Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Unutulmaz santrfor Pato, The Players’ Tribune’e yazdı: “Alexandre Pato’ya gerçekten ne oldu?”

Futbol tarihinin gördüğü en büyük santrforlardan biri olması beklenirken, kariyerinde aniden düşüşe geçen Brezilyalı Alexandre Pato’nun, The Players’ Tribune’e yazdığı “What Really Happened to Alexandre Pato/Alexandre Pato’ya gerçekten ne oldu?” yazısını Medyascope Spor Servisi‘nden Kubilayhan Kavrazlı çevirdi.

Alexandre Pato’ya gerçekten ne oldu?

Ne düşündüğünüzü biliyorum. Bunları 10 yıldır duyuyorum:

“Pato’ya ne oldu?”

“Pato neden Ballon d’Or’u kazanamadı?”

“Pato neden hep sakatlık yaşadı?”

Peh… Bu soruları uzun zaman önce cevaplamalıydım, dostum. Özellikle Milano’da hakkımda çok fazla söylenti çıkmıştı. Çok fazla parti yaptım. Futbola dair hiç arzum yoktu. Bir hayal dünyasında yaşıyordum. Ama hakkımdaki söylentiler hakkında konuşmak istediğimde bana “futboluma odaklanmam” söylendi. Onlarla aynı fikirde olmak için çok gençtim. 

Gerçekten, ben sadece bir çocuktum.

Bu yüzden işleri yoluna koymanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Şimdi 32 yaşındayım. Mutluyum. Formumdayım. Hiçbir şeye ve hiç kimseye kırgın değilim. Söylentilere inanıyorsan; fikrini değiştirmek için burada olmadığımı da bilmelisin. 

Ama gerçekte ne olduğunu duymak istiyorsan; dinle kardeşim. 

Anlaman gereken ilk şey, evden çok erken ayrıldığım. Çok çok erken… 11 yaşındayken dünyaya hazır olamazsın. Bir hayalin peşinden gidiyorsun ama yalnızsın ve yolda kaybolmak çok kolay.

Tanrı bana bir hediye verdi, bu açık. 10 yaşıma kadar sahada bile oynamadım çünkü futsal daha eğlenceliydi. Sonra bir gün okul turnuvasında oynadım ve Internacional’dan bir scout (yetenek avcısı) babama sordu, “Efendim, oğlunuzun futbolcu olmayı denemesine izin vermeyi düşünür müsünüz?”

Babam, “Hmm, haklı olabilirsin” der gibiydi.

Bu yüzden Internacional ile bir görüşme yapmaya karar verdik. İşte o zaman geneleve gittik…

Hahaha. Açıklamama izin ver, dostum. Fazla paramız yoktu, biliyorsun? Annem sırt ağrısından çalışamadı. Bu yüzden babam; ağabeyim, ablam ve bana bakmak zorunda kaldı. Bütün gün otoyol inşaatındaydı. Masada yiyecek yemeğimiz vardı, ama okulda kitap alacak param bile yoktu. Fotokopilerle çalışıyordum. İçtenlikle söylüyorum ki benim için zor dönemlerdi.

Babam, bir “Beetle” sürüyordu. Özel okulda böyle kötü bir arabaya sahip kimse yoktu. Bu yüzden beni hep ön kapıdan bir blok ötede bırakmasını isterdim. 

O, “Ama oğlum, neden?” derdi. 

“Pff, tüm arkadaşlarım burada” diye cevap verirdim (Hiçbiri orada olmazdı). Sonrasında kapıya giderdim….

Ve bir keresinde sevimli bir kız, “Heeyy, Beetle’daki sensin, değil mi? Hahahahaa!” dedi. 

LANET OLSUN!

Her neyse, babamın bazen yaratıcı olmak zorunda kaldığını anlayacaksınız… Büyük gün yaklaşıyordu ve Internacional’daki görüşmeye gidiyorduk. Hayatımın şansı! Pato Branco’dan Porto Alegre’ye, yolda dokuz saat geçirdik. Oraya vardığımızda babam otellere parasının yetmediğini fark etti…

O ne yaptı? Bizi bir geneleve götürdü!

“Oğlum, ücretini karşılayabileceğimiz tek yer burası” dedi. 

Ben de “Hadi gidelim baba” dedim.

