer doğruysa bunu bilgi ve belgeyle bir hikâyeye dönüştürmek ve onunla bu hikâye üzerinden temas kurmak, muhâlefetin işine yarayan bir mesele. Kılıçdaroğlu bunu ikinci kez yapıyor. Önce SADAT ve şimdi bu “kaçış planı” mevzûu ne kadar büyük bir yankı buldu. Dün akşam Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarından sonra, önce “Bu zâten bildiğimiz bir meseleydi” diye düşündüm. Fakat sonra iktidardan gelen tepkileri görünce, “Demek ki azımsamamak, bu diyalogu tutmak gerekiyor” diye düşündüm. Kılıçdaroğlu da buna uğraşıyor. Bu, onun başkanlık adaylığıyla ilgili bir şey midir, değil midir tam olarak bilemeyeceğim; olabilir de olmayabilir de. Kılıçdaroğlu’nun söylediği öyle bir hikâye ki, bunu söyleyip ille de başkan adayı olmanız gerekmiyor. Bu, toplamda muhâlefeti güçlendiren bir şey. Çünkü birtakım belgelerden ve olgulardan hareketle, iktidârın geleceğine yönelik bir çıkarımda bulunmaktır. Dolayısıyla, bu onunla mı ilgili bilmiyorum.  CHP mitingini de hesâba katarak, ikinci bölümde bu ihtimâlin neden güçlendiğiyle ilgili düşüncelerimi söylerim. Şimdilik bu kadar.

Ruşen Çakır: Kemal, seninle bu turu noktalayalım. Ne diyorsun? Söz konusu edilen parayı az mı buldun? Öyle diyenler var. “Bu da üzerine konuşulacak para mı?” diyenler var.

Kemal Can: “Yetmez” diyen çok çıktı. Hakîkaten bahse konu paralar, Türkiye’de bugüne kadar mevcut iktidar imkânlarıyla sağlanan sefâhat düşünüldüğünde, çok büyük paralar değil. 

“Kılıçdaroğlu ne yaptı ve bu ne işe yarar, ya da nasıl etkiler yaratır?” konusuna dönersek, verilen reaksiyonlar üzerinden giderek birkaç şey söylemek istiyorum: Ayşe ve Burak da biraz değindiler; dün akşam o yayın yapıldığı andan îtibâren, özellikle başta muhâlefete yakın medya olmak üzere her yerde bu konuşuldu ve konuşulurken de iki tâne nokta dikkat çekiciydi. Biraz daha eleştirel bakanlar ya da bundan çok fazla bir şey çıkmayabileceğini düşünenler, şu argümanlara yaslanıyordu: Birincisi, “Bu hakîkaten çok güçlü bir iddia mıdır? ‘Kaçacaklar’ gibi bir iddianın arkasına böyle verilerle girerseniz, bu, iddiayı zayıflatır mı?” tezi. İkincisi, “Bu kişiselleştirilmiş, âileyi de içine alan saldırı girişimi” –senin hatırın olsun diye “konsolidasyon” diyeyim– “konsolidasyona yarar mı?” tezi. Yani bunun üzerine, tıpkı Abdülhamid meselesinde olduğu gibi bir şey bulup, “Bunlar yalancı, mesnetsiz şeyler iddia ediyorlar” tezini daha kuvvetli biçimde ortaya koyarlar mı? Bu konuşuluyordu. Üçüncü nokta da, Kılıçdaroğlu’nun arkasını doldurmadığı, devâmını getirmediği yüksek çıkışlar nasıl bir sonuç verir ve bu sâdece bir adaylık çıkışı mı?

Ben bu eleştirilerin hepsinin birkaç kategoride farklı değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha önce gördüğümüz gibi, 128 milyar dolar ve aslında daha çarpıcı olan Man Adası hikâyesindeydi, hatırlanırsa, Man Adası belgeleri açıkladığında, Kılıçdaroğlu Erdoğan’a yakın birtakım isimlerin yurtdışına para transfer ettiğini iddia etmişti. Sonra, mâlûm, restleşmelerle, dâvâlarla iş yürüdü. Son aşamada da, aslında bu iddiaların yalan olmadığına ilişkin bir mahkeme karârı çıktı. Daha sonrasında SADAT, onun öncesinde daha küçük sayılabilecek birkaç benzer çıkış oldu. Bunların hepsinin bir hukukî iddia ya da haber anlamı taşıyan bir iddia tarafı var. Bu, pek çok açıdan tartışılabilir. Yani iddiayla ortaya konan belgelerin ilişkisinin zayıflığı söylenebilir. Ama açıkçası, bunun siyâsî sonuçlarının, bu tarafından farklı değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı, iktidârın olur olmaz ya da herkesin açıkça yalan olduğunu bildiği şeyleri kullanarak aldığı sonuca benzer bâzı sonuçlar yarattığında, o sonuçlardan en önemlisinin de ayar bozmak olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu iddiaların hepsinde, “Arkası ne kadar geldi? Bu nasıl sonuç doğurdu? Seçmeni nasıl etkiledi?” kısmı önemli bir başlık. Ama her birinin iktidârın bir biçimde ayarını, dengesini bozduğu, bunun etrafında konuşmak ve bazen savunma yapmak zorunda olduğunu gördük. Dolayısıyla bu tür çıkışları değerlendirirken, bunun siyâsî çıkış karşılığıyla, hukukî ya da yargısal sonuçlar üretebilecek, bir yolsuzluk iddiasını, usûlsüzlüğü ortaya saçmak ve bunun peşinden birtakım gelişmelerin olmasını beklemek anlamında çok sonuç doğurmadığını biliyoruz. Ama zâten böyle bir sonucun doğması ihtimâli de yok. Aslında bu iddialar çok güçlü olduğunda da yok. Bunu 17-25 Aralık’tan biliyoruz. Çok kuvvetli iddialar olsa da, hukukî olarak sonuç doğurmayacak zâten. Dolayısıyla önemli olan, siyâsî etkileri.

Kılıçdaroğlu, galiba diğer kısmını önemsiz gördüğü için, bu tür çıkışları çok sık yapmaya başladı ve bunu da bir sistematik içerisinde yapıyor. Bu sistematiğin içerisinde de ben iki tâne stratejinin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bir tânesinden Burak başta bahsetti: Muhâlefetin genel olarak motivasyonu. Aslında sonuç alma anlamında yüksek motivasyon var, ama reaksiyon anlamında dengesiz bir vaziyette. Yani iktidar karşısındaki tepkiyi belirli alanlarda yoğunlaştıran ve birleştiren bir efekt yaratabilmiş değil. Sâdece bir arada durmak ve bu seçimi almak üzerinden gidiliyor. Ama bunu yapma gerekçesini oluşturan şeylerde aynı motivasyonu üretebilmiş değil. Bunun odağı olmaya çalışıyor. Bu, elbette adaylık meselesiyle de bağlı bir şey. 

