Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (118): Erdoğan’ın adaylığını açıklaması, Atatürk’ün dönüşü, Kılıçdaroğlu ve Alevilik

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığını açıklamasını, Kayseri Erciyes Üniversitesi’nin bahar şenliklerinde on binlerce gencin hep bir ağızdan İzmir Marşı’nı okumasını ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması üzerinden yürüyen tartışmayı, yeni ekonomik tedbirleri ve Yunanistan ile tırmanan gerginliği değerlendirdi.

,

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Kuşkusuz, bu haftaya damgasını Erdoğan’ın adaylığını açıklaması bastı. Bu açıklamayı dün İzmir’de yaptı. Aslında hiç kimse şaşırmadı. Çok az da olsa, “Acaba aday olmaz mı?” diye spekülasyonlar vardı, ama aday olacağı büyük ölçüde belliydi ve söyledi. Ama kendi adaylığını açıklarken esas maksadı, özellikle de Kılıçdaroğlu’nu karşısına alarak, muhâlefete adayını açıklama baskısı yapmaktı. Daha sonra sosyal medyada, “Ben açıkladım. Sen de adaylığını açıkla, yoksa adayını açıkla” diye bir çıkış yaptı. Biliyorsunuz, daha önce Bahçeli, Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’nın adayı olduğunu açıklamıştı. Erdoğan duruyordu. 

Şimdi Erdoğan’ın bu açıklaması bir meydan okuyuş. Yine o klasik tâbirle, “Erdoğan rakibini yine kendisi seçmek istiyor” şeklinde yorumlandı. Açıkçası ben, burada Erdoğan’ın çok büyük bir inisiyatif almış olduğunu düşünmüyorum. Hatta pazar günkü yazımı bu konuda yazmak istediğim için, bugün çok fazla konuşup görüşlerimi yıpratmak istemiyorum. Ama bana göre bu bir zayıflık göstergesi. Sonuçta zâten Erdoğan’ın aday olacağını hepimiz biliyorduk. Ama açıklamayacaktı ve gidecekti. Belli ki, Erdoğan muhâlefetin adayının kim olduğunu çok merak ediyor ve ona göre de bir an önce kolları sıvamak istiyor. Böyle bir yorum yapmak mümkün bence. Kim olursa olsun, muhâlefetin adaylarından çok ciddî bir şekilde çekindiği kanısındayım. Sözü sana bırakayım, sen ne dersin? Bu meydan okuyuş, Erdoğan’ın gücünü mü gösteriyor?

Kemal Can: Bence gücünü göstermiyor, ama senin kadar da, Erdoğan’ın her yaptığından çâresizlik sonucu çıkartmıyorum. Çünkü şöyle bir şey var: Bu, kendi gücünü göstermiyor, ya da kendi sıkışmışlığının bunda bir payı var. Ama bence, senin de söylediğin gibi, asıl olarak, adaylık meselesinin muhâlefetin zayıf noktası olduğunu düşünüyor. Onu zorlamayı biraz daha erkene çekmiş durumda. Aslında Erdoğan’ın adaylığının dışındaki seçenekler konusunda birtakım kulisler ve söylentiler yayıldı; ama bunlar iki taraf açısından da hiç gerçekçi bulmadığım tezlerdi. Başka birinin aday yapılması, ne Erdoğan için mâkul bir seçenekti ne de iktidar bloku için başka bir aday bularak yürümek mâkul bir seçenekti. Çünkü Erdoğan, zayıflamış da olsa, çâresiz de kalmış olsa, iktidar blokunun oy desteği sağlamak için hâlâ tek enstrümanı. Eğer güçlü bir programı, güçlü bir kadrosu, güçlü bir hikâyesi olsa ve Erdoğan ayağından çekiyor olsa, böyle bir şeyden bahsedebiliriz. Ama açıkçası böyle bir durumla karşı karşıya değiliz. İktidarın böyle bir şey hazırladığının işâretini de görmüyoruz. Dolayısıyla ben onu zâten gerçekçi bulmuyordum. Erdoğan’ın adaylığını açıklamamasının taktik bir mesele olarak bir anlamı vardı. Ama senin de dediğin gibi, hiç kimse için sürpriz bir tarafı yoktu. 