Hahahahah! Dostum, hiçbir fikrim yoktu. Yaşanılanları anlamak için çok küçüktüm. Sanırım odamızda küçük bir yatak vardı, o kadar. Otel, Beira-Rio’nun karşısındaydı, bu yüzden insanlar Inter’in stadyumuna bakarken seks yapıyorlardı.

Hala babamla bu konuda şakalaşıyorum. Bunu bugün yapsaydı muhtemelen hapse girerdi.

Sonraki bir gün ise kulüp direktörünün gözetiminde stadyumda dolaşıyorduk. Çok güzeldi… Ancak sonrasında bana “Oğlum, senin antrenman yapman gerekmiyor mu?” dedi. Lanet olsun, günleri karıştırmıştık. Daha da kötüsü kramponlarım genelevde kalmıştı… Babam, kramponlarımı almak için geneleve geri döndü. Ancak geldiğinde çantasında ne mi vardı?

Lastik çıtçıtlı bir bot…

“Baba, şaka mı yapıyorsun? Bunlarla nasıl oynayabilirim?” dedim. 

Neyse ki, Cocao adında bir akademide ödünç kramponlar alabiliyorduk ve bana da bir çift ödünç verildi. Yepyeni… 

Çok şükür Inter’e kabul edildim. Ama yemin ederim profesyonel olmayı düşünmüyordum. Aslında, futbol oynayabildiğim için kendimi kutsanmış hissediyordum. Belki birazdan anlatacağım hikayeyi bir yerde okumuşsunuzdur… 

Internacional’e katılmadan yaklaşık bir yıl önce, bir otoparkta zincire takılıp sol kolumun üzerine düşmüştüm. Hastanede beni o kadar sıkı sardılar ki yarı insan yarı mumyaydım. Kolum askıdayken bir turnuvada oynamıştım. Alçı alındıktan sonra ise arkadaşlarım ve ben, koltuktan kalkanın eğer kaçmayı başaramazsa tekmeleneceği aptal bir oyun oynadık. Yanlışlıkla sol koluma darbe alana kadar eğlenceliydi… Ancak sonrasında ağrı o kadar kötüleşti ki bacaklarıma ulaşmıştı.

Doktor röntgen çekti ve büyük bir tümör buldu.

“Şimdi ameliyat olmalı; yoksa kolunu kesmek zorunda kalacağız” dedi. 

Şok olmuştum. Sol kolumu kaybetmeme 24 saat kalmıştı. 

Ama ailemin ameliyatı karşılayabileceğini mi düşünüyorsun? Hayır . 

Hepimiz şoktaydık! Şimdi ne yapacaktık?

Babamın yeniden yaratıcı olması gerekiyordu… Maçlarımı filme alırdı. Bu yüzden önce dua etti ve ardından kasetlerimi hastaneye götürdü. Doktorun ofisine gitti ve benim bir futbol sahasında koşturduğum görüntüleri izletti. 

Babam, “Doktor, bu benim oğlum. Ameliyat için nasıl ödeme yapacağımı bilmiyorum ama onun oynamayı bıraktığını görmek istemiyorum” dedi. 

Sonra ne olduğunu bilmiyorum. Belki doktor iyi biri olduğumu düşündü. Belki de Tanrı’nın sesini duydu. 

Doktor “Merak etme ameliyat benim üzerime olacak” dedi.

Sana söylüyorum, bu bir mucizeydi. 

Bu ismi asla unutmayacağım: Paulo Roberto Mussi. Bana yeni bir hayat veren doktorun adı…

İyileşme sürecim çok acı vericiydi, dostum. Kemik bankasında kolumun ihtiyacı olan kemik yoktu, bu yüzden kalçamdan bir tane almak zorunda kaldılar. Ayrıca her altı ayda bir kontroller için Pato Branco’daki hastaneye geri dönmek zorunda kaldım. Bir keresinde kolum yeşil bir renk almıştı; çığlık atıyordum. 

Şans eseri tekrar oynayabildim. Bu, Internacional tarafından kabul edildiğim zamanlara denk geliyordu. 

Ama ailemden ayrılmak zorunda kalmak daha da fazla acıya sebep oldu. Porto Alegre’de yaşamayı göze alamazlardı. İkisi de sadece “Git” dediler. Ben gittikten sonra annem ben orada yemek yiyecekmişim gibi mutfak masasını hazırlamaya devam etti. Sanki her an eve gelebilirmişim gibi yatak odamı topladı.