Ama bence bir başka nokta daha etkili. Stratejide başka bir nokta daha var: O da, hâlâ iktidarın en önemli motoru durumundaki Erdoğan’ı siyâseten yalnızlaştırmaya çalışan bir kuşatma kurmaya gayret ediyor. Bu, bürokrasiyle başladı. Galiba ona Ayşe değindi, ya da sen söyledin.

Ruşen Çakır: Ben söyledim, evet.

Kemal Can: Önce namuslu bürokratlara çağrı yaptı, şimdi kirli bürokratlara çağrı yapıyor. Diğer aşamada başkalarına da çağrı yapabilir. İş dünyasına, dünyaya çağrı yaptı. Bunların hepsinde, aslında Erdoğan’ı bütün çıkar ağı ve seçmenleri arasında yalnızlaştıracak ve asıl reaksiyonu ve şüpheleri orada oluşturacak şeyleri öne çıkartıyor. SADAT hikâyesinde de böyle bir taraf vardı. SADAT hikâyesi, seçim güvenliği açısından muhâlefete dönük mesajı daha fazla olmakla birlikte, diğer açılardan, özellikle ona yüklenen misyonun ve “Burada terörist yetiştiriyorlar” iddialarının arkasında, başka bir yere de göndermesi var diye düşünüyorum. Özellikle de devlet içindeki birtakım noktalara göndermeler içeriyor. Dolayısıyla, devlet içerisinde güç merkezleri nezdinde, kendi seçmeni açısından ve kendi çıkar çemberi açısından Erdoğan’ı kuşatan ve yalnızlaştıran bir sistematik strateji yürütmeye çalışıyor. 128 milyar dolar, Man Adası ve peşinden gelen bütün adımlar buna örnek. Bugün tekrar âileyi de içine katarak bir iddiada bulundu ki, devâmı olabilecek bilgilerin göndermeleri de büyük ölçüde oraya ilişkindi, hattâ “Siz açıklayın” dedi. 

Dolayısıyla, bence işin muhâlefet seçmenini tatmin etme tarafı var; ama asıl olarak stratejinin bir de iktidârı bozmak ve onun içerisinde özel olarak Erdoğan’ı daha sıkıntılı bir pozisyona itmek var. Bu pozisyona itme de, sâdece üzerine yönelttiği eleştiriler ya da suçlamalar değil, onun verebileceği reaksiyonların da buna hizmet edebileceğini, şimdiye kadarki performansının bu işe yaradığını düşünüyor olabilirler. Benim hep ileri sürdüğüm bir şey var: AKP seçmeniyle bu iktidârın ilişkisindeki bozulma, konjonktürel bir durum değil, yapısal bir mesele. Ama muhâlefet bugüne kadar bunu hep bir konjonktürel sorun olarak ele aldı. Hâlâ bir kısmı öyle ele alıyor. Mesela Babacan hâlâ çıkıp, “Bir aşamadan sonra bozuldu. Ondan öncesi iyiydi. Oraya dönüldüğünde sorun çözülür” diyor. Yani bir biçimde, doğru yapılan bir işin, bir aşamadan sonra yanlış yapılmaya başlandığı iddiası var.

Bu, yapısal bozulmaya karşılık gelen bir şey değil ve açıkçası, iktidar seçmenini de çok iknâ etmiyor. Eğer muhâlefeti buradan kurarsanız, iktidârın şimdi kurduğu “Dış güçler”, “Aslında geçici bir saldırı altındayız, bu günler geçecek” savunmasını mümkün kılıyor. Bahçeli’nin konuşmalarından anladığım kadarıyla da bu dozu artıracaklar. Ama tartışmayı hem sistem bozulması, hem bu çıkar ilişkileri, hem ahlâkî bir bozulma ve dolayısıyla bunun siyâsî etkileri üzerine kurduğunuzda, bu yapısal sorunu sâdece karşı çıkanların değil onun içinde olanların da meselesi, en azından şüphesi hâline getirmeye başladığınızda, daha yapısal bir şeye dikkat çekersiniz. Bu hemen büyük etkiler yaratmayabilir, birdenbire kamuoyu harekete geçmeyebilir. Çünkü bu kamuoyu, büyük yolsuzluklar âşikâr biçimde ortaya çıktığında da yığınlar hâlinde sokaklara dökülmedi. Zâten bu ülkede böyle bir refleks yok. Büyük etki yaratmamış, büyük oy kaymaları, büyük erimeler yaşanmamış olabilir; ama ben, yaklaşık 1,5-2 yıldır sistemli biçimde yürütülen bu şeyin bâzı siyâsî sonuçlarının oluştuğunu düşünüyorum. Bunun Kılıçdaroğlu’na özel olarak nasıl bir faydasının olduğunu, adaylığına nasıl hizmet ettiğini, bunu ne kadar hesap ederek davrandığını bilmiyorum. Ama bunun, genel muhâlefetin algılanması ve muhâlefetin iddialarının gündeme gelmesi ve konuşulması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tarafı hep kaçıyor ve spesifik olarak, toplum da biraz gazeteci refleksiyle davranıyor: “Bundan bir şey çıkar mı çıkmaz mı?” diye bakıyor. Ama toplam sonuca bakmak lâzım. Meselâ devâmının getirilmemesi, altının doldurulmaması çok eleştirilen bir şey. Ama ilginç biçimde, bir süredir Kılıçdaroğlu bir şey söylüyor, peşini çok sürmüyor. Ama yeni bir şey daha getiriyor. Bir şeyi derinleştirerek ya da büyüterek değil, yeni bir şey ekleyerek ilerleyen bir strateji yürütüyor. Bunun ne kadar işe yarayacağını bilmiyorum; ama bunun çok fazla fark edilmediğini, çok anlık reaksiyonların ve durumsal değerlendirmelerin öne çıktığı kanaatindeyim.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal. Çok sağol. Galiba senin orada bayağı bir rüzgâr var. 

Kemal Can: Evet. Seste bir sorun mu oluyor?

Ruşen Çakır: Rüzgâr da konuşuyor. Senden daha çok konuştuğunu söyleyebilirim. Her halükârda senden hızlı konuştuğu muhakkak. 