Şimdi açıklaması, bence, muhâlefet tarafındaki aday tartışmalarının, kendi adaylığını açıklamadan bile biraz harâretlenmiş olması ve oradan bir fayda geleceğini umması içindi. Çünkü biliyoruz ki, iktidar asıl olarak stratejisini muhâlefetin zaafları üzerine kurmaya çalışıyor. Kendi avantajları üzerine kurabileceği fazla bir şey yok. Çünkü avantajı olan bir durum yok. Ne ekonomide ne dış politikada bir hamle üstünlüğü yaratabilmiş değil. Önümüzdeki günlerde bunun arayışlarını devam ettirebilir, ama en azından şu anki konjonktür îtibâriyle böyle bir dayanak yok. O zaman yine muhâlefete abanacak. Muhâlefet tarafında da, erken bir evrede, daha aday açıklanmadan, aday tartışmalarının ısındığını görüyoruz. İYİ Parti’de bu tür tartışmalar oldu. Daha önce CHP içerisinde de birtakım tartışmalar olmuştu. Aday meselesi üzerine hâlâ kesinleşmiş bir tutum yok. Dolayısıyla Erdoğan, aday konusunun Altılı Masa’nın nispeten zayıf bir noktası olduğunu düşünüyor ve bence orayı kışkırtmaya çalışıyor; bunu da saklamıyor. Zâten kendi adaylığını açıklar açıklamaz, aslında bunu niye yaptığını da açık etti ve Kılıçdaroğlu’nu işâret etti.

Ruşen Çakır: Biliyorsun, ben dün Sakarya’nın ilçelerinde Meral Akşener’in yaptığı faaliyetleri izledim. Tabii ki miting denemez, küçük ilçelerde halka seslendi, esnafları ziyâret etti. Sonra kendisiyle kısa da olsa sohbet etme imkânımız oldu. Orada kendisiyle yaptığımız sohbette, aday konusundaki belirsizliğin muhâlefetin yumuşak karnı olduğu izlenimini edindim. Meselâ “Erdoğan’ın adaylığını açıklamasına ne diyorsunuz?” diye sordum. Cevap vermek istemedi. “İncelemem lâzım” dedi. İrticâlen söyleyerek yanlış bir şey yapmak istemedi, çok dikkatli davrandı. Ama “Erdoğan, rakibini kendisi belirlemek ister” diye bir şey söyledi. 

Tabii orada en çarpıcı olay, Ankara Milletvekili İbrahim Halil Oral’ın bir yayında söylediği “Kılıçdaroğlu iyi insan, ama Alevî” ya da “Alevî ama iyi insan” cümlesini söylemesi. Nasıl yorumlarsan yorumla, ikisi de birbirinden beter. Meral Akşener, İbrahim Halil Oral’ın konuşmasından dolayı Kılıçdaroğlu’ndan ve Alevîler’den özür diledi. Bunu iki kere ve özellikle de milletvekilinin adını zikrederek söyledi. Nitekim İbrahim Halil Oral, bugün Kılıçdaroğlu ile görüşüp kendisinden özür diledi. Ardından Temel Karamollaoğlu da bu konuyla ilgili açıklama yaparak, bunun büyük bir kötülük olduğunu dile getirdi. Erdoğan, dünkü İzmir konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun Alevîliğini, Alevîlik lâfını kullanmadan “Kimlikle ilgili birtakım sorunlar var. Çekinme, biz Türkiye’de bu sorunları aştık” diyerek, aslında bunu kaşıyacağını söyledi. Kılıçdaroğlu’nun Alevî olması üzerinden yürüyen tartışma gündemin bir yerinde duruyor. Ahmet Şık belki Pandora’nın Kutusu’nu açtı; ama o konuşmasaydı bile, herhalde birçok yerde bu konuşulacaktı.

Bana sanki şöyle geliyor — tabii bunlar ilk izlenimler: Burası Türkiye, burada her şey mümkün, ama Kılıçdaroğlu’nun aday olması hâlinde, iktidar yanlılarının Kılıçdaroğlu’nu buradan vurmaları sanki tam tersi etki yaratabilirmiş gibi bir düşüncem ve tabii ki temennim var. Temennimin nedeni Kılıçdaroğlu seçilsin diye değil, toplumun Alevî-Sünni ayrımı meselesini aşmış olması temennisi anlamında söylüyorum. Ne dersin? Bu konu iktidârın elinde hâlâ kullanışlı bir argüman olabilir mi?