Bana öğretecekleri o kadar çok ders vardı ki. Bir futbolcu olarak dünyaya hazırdım. Bir insan olarak ise hiçbir şeye hazırlıklı değildim.

Kesinlikle Internacional akademisine hazır değildim. En küçükler, büyük çocuklar için her şeyi yapmak zorundaydı: Külotlarını yıka, kramponlarını temizle, benzin istasyonundan cips al… Öyle ki “Sığırları Etiketle” adında bir oyunları vardı. Bu oyunda çocukları çağırır, bir parça odun alır ve bacağınıza vururlar. Off, korkunçtu!

Çok ağladım. Odama saklandım. Anneme söyleyemedim çünkü ertesi gün beni eve götürmek için geleceğini biliyordum. Ben de ona “İşler yolunda!” dedim.

Futbol? Sadece eğlenceliydi. 15 yaş altı takımından kısa sürede birinci takıma yükseldim. 17 yaşında, Kulüpler Dünya Kupası’na gidiyor, yarı finalde gol atıyor ve finalde Barcelona ile karşılaşıyordum. Ronaldinho ile o zaman tanıştım.

Dostum, bu adamı tanımlamak için yeni bir kelimeye ihtiyacımız var. O büyülü. O gerçek bir insan değil. O gün kendisine rakip değildim, hayranıydım. Tünelde ona “Formanı benim için sakla” dedim. Neredeyse maç umurumda değildi! Her şey bittiğinde, “Nerede O?, O nerede?” diye peşinde koşturmaya başladım. Herkes formasını almak için yanına geldi ama o sözünü tuttu. Küçük çocuk için saklamıştı…

Bildiğiniz gibi, Dünya Kulüpler Kupası Brezilya’da büyük bir olay. 1-0 kazandığımız final, Colorados için gelmiş geçmiş en büyük andı. Kısa süre sonra bir itfaiye aracıyla Canoas’ın etrafından dolaşıyorduk. Kupayı tutuyordum, insanlar adımı haykırıyordu. 

Yedi yıl önce hiç 11’er kişilik futbol oynamamıştım.

Ancak artık dünya şampiyonuydum.

Ondan sonra Barcelona, Ajax, Real Madrid’e gidebilirdim. Neden Milano? Peki, sana bir soru sorayım. 

Hiç o Milan takımıyla PlayStation’da oynadın mı?

Gerçek dışıydılar! Kaka, Seedorf, Pirlo, Maldini, Nesta, Gattuso, Shevchenko… Öyle ki Sheva oynanamaz olmuştu! Hey Fenomeno, “Gerçek” Ronaldo. O adamla oynayacaktım. Bu nasıl bir kadro dostum. Şampiyonlar Ligi’ni kazanmışlardı. Milan o zamanlar büyük bir takımdı. 

Milano’ya indiğimde, tıbbi muayenenin bir parçası olarak göz testi yapmak zorunda kaldım. Aptal ben… Avucumu sol gözüme çok fazla bastırdım ve açtığımda zar zor görebiliyordum. Doktor içine biraz dilatasyon damlası koydu ve ben neredeyse kör olarak odadan çıktım. Peki karşımda kim vardı? Carlo Ancelotti…

“Her şey yolunda mı” dedi.

“Her şey yolunda” dedim ama onu zar zor görebiliyordum. Gözlerimin neredeyse kapalı olduğu bir fotoğraf çekildik, hahahaha. 

Carlo beni yemek odasına götürdü. “Bu, yeni forvetimiz Pato” dedi. Herkes elimi sıkmak için ayağa kalktı. Herkes… Ronaldo, Kaka, Seedorf… Vaov!

Bu Milan’daki birinci günümdü. Video oyunu gerçeğe dönüşmüştü. 

Ne yazık ki, kadro seçimin son kayıt tarihine kadar 18 yaşıma basamadım; bu yüzden Dünya Kulüpler Kupası’nı kaçırdım. 2 Eylül’de doğmuştum. Bu dünyaya birkaç gün önce gelseydim, çifte dünya şampiyonu olacaktım. Ancak yine de bu efsanelerle antrenman yapmak özeldi. Brezilyalı ekip beni kollarını açarak karşıladı: Ronaldo, Cafu, Emerson, Dida, Kaka… Ve hayır, Cafu’nun evinde yaşamadım! Ama oğulları neredeyse benim yaşlarımda olduğu için çok takıldık. Cafu çok kapsayıcıydı: Ne zaman bir yemek için dışarı çıksa, yanında en az 10 kişi olduğu için bir minibüse binmesi gerekiyordu. 