Burak, şimdi Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesine gelelim. Özellikle cumartesi günkü mitingi izledim ve bence beklediğimden başarılı bir mitingdi. Mitingden îtibâren Kılıçdaroğlu adaylığını ısrar ediyor, miting bunun bir tür duyurusu gibiydi. Şu âna kadar duyduğum, kendisini muhâlefette gören, yani “Erdoğan yenilsin” diyen insanların içerisinde, Kılıçdaroğlu’na îtiraz edenlerin hemen hemen hepsinin en temel, belki de yegâne argümanı: Seçilme garantisinin olmaması. Genellikle şöyle cümleler duyuyorum: “Kılıçdaroğlu iyi birisi, hoş birisi, ama seçilmesi garanti olan insanlar varken bunu riske atmayalım” şeklinde bir yaklaşım var. Tabii ki bunun bir önemi var, ama bu özellikle dikkatimi çekti.

Bir diğer husus da, yeni yeni dillendirilen, “Kemal Kılıçdaroğlu şimdi aday olmasın. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçildikten sonra Meclis’in seçtiği aday olsun. Onun yapacağı daha sembolik bir cumhurbaşkanlığı olur. O zamana kadar sabretsin” gibi bir yaklaşımla da bunu destekleyenler var. Sen ne dersin? Bunu çok konuştuk, ama belli ki daha konuşacağız.

Burak Bilgehan Özpek: Aslında biz, şu anda konuşulan ne varsa aylar öncesinden konuşmuşuz. Ben geçen gün program arşivine baktım, bizim Ağustos ve Eylül ayında konuştuğumuz meseleler bunlar. Çok da detaylı ve kapsamlı analizler yapmışız. Bizim konuştuğumuz ne varsa, şu anda o tartışılıyor. Ondan dolayı memnunum. Biz kendimizi tekrar ederiz, sorun değil.

Miting konusunu, CHP’nin kurumsal kapasitesinin ispatlandığı bir an olarak görüyorum. Kısa zamanda bu kadar heybetli bir miting düzenlemek kolay değil. CHP’nin medyası, sivil toplum üzerindeki etkisi, insanları mobilize etme gücü, hızlı şekilde miting düzenleme kapasitesi, bunların hepsi çok etkileyici. Bunu da artık çok net bir şekilde idrak ettik. CHP kurumsal bir parti olarak, kurumsal bir muhâlefet partisi olarak hakîkaten çok iyi işler yapıyor. Herhangi bir konuyu gündeme taşıyabiliyor, gündemdeki herhangi bir konuyu gündemden çekip alabiliyor, böyle bir gücü var. Elinde belediyeleri var, Türkiye’nin her tarafında teşkilâtı var ve “kurumsal muhâlefet” dediğimiz işi hakkıyla becerdiğini düşünüyorum. O kapasitesini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. O açıdan, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal kapasitesini, yani Cumhuriyet Halk Partisi teşkilâtlarını, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’ni, Cumhuriyet Halk Partisi’nin network’ünü bypass ederek, başkan adaylığı projelerini bence çok net şekilde bu tip gövde gösterileriyle karşılamayı başarıyor. Yani biz artık şunu çok iyi biliyoruz ki, herhangi birisi başkan adayı olacaksa, Cumhuriyet Halk Partisi’yle uzlaşmak ve onu iknâ etmek zorunda. Kılıçdaroğlu’nun kendi kişisel siyâsî enerjisinin dışında bir CHP gerçeği var ve CHP’ye rağmen muhâlefette herhangi bir şey olmaz. Ama CHP’ye rağmen herhangi bir şeyin olmaması da, sâdece CHP istediği için her şeyin olacağı anlamına da gelmiyor. Böyle de bir gerçeklik var. Dolayısıyla “Kemal Bey’in cumhurbaşkanlığı aday adaylığı, CHP adayı olarak ortaya çıktığı zaman diğer muhâlefet partileri tarafından nasıl karşılanacak?” sorusu hâlen cevapsız. 

Yani burada birden fazla küme var; bence her kümenin cumhurbaşkanı adayı değişiyor. Eğer muhâlefeti Altılı Masa’dan ibâret görüyorsanız, burada başka bir adaydan bahsedebilirsiniz. Eğer muhâlefeti Millet İttifakı’ndan ibâret görüyorsanız başka bir adaydan bahsedebilirsiniz. Eğer muhâlefeti Altılı Masa, artı Türkiye İşçi Partisi, Halkların Demokratik Partisi gibi daha geniş bir çerçeveden ele alıyorsanız, oranın da adayı farklı olur. Böyle bir durum söz konusu. Şu anda benim görebildiğim kadarıyla Kemal Bey, Cumhuriyet Halk Partisi’nin başkan adayı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin başkan adayı olarak kabul görebilmesi için bu kümelerden bir tânesini seçmesi gerekiyor. “Millet İttifakı muhâlefeti temsil ediyor” deyip oradan onay alması lâzım ya da “Altılı Masa muhâlefeti temsil ediyor” deyip oradan onay alması lâzım veya “Muhâlefet, Altılı Masa’nın dışındaki partileri de kapsar. Onların da rızâsı gerekir” gibi bir yaklaşıma ihtiyâcı var. Şu anda eksik olan, “muhâlefet” tanımlamasının henüz yapılmaması ve Kemal Bey’in diğer aktörlerin rızâsını alamamış olması diye düşünüyorum. Kemal Bey, Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı olabilir; fakat bu, diğer aktörlerin buna rızâ göstereceği anlamına gelmiyor. 