Kemal Can: Aslında bunun erken konuşulmaya başlanması, biraz rahatsız edici bir alenîlik kazanması, iki türlü etki yarattı. Daha önce seninle olan yayınlarda da, “Adını Koyalım”larda da açıkça ifâde ettim: “Zâten herkesin kafasındaki soruyu tartışmanın ne mahzuru var?” gibi bir argümanı çok mâkul bulmuyorum. Çünkü kafalarda olan şeyleri bir siyâsî rasyonel olarak ortaya koymak, her zaman meşrûluk sağlamaz. Bunu bir kenara koyuyorum. Ama bu işin böyle konuşuluyor olması ve konuşmaya kalkıp, “Ne var bunu konuşmakta?” diyenlerin sonra özür dilemek zorunda kalması, hayırlı bir şey. Netîcede bunun seçime ya da adaylık tartışmasına nasıl yansıyacağının ötesinde, bence Türkiye’de çok değişmez kabul edilen birtakım şeylerin, o kadar da kendiliğinden bir meşrûluk sağlamasının artık mümkün olmadığını düşünmek için iyi bir vesîle olabilir. 

Bu açıdan, dün Akşener’in yaptığı çıkış, bence değerli bir çıkış. Çünkü Türkiye’de bu iktidârın yarattığı ya da büyüttüğü ve üzerine yerleştiği kutuplaştırmayı bir hareket vasatı olarak kabul etmek, çok sorunlu bir şey. Bu ülkede ayrımcılığın olmadığı, herkesin özgür ve eşit muamele göreceği bir düzen yaratma iddiası ya da bunun bozulmasını düzeltme iddiası, bu tür bir vasatı veri kabul ederek, bunun gereklerine göre hareket ederek veya bunun söylenmesiyle yapılabilecek bir şey değil. O açıdan bence önemli bir şeydi. Çünkü daha önce de İYİ Parti’den bâzı isimler böyle şeyler söylemişti; ama bu son çıkış ve ona Akşener’in verdiği cevap, senin söylediğin gibi, peşinden Temel Karamollaoğlu’nun yaptığı çıkış önemli. Çünkü İYİ Partili Oral, “Sünnîler açısından Alevîlik endîşe yaratabilir” diyordu. Bu konuda en dindar, Sünnîliğin en rafine olduğu parti çizgilerinden birini temsil eden Saadet Partisi’nden Temel Karamollaoğlu’nun çıkıp buna “Büyük günah” demesi, peşinden Akşener’in isim zikrederek özür dilemesi ve bunu zinhar bir parametre olarak kabul etmediğini söylemesi çok önemli şeyler. “Yanlış söylenmiş, amacını aşmış” demiyor. Bundan bahsedilmesinin bile doğru olmadığını söylüyor.

Ruşen Çakır: Sözünü keseyim. Sen oraları iyi bilirsin, ben de az buçuk bilirim. Meral Akşener özür açıklamasını Sakarya Kocaali’de yaptı. Orası AKP’nin ve aynı zamanda MHP’nin de çok güçlü olduğu bir yer. Ben, Meral Akşener’e “Burada pek Alevî de yok. Niye bunu burada söylediniz?” diye sordum. O da “Benim mesajım esas oraya” dedi. Yani oraya derken, Ankara’yı kastediyor. Orada videolarını görmüşsündür, insanlar da Meral Akşener’in o çıkışına bayağı destek verdiler. Kayıtsız da kalmadılar. O anlamıyla da ilginçti. Gazetecilerin uzattığı mikrofona söylemek de değildi. İlk yaptığı toplantıda, yaptığı gezinin ilk ayağında ettiği ilk lâflardan birisiydi. Bu, bence daha değerli kılıyor. 

Kemal Can: Evet. Kürt meselesinde de öyle. Ben, Kürt meselesi hakkında Diyarbakır’da söylenenin değil, Yozgat’ta söylenenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Kürt meselesiyle ilgili, Türkler’e ne söylediğiniz önemlidir. Alevî meselesiyle ilgili, Sünnîler’e ne söylediğiniz önemlidir. Bu açıdan bence çok doğru biçimde, bunu mesele etme ihtimâli olan çevrelere, onların önünde bunu söylemek daha kıymetli bir şey. Çünkü gidip Alevîler’in yoğun olduğu bir yerde bu özrü dilediğiniz zaman, onlara ilişkin bir şey söylemiş oluyorsunuz. Ama özür, aslında özür dilenen ve yanlışı yapana mesaj içermesi gereken bir şey. Bence o yüzden de, Akşener, sâdece özür dileyerek değil, onun biçimsel birtakım sembolleri açısından da etkili olmasını sağlayacak şekilde isim söyleyerek açıkça ifade etmesi, dediğin gibi tamâmen başka bir coğrafyada bunu söylüyor olması, gazetecilere soru-cevap şeklinde değil, bunu meydandan insanlara söylemesi önemli şeyler. 