Brezilyalılar antrenmanda bile arkamdaydı. Öyle ki bir adam vardı, Kakha Kaladze: Gürcistan kaptanı, bir dev. Bir gün beni adeta doğradı. BAM! 

Kendim için çok üzülüyordum. Ama Brezilyalılar, “Güçlü ol! Sana sert girerse; sen de ona sert gir!” dediler.

Ben mi? Ben…

Böylece Kaladze topu aldığında ayağına atladım. BOM! O yere seilmişti. Salak gibi kalakalmıştım; “şimdi ne olacak?” Ayağa kalktı ve yanıma geldi. Beni yere iteceğini düşünüyordum ama elini uzattı. 

“Bravo, aferin” dedi.

Milan’da istedikleri zihniyet buydu.

Ancelotti benim için bir baba gibi oldu. Köpeğine Pato adını bile verdi. Madrid’deki otobüs geçit töreninde onun güneş gözlüklü ve purolu resmini gördün mü? Milano’da bir helikopterde eğitime gelirdi. Parma’da yaşıyordu. James Bond gibi çıkıp giderdi. Tarz sahibi yaşayan biri varsa o da Carlo’ydu. 

O efsanelerden çok şey öğrendim. Soyunma odasında Ronaldinho’nun yanına otururdum. Antrenmandan sonra Carlo, Seedorf ve Pirlo’ya bana uzun paslar vermelerini söylerdi. Pirlo ise “Sadece koşunu yap o top zaten sana gelecek” derdi. Gerçekten her zaman da öyle oldu.  

İkinci sezonumda bir gün serbest vuruş idmanı yapmaya geldim. Topun başında kimler vardı, biliyor musun?

Pirlo. 

Seedorf. 

Ronaldinho. 

Beckham. 

O gün antrenman yapmak yerine onları izlemeye karar verdim…

Tabii ki, hepimiz kulübü kimin yönettiğini biliyorduk. Bir gün Silvio Berlusconi beni aradı. Harika bir patrondu, her zaman şakalar yapardı. Aslında kızı Barbara ile çıkıyordum. Her neyse… Kanatta çok fazla topla oynardım. Herkesi geçmeye çalışırdım. Bunun üzerine Silvio, “Neden kanata kendini sıkıştırıyorsun?” dedi. Benden merkezde oynamamı istedi. Çok geçmeden Carlo ve Leonardo da bana aynısını söylediler.

Camp Nou’da o golü böyle atmıştım. Ortadaydım, büyük bir boşluk gördüm, topa dokundum ve sadece koştum. Valdes kalesinden açıldığında “S*ktir, ne yapacağım?” dedim. Çalım mı, dripling mi yoksa şut mu? Soluna doğru şutumu çekmeye çalıştım ama top bacaklarının arasına gitti. Vay canına! Tamamen kör şansı…

Bence Tanrı bunun gol olmasını istedi.

İçten içe şöyle diyordum: “Guardiola, bunu izliyor mu?” Maçtan sonra Usain Bolt’un bile beni yakalayamayacağını söyledi. Attığım en güzel goldü.

İnsanlar hala bana gelip “Yirmi dört saniye! Yirmi dört saniye!” diyor.

Dostum… O günler en tepeye çıkacağımı düşündüğüm günlerdi. 

Beklentiler çok büyüktü. Ben süper yetenektim. Zaten Brezilya için oynuyordum. Basın senin hakkında yazıyor, taraftarlar senin hakkında konuşuyor, hatta diğer oyuncular bile seninle oynarken heyecanlanıyor…

“PATO DÜNYANIN EN İYİSİ OLACAK!”

“BALON D’OR’U PATO KAZANACAK!”

İlgiyi sevdim. Hakkımda konuşulmasını istedim. Ama ne oldu biliyor musun? 

Çok fazla hayal kurmaya başladım. Hâlâ çok çalışıyor olsam da hayal gücüm beni türlü türlü yerlere götürüyordu. Kafamda zaten Ballon d’Or’u kazanmıştım. İlgiden etkilenmemek çok zor. Ayrıca, futbolcu olabilmek için cehennem büyüklüğünde acı çektim. Neden zevk almayayım?