Altılı Masa hikâyesini daha önce konuşmuştuk. Kemal Bey’in izlediği strateji, başkan adayının siyâsî karizmasının olabildiğince önemsizleştiği ve normatif bir çerçevenin önem kazandığı, yani Parlamenter Sisteme Geçiş projesinin önem kazandığı bir strateji. Böyle olunca, Kılıçdaroğlu’na atfedilen bu siyâsî karizma eksikliği de çok anlamsız bir hâle geliyor. Yani Kılıçdaroğlu oyun planını, Parlamenter Sisteme Geçiş ve cumhurbaşkanlığı yetkilerini olabildiğince az kullanan, nefsine yenilmeyen, gençlik hevesleri olmayan, daha bilge, daha ak saçlı, ak sakallı bir devlet adamı profili üzerine kurduğu için, “siyâsî karizma, siyâsî enerji, yönetme irâdesi veya yönetirken uygulanan yol haritası” gibi konular da önemsizleşiyor. Çünkü zâten orada bir norm var. O norma yönelik bir hamle yapılması gerekiyor. Bence, Altılı Masa’nın Altılı Masa olmasının sebebi de biraz bu. Daha önce de konuştuk, bize çok kızdılar; ama bugün henüz oy oranı ve kimi temsil ettiği de çok net bir şekilde ortada olmayan partilerin Altılı Masa’da olma sebebi, bence, Kemal Bey’in bir anlamda ortaya koyduğu başkanlık stratejisini onaylayacak partiler olması. Çünkü onların siyâseten pazarlık gücü çok az. Siyâseten pazarlık gücü çok az olan aktör, tabii ki bir hukuk söylemi üzerinden eşit temsil sözü aldığı takdirde, sevinç içerisinde o masaya oturur. Bunu kabul etmek lâzım. Dolayısıyla, Kemal Bey seçimi kazanabilir bence; ama demokratik sisteme geçişi ve bu geçiş sürecini destekleyebilecek küçük partilerin onayı gibi bir stratejiyle seçimi kazanması bana zor geliyor. Çünkü bu strateji, başlı başına yönetme iddiasını, lider karizmasını, siyâsî enerjiyi önemsizleştiren bir şey. Halbuki halkın talebi, bence Parlamenter Sistem’e geçiş değil. Halkın buna bir direnci de yok; ama öncelikli talep, yaşanan ekonomik sıkıntıların ve kurumsal tahrîbâtın bir şekilde halledilmesi. O yüzden Kemal Bey’in Altılı Masa üzerinden ilerlemesi, yani muhâlefeti Altılı Masa’dan ibâret görmesi, normatif bir çerçeve çizmesi, halkın taleplerini ve halkın görmeyi umduğu başkan adayını umursamadan, Altılı Masa’daki muhâtaplarıyla seçkinler arasında bir mutâbakata vararak bu işi götürmeye çalışması, bence asıl hayal kırıklığı yaratan nokta. 

Yani bugün CHP tabanının önemli bir kısmı, Kemal Bey’in, kendileri yerine Ali Babacan veya Ahmet Davutoğlu’nu, Gültekin Uysal’ı, Temel Karamollaoğlu’nu niçin dinlediğini kendilerine anlatamıyorlar, buna iknâ olmuş değiller. Bu aktörleri CHP tabanından daha önemli kılan şey nedir? Orada Kemal Bey bir filtre görevi görüyor ve diyor ki: “Siz biraz sâkin durun. Bu insanların seçimi kazanmamıza yardım edecek bir tarafları olacak.” Fakat bu da siyâsetin doğasına çok ters bir şey. Bu dört partinin toplam oy oranı, muhâlefetin seçimi kazanmasına yetecek bir noktayı işâret etmiyor. Elimizde böyle bir veri yok. İkincisi, endîşeli muhafazakârları CHP tabanından daha kıymetli kılan şey ne? Bugün, yirmi senedir bir şekilde ayakta kalmış muhâlifler cepte görülüp, herhangi bir başkan adayını kabul etmeleri bekleniyor. Niçin endîşeli muhafazakârlar veya şu âna kadar AK Parti’ye oy verip de önümüzdeki dönem kafası karışmış olan seçmen kadar kıymet görmüyor? Sizce bu bir tepki yaratmaz mı? Bence yaratır, yaratıyor. 

Bu arada, DEVA’nın ve Gelecek Partisi’nin muhâlefet saflarında olmasını kıymetli bulan bir insanım ve bu partilerin geçtiğimiz hafta Gaziantep mitinginde olduğu gibi, yazıhânelere, ofislere sıkışmak yerine, halka gidip siyâset yapmaları gerektiğini düşünüyorum. En faydalı olacakları alan bu. Ama bu partilerin karar verici olduğu bir sistem, çok ciddî sayıda insanı dışarıda bırakıyor. Kemal Bey’in ilerleme metodu, aslında insanları bir anlamda seçim sürecinden soğutuyor ve seçim heyecanlarını azaltıyor — Kemal Bey’in kendisi değil. Meselâ ben geçen hafta Ahmet Şık’ın açıklamalarındaki gerçekçilikten çok memnun oldum. Yöntem olarak memnun oldum, söylediğine katılmıyorum. Bence burada asıl mesele mezhep meselesi değil. Asıl mesele, Kemal Bey’in izlediği yolun, siyâsî enerjiyi olabildiğince azaltan bir stratejiye dayanması. Kemal Bey muhâlefeti, Millet İttifakı artı Demirtaş üzerinden bir şekilde formüle etseydi, diğer partilere de, “Destek verirseniz sizin bileceğiniz iş, vermezseniz yine sizin bileceğiniz iş. Tayyip Erdoğan orada…” deseydi…

Ayşe Çavdar: Ama orada İYİ Parti engeli var Burak. İYİ Parti, Selahattin Demirtaş formülüyle ilgili söylediğin şeyin önündeki en büyük engel.

Burak Bilgehan Özpek: Demirtaş’ın ismini özellikle söyledim. Çünkü HDP içerisinde hiçbir şey sütliman değil. Demirtaş’ın orada sabırla temsil etmeye çalıştığı ve ısrar ettiği bir fikir var. Türkiye’nin demokrasisini önceleyen, Türkiye’nin demokratikleştikten sonra diğer sorunlarını çözebileceğini söyleyen bir görüş var. Bunun karşısında da, HDP’yi daha etnik, milliyetçi, kimlik partisi olarak tanımlamaya çalışan bir ekol var. Bunlar birbirleriyle çatışıyor. Demirtaş burada makbul olan aktör. Biliyorsunuz, Demirtaş’ın tavrı yerel seçimlerden önce de öne çıkmıştı. Yerel seçimlerde Millet İttifakı’nın belediyeleri almasının sebebi buydu. İYİ Parti’nin buna bir rezervi olmadı. Yani “Demirtaş niçin İmamoğlu’nu destekliyor? Onun desteklediği yerde biz olmayız” demedi İYİ Parti. Bunu görmek lâzım.

Ayşe Çavdar: Ama HDP’den ayrı bir Demirtaş nasıl düşüneceğiz ki?

Ruşen Çakır: Ama orada şöyle bir şey oldu, bunu da görmek lâzım: Meral Akşener’in parti içinde yaptığı son operasyondan sonra, bu tür çıkışları artık duymaz olduk. Belli ki o operasyonlarda HDP faktörü birinci derecede etkili olmuş. Yavuz Ağıralioğlu ve diğerlerinin durumu, göstere göstere olmasa bile, belli ki bir yerlerde durdurmaya çalışıyorlar. Ama her an birisi kalkıp bayrak sallayabilir tabii. 