Deminki soruna dönersem, bu tartışmanın, bir tarafıyla iktidârın bu meseleyi kullanma alanını da daraltan, muhâlefet tarafında da, “Ne var? Bunu da bir hesâba katalım” diyenlerin argümanlarını da zayıflatan bir işlev kazandığını düşünüyorum. Ama bir yandan da, Erdoğan’ın “Şimdiden zor duruma mı girdin? Biz burada da sana destek veririz” gibi hafif alaycı tavrından anladığım kadarıyla, muhâlefet cephesinde bunun lâfı edilir olmasının da, bu tartışmalar vesîlesiyle bir rahatsızlık verdiğini düşünüyorum. Alevîler açısından elbette ki rencîde edici bir tarafı var. Ama ben tam tersine, bu tartışmaları muhâlefetin iddiası açısından rencîde edici buluyorum. Açıkçası Meral Akşener’in reaksiyonunun da yüksek olması bu yüzden. Evet, Alevîlerden özür diledi, ama hemen ardındaki cümlede, “Bütün Türkiye’den özür diliyorum” dedi. Çünkü aslında bu, muhâlefetin değiştirmeyi iddia ettiği şeyi zayıflatan bir şey. Herhangi birinin bir ayrımcılığa uğrayacağı bir toplumsal vasatı, “Bunu kafanızın arkasında gezdirebilirsiniz, ama bunu bir konuşalım” diye ortaya koyup tartışmaya başlamak, iddiayı zayıflatan bir şey. Bu açıdan, bu meselenin erken tartışılmasının iki taraflı bir fonksiyonu oldu. Hangisinin daha etkili olacağını bize süreç gösterecek. Tabii aday netleşince daha belirgin olarak göreceğiz.

Ruşen Çakır: Kemal, Çarşamba günü “Adını Koyalım”da konuşurken, daha sonra Erciyes Üniversitesi ve başka üniversitelerdeki Atatürk meselesi ve İzmir Marşı konusunda bir yayın yaparız dedik. Tabii ki esas mesele, Atatürk fenomeninin, özellikle gençler arasında çok örgütlü değil de spontane bir şekilde kendiliğinden bir damar bulmuş olması. Ben bu konuda bu hafta bayağı bir şeyler söylediğim için çok konuşmayayım. Önümüzdeki hafta ya da bir sonraki hafta “Adını Koyalım”da bu konuyu ele almadan önce, sen ne demek istersin? 

Benim burada gördüğüm en önemli husus şu. Geçenlerde yazdığım yazıda da “İslâmcılar Atatürkçülüğü yendi, ama Atatürk’e yenildi” diye belirtmiştim. O arada bir fark olduğunu, Ergenekon dönemlerindeki Cumhuriyet mitingleriyle –ki biliyorsun, onlar büyük ölçüde örgütlüydü– şimdiki Atatürk’e sâhip çıkma tezâhürlerinin çok farklı olduğunu, yukarıdan aşağı değil de aşağıdan yukarı bir hareket olduğunu, o anlamda da önemli olduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin?

Kemal Can: Bir fark olduğunu düşünüyorum, ama o dönemki şeylerin de tamâmen yukarıdan aşağıya olduğunu düşünmüyorum. Özellikle o dönemde, Cemaat’in peşinden gelen Ergenekon dâvâlarıyla birlikte, “vesâyetin son savunması” gibi lanse edilen bir şey. Ama orada da tamâmen boş bir alanda, tamâmen manipülatif bir şey olduğu kanaatinde değilim.

Ruşen Çakır: Daha çok şunu söylemek istiyorum: Tabii ki toplumsal bir karşılığı vardı; çünkü o kadar insanı sokağa dökebilmek mümkün değil. Tabii ki bir karşılığı vardı. İnsanların kaygıları vardı. Bu kaygıların da hiç de haksız olmadığı iyice ortaya çıktı, o ayrı. Ama buradaki esas meselenin bir iktidârı paylaşma meselesi olduğu, eski iktidar sâhiplerinin direnişine sivil ayak yaratma çabası olduğu kanısındayım. Oradaki organizasyon olmasaydı nasıl seyrederdi bilmiyorum. Çok daha sâhici bir şekilde seyredebilirdi. Ama buradaki olayı tamâmen kendiliğinden gelişen bir şey gibi görüyorum. Herhangi bir güç odağının desteği, teşviki gibi bir olay yok bence.