2009’da Avrupa’nın en iyi genç oyuncusu olarak “Altın Çocuk”olduğumda, Ballon d’Or’u düşünmedim. Sadece eğleniyordum.

Sonra 2010’da sürekli sakatlanmaya başladım. Kendi bedenime olan güvenimi kaybettim. İnsanların benim hakkımda söyleyeceklerinden korktum. Antrenmana düşünerek giderdim; “Sakatlanamam…” Canım yansa bile kimseye söylemezdim. Öyle ki bir gün bileğimi burkmama rağmen oynamaya devam etmiştim. Top gibi şişmişti ama takımı hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Herkesi memnun etmek istedim. Bu benim kusurlarımdan biriydi.

İnsanlar bir sezonda 30 gol atmamı bekliyordu ama sahaya bile çıkamadım. Başkalarının benden şüphe etmesini kaldırabilirdim. Şüphe içeriden geldiğinde? O zaman bu farklı.

Ve sonra ne oluyor biliyor musun? Seni gerçekten kimin sevdiğini öğreniyorsun. Çevremdeki pek çok insan, “Belki de başaramayacak” diyerek yanımdan gitti.

Kendimi çok yalnız hissettim. Internacional’da her zaman aşırı korunuyordum. Herkes benim için her şeyi yaptı. Sakatlanmalar veya diyetler hakkında bir şey bilmiyordum. Çünkü buna gerek yoktu. Tek yapmam gereken oynamaktı .

Bu yüzden Milan’da mücadele ederken ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. 

Bugün her oyuncunun etrafında adeta bir takım var, değil mi? Doktor, fitness koçu… O zamanlar sadece Ronaldo’da vardı. Yakınımda akrabam yoktu. Ailem hala Brezilya’daydı. Bir menajerim vardı ama şimdiki menajerlerin yaptığı gibi her şeyle ilgilenmiyordu. Elbette Milan’ın doktorları ve çalışanları vardı ama 25-30 oyuncuya bakmak zorundaydılar. Her zaman yanımda olamazlardı. 

Bir keresinde Atlanta’da bir doktorla görüştükten sonra Barcelona’ya karşı oynamıştım. 10 saattir uçaktaydım ve bir antrenman seansım vardı. Tabii ki sakatlandım! Nesta çıldırdı, “Oynamamalıydı, hepiniz delirdiniz mi?” 

Ama anlamadım. Bir daha deneyelim dedim.

Endüstrinin nasıl çalıştığını bilmiyordum. Internacional’deyken sözleşme müzakerelerimi umursamıyordum bile. Sadece “Oynamaya devam edebilmem için yenileyin” diyordum. Perde arkasındaki şeyleri anlamıyordum… Futbol, istediğinizi elde etmek için oynadığınız bir tiyatro gibidir. Ama bunun hala basit bir oyun olduğunu düşünüyordum.

Basın benim hakkımda yalanlar yazdığında; herhangi bir iletişimcim yoktu. Bazı şeyleri netleştirmeliydim ama iyi iletişim kurmanın ve ilişkiler kurmanın önemini hiçbir zaman anlamadım. Bana sadece sahadaki sonuçların önemli olduğu söylendi. Bu kesinlikle doğru değil.

Çok mu parti yaptım? Seni inandıracakları kadar değil.

Arzudan yoksun muydum? Koşmadığım için öyle söylüyorlardı. Ama hadi! Bunu gerçekten kim biliyor? Tanrı beni olduğum gibi yarattı. Bunu değiştiremem.

Benden takımları uçurmamı istediler. Kan, ter ve gözyaşı istiyorlardı.

Ancak istedikleri gözyaşlarını aldılar. Ağır bir bedel ödedim. 

Herkese gerçeği söylemeliydim. PSG hikayesini hatırlıyor musun? Galliani, Tevez’i almak için İngiltere’deydi ve PSG bana harika bir teklif yaptı. Gitmek istedim. Ancelotti de oradaydı. Ama Silvio kalmamı söyledi. Sakatlandım, bu yüzden taraftarlar “Ooohh, Pato gitmek istemedi!” dediler. Basın da çıldırdı. Ben, Ne? Ben gitmek istemiştim!