Burak Bilgehan Özpek: Böyle bir şey olabilir. Sadece İYİ Parti açısından konuşmuyorum.  HDP içinden de olabilir. HDP de çok güven veren bir parti değil. CHP açısından da riskler barındıran bir parti. Ama burada ısrarla bir şekilde muhâlefeti destekleyen ve kendisine inanan insanları muhâlefete yönlendiren bir Demirtaş vakası var. Bu da, Demirtaş’ın çok inanmış, idealist kişiliğinden ziyâde, siyâseti iyi okuma yeteneğinden ileri geliyor. İnsanlar, Demirtaş parmakla gösterdiği için gidip oy vermiyorlar. İnsanların zâten böyle bir oy verme eğilimleri var. Demirtaş bununla çatışmamayı, o dalganın üzerine çıkmayı seçiyor. O yüzden böyle tanımlanan bir muhâlefet. CHP’de aslında bu denklem kurma yeteneği var, dediğim gibi kurumsal kapasitesi çok yüksek. Böyle tanımlanan bir muhâlefetin daha güçlü olabileceğini ve Kemal Bey bunun üzerinden ilerlerse başkan seçilebileceğini düşünüyorum. Ama sorun bence Kemal Bey’in kişiliğinden ziyâde, başkan adayının kişiliğini önemsizleştiren stratejisine ve bu önemsizleştirmeyi meşrûlaştırmak için yaptığı muhâlefet tanımına dayanıyor. 

Ruşen Çakır: Şimdi Ayşe senin bütün söylediklerini açımlayacak. 

Ayşe Çavdar: Hayır. Hiç öyle bir şey yapmayacağım. Ben mevzûya iki aşamada bakmak istiyorum: Bir taraftan, Kemal Kılıçdaroğlu ne yapmak istiyor? Yaptığı şeyin kapsamı nedir? İkincisi, bunu yaparken elinde ne var? Az önce Kemal’i dinlerken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne yapmaya çalıştığını bir slogan olarak yazdım: Kayıp devletin izinde bir yolculuk yapıyor aslında. Bürokratlara yaptığı çağrıda, son operasyon tezkeresine “Hayır” derken, yabancı elçiliklere yaptığı çağrıda, iş insanlarına yaptığı çağrıda, AKP’nin 2002’de devraldığı ülke enkazının içinde kaybolan devlete, “Gel. Her neredeysen kendini bir göster” diyor. Bir devlet ruhu çağırıyor yani. Gelen bilgiler, kulislerde konuşulanlar, bu çağrıların boş dönmediği, insanların CHP’ye dosyalar gönderdikleri — işlerini, hattâ belki hayatlarını tehlikeye atmak pahasına, belki gelecekte kendilerine dâir bir ikbal, bir kurtuluş görüyorlardır. Ama böyle olsa bile, o niyetinden bağımsız olarak, bu mütekabiliyet, Kılıçdaroğlu’nun bir muhayyel devletle muhabbet kurmaya çalıştığını gösteriyor. Dolayısıyla, bu yalnızca başkanlıkla açıklanabilecek, başkanlık çerçevesine indirgenebilecek bir strateji değil. Anamuhâlefet partisi olarak, daha şimdiden, 20 yıldır yağmalanmakta olan ülke enkazının altında kaybolmuş bir devlet fikrinin ruhunu çağırıyor. Kaldı ki bu kaçış planı ifşâsı ve bunu böylece söylemesi de, yine AKP ile devletin yollarını ayırma söyleminde kurulan bu türden bir hikâyenin parçası. Çünkü o gidecek, geriye ne kalacak? Biz devletle, devletten kalan şeyle baş başa kalacağız. Devletten kastımız, çürük bürokratlar ve çürümemiş, çürümeye direnen bürokratlar. Onlarla şimdiden müzâkere ve iletişim içinde, bilgi paylaşımı içinde olmak zorunda. Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yaptığı çağrı yalnızca dışarıdan bürokrasiye yapılmış bir çağrı değil, aynı zamanda bürokrasinin içinden gelen bir çağrıya cevap niteliği taşıyor olmalı diye düşünüyorum. Ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni azıcık tanıyorsam, bu kadar senelik yurttaşlık tecrübesiyle bunu söyleyebilirim. Dolayısıyla başkanlık, bu “Kayıp devletin izinde” yapılacak yolculuk projesinin cüzlerinden yalnızca biri. O nedenle, eğer strateji böyle devam ederse, artık başkan adayının çok da önemli olmadığı aşamaya geliyoruz yavaş yavaş. “Seçimi kim kazanacak?” hikâyesinden çıkıp, “Devleti yeniden kim kuracak?” sorusuna cevap aramaya giderse bütün bu söylem, o zaman başkan adayı gerçekten önemsiz olacak. 

İkinci sorum şu: Kılıçdaroğlu bunu kimlerle yapacak, nasıl yapacak ve elinde ne var? Burak’ın birçok söylediğine katılıyorum. Katılmadığım nokta, bunun yalnızca yurttaşlarla yapılabilecek bir şey olmadığı. Orada büyük aktör yurttaşlar; ama yurttaşlar tek bir homojen bir şey değil. Elde ne varsa, Kılıçdaroğlu’nun şu an çağrı yaptığı o bürokrasiyle yapılacak. Yalnızca sivil bürokrasi de değil, hem sivil hem askerî bürokrasiyle yapılacak. Yargıyla birlikte yapılacak. Eğer varsa ve gerçekleşirse o “kaçış planı” veya seçim kaybederse, iktidârı devraldıktan sonraki aşamada, büyük oranda yargıya, yargının doğru düzgün çalışmasına ihtiyaç duyacak Kılıçdaroğlu. Ama aynı zamanda, seçkinlerle de yapılacak. Elindeki aktörlerden, devleti yeniden enkazın altından çıkaracak olan ekiplerden yalnızca biri o Altılı Masa. Belki biraz tuhaf gelecek bu söyleyeceğim, ama ben Altılı Masa’nın mutâbakat imzâlandığı gün kurulmadığını, ama işlevini tamamladığını düşünüyorum. Nedir o işlev? “Biz rakip siyâsî partileriz. Birbirimizle de yarışacağız ve bir ara döneme geçiş yapacağız. O ara dönemin sonunda Parlamenter Sistem’e geçişe iknâ olduk ve bu konuda hemfikiriz. Ama o geçiş döneminin belirlenmesinde –çünkü o sâdece ilkesel bir mutâbakat; orada yapılacak çok iş var– kimin daha çok söz hakkı olacağına dâir bir yarış da götüreceğiz. Biz farklı partileriz. Bu geleceğe yönelik bir ittifak. Zaten mevcut seçim yasası da bunun önünde bir engel oluşturuyor. Aynı listelerde seçime gitmeyeceğiz.” Meselâ Ali Babacan, “Biz kendi markamızla seçime gireceğiz. Hattâ anlaşamadığımız biri aday olursa, biz kendi cumhurbaşkanı adayımızı çıkartırız. O da ben olurum” dedi. Sonuçta orada da bir hikâye var. Dolayısıyla, o Altılı Masa işlevini çoktan tamamladı. Gelmekte olan seçim için değil, o seçimden sonraki dönem için bir ittifak bu. Orası tamam. Yani köprüyü geçtikten sonraki patika biraz düzleştirilmiş oldu. 