Kemal Can: Tabii. Genel olarak muhâlefetteki seküler ton çok daha baskın ve belirgin hâle geldiği için, oradaki sembol arayışında ideolojik yapıştırıcı olarak tabii ki Atatürk imgesi çok daha öne çıkmış durumda. Bunun aslında bir de karşı tarafı var: İktidar bloku da, Cumhuriyet mitinglerinin olduğu dönemde, doğrudan Kemalizm’e ve dolaylı olarak Atatürk’e, vesâyetin sembollerinden biri olarak işâret eden bir tutum da alıyordu. Ama şimdi, İslâmî doz artmış olsa bile, dindarlaştırma ya da devlette dini hâkim kılma konusunda daha fütursuz hamleler yapılıyor olsa bile, vesâyet veya başka şeylere ilişkin saldırılarını genellikle Atatürk’ten ayırarak, daha başka kadrolara, CHP’ye, İsmet İnönü’ye yansıtmak, hatta MHP’yi ortak aldıktan îtibâren, Atatürk’ü o cepheden ayırarak, CHP’yi yeterince Atatürkçü olmamakla eleştirmek gibi bir yola doğru gittiler. Muhâlefet içinde bunun daha çok işe yarayacağı fikriyle böyle bir pozisyon aldılar. 

Ama ben bunun tam da bekledikleri sonucu vermediğini düşünüyorum. Muhâlefeti, özellikle de CHP’yi ve İYİ Parti’yi, “yeterince Atatürkçü olmamakla” suçlayarak orada bir zayıflama yaratabileceklerini ve çatlama oluşturabileceklerini, hattâ kopan partiler de olduğu için bunu hızlandırabileceklerini düşündüler. Ama şu anda, dediğin gibi aşağıdan yukarıya doğru, tekrar Atatürk imgesini öne çıkartan kuvvetli seküler bir dalga üretilmiş durumda. Bunu, bâzı anketlerde CHP’nin genç seçmende de taban bulmaya başladığına ilişkin işâretler de doğruluyor. Özellikle genç kesimlerde çok uzun zamandır tartışılan “genel dindarlaştırma ya da dindar nesil üretme” çabasının tam ters etkiler yaratmaya başladığını, orada seküler reflekslerin ve özellikle özgürlük zeminindeki ihtiyâcın, kentlerde ve kıyılarda daha baskın olmak üzere daha belirgin hâle geldiğini görüyoruz. Genelde yeni nesil îtibâriyle bu dalga yükseliyor. Ama ben, mitingler veya Erciyes Üniversitesi’nde gördüğümüz türden tabloların üzerinden okumaktan çok, alanda bunu takip etmenin ve nasıl işlediğini görmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Anketlerdeki bâzı şeyler, bu konuda bana daha çok veri sağlıyor. Çünkü öbürü yanıltıcı olabiliyor. Çünkü kuvvetli bir motivasyon, kuvvetli bir sembol arayışı –tıpkı 2018’de Muharrem İnce mitinglerinin büyük bir ivme oluşmuş intibâı vermesi gibii ya da senin örneğini verdiğin Cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi– bu tür şeyleri yaratabiliyor. Ben, diğer verilerle de birleştirince, bunun daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burada ilginç bir şey gözlemledim — bugün sahada Akşener’le ilgili izlenimlerimi değerlendirdiğim yayında da biraz bahsettim: En son çıkan araştırmada CHP, ilk kez oy kullanacak olan gençlerde açık ara önde. Hatırlarsan, AKP ile İYİ Parti çok düşük gözüküyordu. Benim gördüğüm üç ilçede de gençler vardı, ama çok azdı. Tabii bu tek başına gösterge değil, bunlar küçük ilçeler. Ama eninde sonunda sâha yani. Meral Akşener’in etrafında olanlar, izleyenler ya da onunla sohbet edenler, konuşmaya çalışanlar, daha çok orta yaş ve orta yaş üstü insanlardı. O ilginçti. Aklıma hemen o anket geldi. Normal şartlarda, Ülkü Ocakları’ndan yetişmiş gençlerin bir kısmını da çekmiştir herhalde diye varsayıyoruz. Mesela orada ülkücü kökenli birçok insanla karşılaştım, sohbet etme imkânım oldu; ama onlar da genellikle iş güç sâhibi, belirli bir yaşı bulmuş, otuz ve üstü yaşlarındaki insanlardı. Meral Akşener’in başka faaliyetlerini de izlemek istiyorum, oralarda bir karşılaştırmak istiyorum; ama ilk izlenimlerim, gençlerin çok da belirgin olmadığı şeklinde. Ama kadınlar çok belirgin; başörtülü, başı açık fark etmiyor. Orta yaş ve orta yaş üstü çok belirgin, ama gençler çok zayıftı. Belki oraya özgüdür, bilmiyorum. Ama yine de bir gözlem.