2010 Dünya Kupası’nı kaçırdım. PSG hikayesi Ocak 2012’de geldi. Neredeyse hiç oynamıyordum. Mental olarak bir enkazdım. 

Kardeşim, geri gelmek için ne kadar uğraştığımı biliyor musun?

Dünyayı dolaştım dostum. Görülmeye değer her doktoru gördüm. Atlanta’da bir adam beni kendi etrafında döndürürken baş aşağı astırdı. Teşhis? Reflekslerim kaslarımla uyumlu değildi. Almanya’da bir doktor sırtıma bir sıvı enjekte etti. Ertesi gün Münih havaalanında ağrıdan kambur bir şekilde dolaşıyordum. Her sabah ve akşam bir doktor bana 20 iğne batırıyordu. Sonsuza kadar devam edecek gibiydi…

6, 7, 8 numaralı doktorlara gidiyordum… Her biri farklı bir şey söylüyordu. Ben de, “Lanet olsun, bende ne var?” diyordum.

Ağladım, ağladım ve ağladım. Bir daha asla futbol oynayamamaktan korktum. 

Bu yüzden Ocak 2013’te Corinthians’a gittim. Evet, 2014 Dünya Kupası’na gitmek istiyordum ama aynı zamanda Ronaldo’nun kondisyoneri Bruno Mazziotti ile de çalışmak istiyordum. Oraya vardığımda biyopsi yapmak için kolumdan bir kas çıkardılar. Acıdan titreyerek yatakta yatıyordum. 20 gün sonra bazı kaslarımın sakatlanmalardan dolayı kısaldığını öğrendiler. Bacaklarımın önünde arkadan daha fazla kas vardı. Bütün vücudum dengesizdi.

Tanrıya şükür, Bruno beni sağlığıma kavşturdu. 2013’ten beri sadece üç kas sakatlanmam oldu sanırım. 

Ancak Corinthians’ta işlerin bu şekilde gelişmesi üzücüydü. 

Oraya bir ünlü olarak geldim. Eşitsizliğin kötü olduğu Brezilya’da çok para kazandığınızda taraftarlar çok şey talep ediyor. Copa do Brasil’in çeyrek finalinde Gremio’ya karşı o panenka’yı kaçırdığımda, tüm suç bendeydi. Evet, korkunç bir penaltıydı ama takım arkadaşlarımın beni yumrukladığı doğru değil. Kimse bir şey yapmadı. Yine de taraftarlar beni öldürmek istedi. Silahlı korumalar ve göz yaşartıcı gaz bombalı kurşun geçirmez bir araba ile Sao Paulo’da dolaşıyordum. Antrenman sahamıza giren taraftarların elinde sopalar ve bıçaklar vardı. Korkunçtu. Futbolda yeri olmayan olaylar yaşandı.

Sao Paulo’da neden daha iyi oynadığımı biliyor musun? Bana düzgün baktılar. Orada sadece oynadım. Ama Chelsea beni aradığında hala Avrupa’yı istediğimi fark ettim. 

Ne yazık ki, aşırı korumacı olmanın bedelini bir kez daha ödedim. 

Hala anlamadım. Chelsea’nin beni altı aylığına kiralayacağını ve sonra üç yıllığına imzalayacağını düşündüm. Kiralık dönemimden sonra hayır diyebileceklerini bilmiyordum. Bilseydim? Başka bir yere giderdim. Yazık oldu çünkü gerçekten iyi antrenman yapıyordum ve teknik direktör beni sadece iki kez tercih etti. Nedenini hiç anlamadım.

Sonra insanların beni dışarı atmaya çalıştığı Corinthians’a geri döndüm. Ancak Avrupa’da kalmak istedim, bu yüzden daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım. Milan’dan tanıdığım ve Villarreal için oynayan Daniele Bonera’yı aradım. “Kemik! Benimle ilgileneceklerini düşünüyor musun?” 

Teknik direktör Marcelino bana bir anlaşma teklif etti ve ben de İspanya’ya gittim. OPA! Kendi transferimi tasarlamıştım. 

Kişiler, ilişkiler… Oyun böyle işliyordu. 

Bu benim için bir dönüm noktasıydı. Bunca yıldır Internacional’daki o çocuk gibi davranıyordum. 27 yaşında değişmem gerektiğini anladım. Kendi rolümü sergilemem gerekiyordu.