Başka bir tarafına geçeceğim bu mevzûnun. Biraz önce dediğim gibi, yurttaşlarla, bürokrasiyle, seçkinlerle ayrı ayrı ilişkiler kurarak o enkazın altındaki kayıp devleti ortaya çıkartıyor. Seçkinler meselesine başka bir noktadan bakacağım. Kılıçdaroğlu’nun masasındaki seçkinler kimdir?  DEVA Partisi, dindar burjuvazinin, AKP dağıldıktan sonra siyâsî partisiz kalmamak için ürettikleri bir proje. Kendileri de söylüyorlar bunu. O yüzden, önümüzdeki seçimlerde DEVA’nın öncelikli hedefi çok büyük bir yere gelmek değil. Hattâ aldığım birtakım duyumlara göre, simülasyonlarla, sonraki yerel seçimleri, ondan sonraki genel seçimleri hesap ediyorlar. Bunlar ne kadar gerçekçi veya değil, ayrı konu. Ayrıca bir sorunları daha oluştu DEVA Partisi’nin. İYİ Parti, Bilge Yılmaz’ı aldıktan sonra, yani bir ekonomi ekibi oluşturduktan sonra, geçiş döneminde ekonomide o kadar söz sâhibi olamayacaklarını anladılar. Fakat bu daha geniş bir perspektifte, AKP tabanında ya da AKP’yi oluşturan enerjilerde bir ayrışma da olduğunu gösteriyor. Çünkü DEVA AKP’den çıkan tek parti değil. Bir de Gelecek Partisi var. DEVA dindar burjuvazinin partisiyse, Gelecek Partisi kimin partisi? O da, Davutoğlu’nun kişiliği dolayısıyla İslâmcıların partisi; İslâmcı, Osmanlıcı, bir tür ihyâcı bir şey. İhyâcı tâbirini de Ali Yaycıoğlu önerdi, bence gayet yerinde bir tâbir. Bu ikisi arasında uzlaşmaz bir gerilim olması, liderler arasındaki kişisel ego sorunları dışındaki gerilim bana şunu söylüyor: Demek ki, dindar burjuvazi ile İslâmcılık bir yol ayrımı yaşıyor ve idrak ediyor şu anda. Çünkü o masanın etrâfında, o iki partinin uzlaşmazlığı kadar büyük bir uzlaşmazlık yok aslında. Demek ki o geçiş süreci için o seçkinler arasında önemli bir siyâsîi ayrışma görünüyor. Bir de orada Saadet Partisi var. O biraz daha ihtiyar bir kuşak ve İslâmcı mirasla, otantisiteyle ilgili bir meselesi var. Masada, MHP’den kopan İYİ Parti var. Kendisini sürekli revize etme hâlinde, denemeler yapıyor. Demokrat Parti hakkında bir şey söylemeyeyim; çünkü o kadar küçük bir aktörü ki masanın, geniş bir segment analizi yapmaya pek elverişli değil. CHP, o masanın kurucusu olarak, yalnızca kayıp devleti ortaya çıkarma söyleminin değil, aynı zamanda siyâsetin de merkezini oluşturmuş vaziyette. Yanına doğru gelen bir İYİ Parti var. Seçkinler de kendi aralarında geleceğe yönelik böyle ayrışmalara işâret ediyorlar. O devlet, 2023 seçimlerinden bu ellerle kazılmış bir enkazın içinden çıkacak. 

Burak’ın beğenmediği, Kılıçdaroğlu’nun siyâsîi enerjiyi düşürdüğünü söylediği strateji, esâsında eldeki malzemeyle kotarılabilecek stratejiler arasında en önceliklisi. Bunun alternatifi de CHP’nin bir sol ittifak kurması. Benim gönlüm de bundan yana. Hakîkaten çok güzel olur. Ama yetmiyor. Ben yetebileceğini düşünüyorum, ama insanlar yetmeyebileceğini düşünüyor. Dediğim gibi, Kılıçdaroğlu, enkazın altındaki devleti sol bir ittifak aracılığıyla da arayıp çıkartabilir; ama o tarafa yatırım yapmıyor. Çünkü AKP büyük bir yenilgi aldığında, dindar muhâfazakâr kesimler kendilerini birdenbire sistemin dışında hissedebilirler. Bu, geleceğe yönelik, o geleceğin kurgusunda ciddî bir boşluk oluşturabilir. Belki de böyle bir hesaptır bu. Bu kadar ayrıntılı düşünüp düşünmediklerini bilemiyorum. 

Gelelim başkan adaylarına: Bence, böyle bir stratejiden bahsediyorsak, olmakta olan şey buysa, başkan adayının nihâyet önemsizleşmeye başladığı yerdeyiz. Bunda İmamoğlu’nun da çok büyük bir payı oldu. Çünkü İmamoğlu, Karadeniz gezisi sonrasında halka hitâbında o kadar büyük bir gaf yaptı ki. Kılıçdaroğlu’nun Maltepe mitinginde yaptığı konuşmada, “Düşmanımıza benzeyerek mi kazanacağız?” sözü, neredeyse İmamoğlu’nu kastettiğini düşündürttü. O gerilim, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi sonrasında verdiği performansın bir sonucuydu. Dolayısıyla biz artık, “İmamoğlu gerçekten kazanması gereken biri midir?” meselesinden emin değiliz. Bence, defo anlamında Kılıçdaroğlu ile eşitlenmiş oldular. Çünkü İmamoğlu aynı heyecanı vermeyecek eskisi gibi; gölgesiz değil artık. Mansur Yavaş konusunda ise hiçbirimiz hiçbir şeyden emin değiliz; çünkü hiçbir stres testine girmiyor. O testlerden geçmediği için de, evet, en yüksek ihtimal olarak orada duruyor; ama “Bu adam gerçekten aday olup ortaya çıktığında ne yapabilecek?” konusundan hiçbirimiz emin değiliz. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun stratejisi, bizi sokaklara döküp slogan attıracak, birbirimize sarılıp şimdiden zafer kutlayacak bir seçim stratejisi değil. Ama bir seçim stratejisinden biraz daha karmaşık bir şeye benziyor. O da, başta söylediğim gibi devleti ortaya çıkarmak. Bildiğimiz bir devleti değil, kaldığı kadarıyla devleti tanıyıp, ortaya çıkarmak. Böyle olunca da Kılıçdaroğlu’nun adaylığının, kendisi açısından da öyle garantili bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu’nun başkan olmayı istediğini, yapabileceğini düşündüğünü, gönlünden böyle bir jübile geçirdiğine eminim. Ama kaybedeceğini düşünürse –bunu kesinlikle mezhebinden bağımsız olarak söylüyorum–, adaylığını riske atacağını düşünürse, şu stratejiyi uygulayan bir adamın adaylıkta ısrar edeceğini de zannetmiyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, çok teşekkürler. Kemal’le devam edeceğiz. Bu arada, Burak işi olduğundan dolayı gitmek zorunda kaldı. Programın sonuna kadar kalamadı.

Kemal Can: Burak gitti, ama onun söyledikleriyle ilgili de bir şeyler söyleyeceğim. “Kılıçdaroğlu daha pasif ya da bir ortaklık zeminini tutan aday profili çiziyor” eleştirisi genel olarak doğru. Kendisini orada konumlandırdığı da doğru. Hattâ Altılı Masa’nın başkan adayının târifi içerisinde zâten bu var ve buna bindirilmiş bir şey. Bu, genel bir tespit olarak doğru. Diğer adaylar için vehmedilen özellikleri çok fazla öne sürmediği için geçerli. Ama diğer adayların da, ülkenin başkanı olarak, aktif, yumruğunu vurarak sonuç alacak çok etkili biri olup olmayacakları konusunda herhangi bir teste girmiş çıkmışlıkları da yok. Yani, Kılıçdaroğlu’nun asıl olarak etkisiz ve sembolik bir başkan olmaya rızâ gösterebilecek bir aday olarak kendini öne çıkarttığı ve Altılı Masa’dan da böyle bir destek aradığı varsayımı ya da böyle bir stratejiye yaslandığı doğru. Ama yine bir önceki turda konuştuğumuz strateji, bu yaptığı, Burak’ın “aktivizm” diye işâret ettiği, hem helâlleşme hem hesaplaşma çıkışları ise tam tersi bir şey. Kendi eleştirildiği şeyi, “Bu değişimle birlikte ne yapılacak, hangi alanda nasıl bir etkinlik yaratılacak?” kısmını, tam tersine, diğer adayların hiç yeltenmediği netlikte söylemeye çalıştığı bir şey. Aslında ilginç bir şey; bu iki strateji, bir yandan birbirinin tersi, bir yandan da birbirini tamamlayan bir ilişki kuruyor. Bir yandan, sembolik, yetkilerine çok abanmayan, değişip kendi ağırlığını büyütmeyen bir başkan profili çizerken, bir yandan da, hesabını soracak, bütün toplumu kucaklaştıracak, helâlleşmeyi başlatacak, son derece aktif, hattâ bâzı açılardan da fazla aktivist olarak eleştirilen bir şey yapıyor. 

İlk turda söylediğim gibi, bir tarafı, böyle “Etkisiz bir ortalama, sâdece geçiş sürecini yönetecek biri” profilini çiziyor. “Bu çok pasif, hattâ kazanmayı da riske sokacak bir şey” iddiası da var. Ama bir yandan da, son derece rijid sayılabilecek aktif çıkışlar yaptığında, “neoliberalizm” dediğinde, kamuculuktan, hesap sorulacağından bahsettiğinde, bürokrasiden, iş dünyasına kadar çok daha yüksek, hattâ kimileri tarafından devr-i sâbık tehdidi gibi algılanabilecek çıkışları da yapıyor. Dolayısıyla bunları berâber düşünmek lâzım. Kılıçdaroğlu bunu ne kadar ince bir ayarlamayla yapıyor bilmiyorum, ama kendi eleştirildiği şeyi karşılamak için bu çıkışları yüksek yapıyor. Yüksek çıkışlarını eleştirenler, kendisini daha önce pasif olarak eleştirenlerle aynı kişiler. Ve aslında iki tarafını da zorlayan aynı baskıyı yaratıyorlar üzerinde. Yani, Kılıçdaroğlu pasifliğini tamamlamak için fazla aktif bir performans gösteriyor. Fazla aktif olduğunda da, kendisinin değişmeyeceğini, o mutâbakat çerçevesinin sembolik sınırlarını çok aşmayacağını söyleme ihtiyâcı duyuyor. Bu sefer de aynı eleştiriler gündeme getiriliyor. Burada, böyle tuhaf bir döngünün olduğunu söylemem lâzım. 