Kendi kaderimin sorumluluğunu üstlenmem gerekiyordu.

Ne yazık ki, Villarreal’de işe yaramadı ancak Tianjin Tianhai bir keşifti. Çin’e gittiğimde kız arkadaşımdan ayrıldım ve bir arkadaşımla oraya taşındım. Neden? Niye? İç benliğimle bağlantı kurmak için. Büyük resme bakmaya hiç vaktim olmamıştı: “Neyi seviyorum? Bu neden önemli?”

Akıl sağlığına ve ilişkilere odaklanmaya başladım. Bir terapistle görüştüm. Mutluluğu çok çalışarak bulmayı öğrendim. Hâlâ eğleniyordum ama futbolu bir iş olarak görüyordum, anlıyor musun? Kariyerimin her alanında sorumluluk aldım. Milano’ya İtalyanca konuşmadan gitmiştim. Çin’de yemek ve kültürü hemen öğrendim. Dairemde pirinç ve erişte bile yiyordum. 

Olgunlaştım. İyi oynuyordum. Futbolda sahada olandan çok daha fazlası olduğunu anladım ve bu çok tatmin edici geldi. 

Ama sonra yanlış yola girdim. Çin’den sonra hala bekardım; bu yüzden özgürlüğümün tadını çıkarmaya karar verdim. Los Angeles’a gittim. En iyi oteli, en iyi arabayı, en iyi partileri istedim. Ancak bir kızın hemen yanımda kokain çektiğini gördüğümde kendimi sorguladım. Aniden “Ben burada ne yapıyorum?” dedim.

İstediğim bu değildi. Boş bir dünyaydı. Bir arkadaşıma, “Hayatımın geri kalanını  gerçekten yalnız mı geçireceğim?” diye sordum.

Bu yüzden Brezilya’ya geri döndüm ve eski bir arkadaşım Rebeca’ya mesaj attım. “Takılmak ister misin?” Bir kahve içtik ve saniyeler içinde, “Evet, istediğim bu” dedim.

Onu bir daha gördüğümde, “Hadi, kiliseye gidiyoruz” dedi. 

Kilise?

Adamım, bu bir keşifti. İncil’de aradığım tüm cevaplar vardı. Başımı göğe çevirdim ve “Tanrım, artık bu hayatı istemiyorum” dedim.

O gün hayatım sonsuza dek değişti. 

O zamandan beri farklı bir gerçeklikte yaşıyorum. Geçen yıl Orlando’ya gittiğimde ve dizimden sakatlandığımda yıkılabilirdim. Ancak ertesi gün daha güçlü dönmeye karar verdim ve şimdi dizim hakkında her şeyi biliyorum. Sakatlandın mı? Doktor Pato’yu ara!

Kariyerim farklı gidebilir miydi? Kesinlikle. Ama geriye bakıp ne yapmam gerektiğini söylemek kolay. Oradayken, büyük resmi görmüyorsun. Yani, pişmanlık yok. İyi tarafından bak dostum. Ben formumdayım. Akıl sağlığım harika. Hala futbola aşığım. 

Neden üzüleyim? Bu dünyada yaşamak için sadece bir şansımız var. 

Hala Dünya Kupası’na gidebileceğime inanıyorum. Thiago Silva ve Dani Alves gibi adamlara bakın; hala iyi oynuyorlar. 

Ancak Tanrı ne derse o olur. Sadece bugün için yaşıyorum. Gerisi O’na kalmış.

Yaşlandıkça, seni neyin mutlu ettiğini anlıyorsun. Evden ayrıldığımda, futbolda istediğim her şeye sahip olduğunu düşündüm. İtalya, İngiltere, İspanya, Çin’e gittim. Acı çektim, ağladım, acıyla çığlık attım. Hep yalnızdım. 

Belki de dünyanın en iyi oyuncusu olamadım. Ama kardeşim, sana bir şey söyleyeyim. 

Ailemle harika bir ilişkim var.

Kendimle barışığım. 

Sevdiğim bir karım var. 

Gördüğüm kadarıyla, bir sürü Ballon d’Or’um da var. 

Hayat bir oyunsa, ben kazandım.

Yazan: Alexandre Pato

Kaynak: The Players’ Tribune

Çeviren: Kubilayhan Kavrazlı

Editör: Doğa Üründül

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.