Burak, Altılı Masa’ya yaslanarak kurduğu başkanlık stratejisinden ve oradan alacağı desteğe yüklenen bir şeyden bahsetti. Ama açıkçası, adı geçen bütün adayların hepsi, pasif avantajlarını öne sürerek gündemdeler. Aslında Kılıçdaroğlu Altılı Masa’nın desteğini almayı umuyor. Peki, İmamoğlu Karadeniz’e giderek ve yanında Ertuğrul Özkök’ü getirerek, neyin desteğini almayı avantaj olarak bize sundu? Yine, muhâlefetin motivasyonunun en güçlü taşıyıcısı olarak değil, diğer taraflardan destek alabileceği, güç merkezlerinin onayını aldığı iddiasını ortaya koydu. Mansur Yavaş zâten iyice yerleşik siyâsî kimlik alanlarının, hattâ kendisi bunun adayı olmaksızın birileri tarafından aday gösterilerin biri olarak öne çıktı. Yani şu anda adı geçen bütün adayların, çeşitli nedenlerle onlara yapıştırılmış ya da onlardan beklenen yüksek aktif liderlik tarzını görmüş değiliz. Hepsi, aslında başka kesimlerden oy alabileceği varsayımı üzerine dayalı bir pasif avantajı kullanıyorlar. Bu, adaylık tartışmasında aktif iddiaları ortaya koyan gerçek bir adaylık tartışmasını sürekli ertelemekten kaynaklanıyor. Bugün bu konuda yaratılan mücâdele de, adaylarını destekleyen çevrelerin de, kendi adaylarının avantajlarını değil, diğer adayların dezavantajlarını anlatarak sonuç almaya çalıştığı bir tablo görüyoruz. Bu bâzen mezhepsel meselelere kadar uzanabiliyor. Herkes, kendi desteklediği adayın neden olması gerektiğini, neden onun daha iyi bir aday olduğunu anlatmaya çalışıyor; adayların kendisi ya da destekçileri onun projesini, ekibini anlatmıyor. Tam tersine, diğer adayların neleri eksik bıraktığını, nelerinin risk oluşturabileceğini anlatıyor. Bu çok yıpratıcı ve tehlikeli bir süreç. Aday tartışmalarının pozitif aktif olarak, gerekirse adayların kendi programları ve iddialarıyla, kendilerini tartışmaya açmaları şeklinde cereyan etmemesi, bu adaylık meselesinin, hep ertelenen, önemsizmiş gibi düşünülen, ama aslında arkasında çok şiddetli bir mücâdeleyi kışkırtan bir şey olarak devam etmesi, negatifi yükseltti. Bütün tartışmalarda adayların negatif özellikleri konuşuluyor. Yani pozitifler arasında en pozitifi seçmekle ilgili bir tartışma yapılmıyor. Bu, muhâlefetin toplam olarak zarar gördüğü bir süreç. Ve ilginç biçimde, ortada “Ben” diye konuşan, “Böyle olacak, şöyle olacak” diyen, doğru veya yanlış, yüksek veya düşük, etkili veya zayıf ama bunu diyen tek aday da Kılıçdaroğlu olduğu için, onun aday olma ihtimâli etrafında yıpratıcı bir tartışma yaşanıyor. Bu, bâzen ayıplı alanlara da taşabilen bir tartışmaya dönüşüyor. Ya da, miting konuşmasını son derece sübjektif gerekçelerle konuştuğumuz bir şey veya dün akşamki meselede olduğu gibi. 

Sonuçta bu, adaylık tartışmalarındaki bence en büyük kilitlenme ve Kılıçdaroğlu da büyük ölçüde turnusol hâline getirdi bu işi. Çünkü hem Altılı Masa, hem Millet İttifakı, hem Ayşe’nin işâret ettiği gibi devletin kurumsal kapasitesini hedef alarak bir muhâlefet stratejisi kurma anlamında pek çok şeyin kilit noktasına yerleştiği için önemli bir aktör hâline geldi. Kendisi aday olmayacaksa bile, adayı belirlerken ortaya çıkacak temel ölçüyü belirleyecek en kritik noktada bulunduğu için bir turnusol. Onun adaylığı üzerinden yürütülen tartışmaların çoğu, muhâlefetin nasıl bir tasarımı olduğuyla ilgili bir türlü yapılmayan tartışmanın, gizli saklı yapılması aslında. Burada, ekipleri de görüyoruz. Meselâ, Altılı Masa’da çeşitli partilerin mevcut adaylar içerisinde belirli bir adayı desteklediği gibi bir netleşme de yok. Bırakalım CHP’nin kendi içinde netleşmesini, muhtemelen İYİ Parti’nin içerisinde, CHP’nin üç adayını da ayrı ayrı destekleyen ve onun kendileri açısından avantajlı olacağını düşünen ekipler var. Dolayısıyla bu adaylık tartışması ve özel olarak Kılıçdaroğlu etrâfında olan tartışma, bence nitelik olarak muhâlefetin motivasyonunu sâdece Kılıçdaroğlu’nun vasıflarından dolayı değil, bu vasıfları eleştirmeye kalkanların kurdukları o negatif tartışma zemini açısından da zarar veriyor. Bu açıdan baktığımızda, Kılıçdaroğlu’nun, meseleyi adaylık tartışmasından biraz daha uzağa götüren çıkışları daha dikkat çekici oluyor. Bence, önümüzdeki günlerde bu iş bir netleşmeye bağlanmak zorunda. Eğer olmazsa, eğer bu şekilde devam ederek, bu belirsizliği sürdürme niyeti bir avantaj olarak düşünülürse, bence asıl hasarı burada görme ihtimâli var. 

Ayşe Çavdar: Ben bir şey eklemek istiyorum. Gazeteci arkadaşım Hilal Köylü dikkat çekti. Meral Akşener bugünkü kürsü konuşmasında, “Millet İttifakı’nın adayı 13. Cumhurbaşkanı olacak” dedi. Altılı Masa’nın değil, Millet İttifakı’nın… 

Ruşen Çakır: Evet, onu söyleyecektim, iyi ki hatırlattın. Grup toplantısının en önemli cümlelerinden birisi, evet. 

Ayşe Çavdar: Kesinlikle öyle. Ama bir şey daha eklemek lâzım buna. Millet İttifakı, evet, ama aslında adayın kim olduğunu Kılıçdaroğlu belirleyecek. O yüzden bu tartışmanın biraz daha dengeli gitmesi gerekiyor. İmamoğlu da, Mansur Yavaş da, istedikleri kadar Millet İttifakı’nın küçük ortakları tarafından desteklensinler, son tahlilde Kılıçdaroğlu iknâ olmadan, “eyvallah” demeden olmayacak. Dolayısıyla kralı ve onun sınırlarını Kılıçdaroğlu belirleyecek. Çünkü o masa o sınırları da konuşacak. Zâten bu nedenle, Kılıçdaroğlu’nun stratejisinin yalnızca kendi adaylığıyla ilgili bir strateji olmadığını söylüyorum. Hele şu son zamanlardaki açıklamalarıyla, daha geniş bir stratejiye tekabül ediyor. Başkan adayı bir başkası olsa bile, o başkan olduğu zaman bile, Kılıçdaroğlu’nun eli onun üzerinden gitmeyecek. Dolayısıyla son derece hassas ve devletin yeniden kurulma, kurgulanma sürecinde, Kılıçdaroğlu’nun mutlak söz sâhibi olacağı bir şeyden bahsediyoruz. 

Bu arada Kemal de gitti. Kemal’in şarjı bitiyordu, o nedenle düştü sanırım. Ben de uzatmış oldum, kusura bakmayın. 

Ruşen Çakır:  “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.