Kemal Can: Bunun işâretlerini kampanyalar başlayınca, diğer partilerin mitinglerinden de biraz daha net görürüz. Ben, gençlerin siyâsete katılım biçimi olarak mitingleri araç olarak görmemesiyle de bir ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Gerçi senin izlenimlerin, İYİ Parti için düşünürsek, anket verileriyle de doğrulanıyor. Tabii ilerleyen zamanlarda kampanyanın derinliğine de bakmak lâzım. Ama ben, yeni nesil seçmenin, belki seçim döneminde de mitinglerde çok boy göstermiyor olmasını şaşırtıcı bulmayacağım. Çünkü miting, biraz eski tip bir siyâsî iletişim alanı. Erciyes Üniversitesi’ndeki olayın ilginçliği, bir miting olmaması ve bir gençlik organizasyonunda öyle bir havanın oluşması. Gençlerin bu tür buluşma imkânları, yasaklamalarla çok fazla sınırlanıyor. Ama ben asıl olarak, gençlerin, birtakım siyâsîlerin yarattığı temâşâlara nasıl katıldıkları üzerinden değil, kendi doğal atmosferlerinde siyâsetle nasıl ilişki kurduklarına ilişkin gözlemleri daha önemli buluyorum. Bu konuda da elimizde çok fazla veri yok. Çünkü dediğim gibi bir sürü üniversitenin festivalleri yasaklandığı için, gençlerin kendiliğinden bir arada bulundukları alanları da çok görmüyoruz artık.

Ruşen Çakır: Bu söylediklerin doğru, ama yine de biz boomer olarak mitinglere bakalım. Meselâ biliyorsun, en son Maltepe mitinginde, “yaşlılar vardı” diye konuşuldu. Ama ben mitinge gittim ve orada çok sayıda genç insan gördüm. Daha doğrusu genç insanların bâzıları gelip benimle konuştular. Medyascope’tan biliyor ve izliyorlarmış. İlginç bir şekilde, kendisini CHP’li olarak görmeyen ama CHP’ye önem atfeden, yeni tür politize olmuş gençlerle karşılaştım. Kendisine liberal diyor, başka bir şey diyor, ama CHP’ye ve Kemal Kılıçdaroğlu’na önem atfediyor. Muhtemelen oy da verecekler. Ama CHP kimliğiyle değil, merak ettikleri için Maltepe mitingine gitmişler. Bir de, oradaki organizasyonda çok ciddî sayıda CHP Gençlik Kolları görevlileri vardı. Orada İstanbul örgütünün gençlik ve kadınlar konusunda ayrı bir çalışma yaptığı da görülüyor. Tabii ki esas olarak kendi mecrâlarında yaptıkları işlerdir, ama onun dışında siyâsî partilerin gençlere ne denli ulaşabildiği önemli. Meselâ Erdoğan’ın gençlerle arada sırada yaptığı toplantılar, sohbetler var. Açıkçası bunların hepsi, zamanında Sovyetler Birliği dönemindeki kurgulanmış şeylere benziyor. Herkes bir şey yapmaya çalışıyor, ama sâhici olan daha tam olarak netleşmiş değil. Fakat yine de söyleyeyim: İYİ Parti’deki o kadar dinamizmin içerisinde genç noksanlığını bir not olarak düşeyim. 

Kemal, son olarak biraz ekonomiden bahsedelim. Ben her ne kadar Boğaziçi İktisat bölümüne girip okuldan atılsam da, ekonomiden çok anlamıyorum. Ama herhalde sen Mülkiye’de biraz daha fazla okumuşsundur. O büyük şey beklendi. Ne beklendi? Süper bono beklendi, değil mi? Ama sonra gelir endeksli senet çıktı. Meselâ, Hazine Bakanlığı’nın Gelire Endeksli Senetlerin İhrâcı Hakkında yaptığı açıklama için Mahfi Eğilmez de “Ben bir şey anlamadım” diyor. O gelir ne geliri? Neyin geliri? Bunu tam anlamak mümkün olmadı ve çok büyük beklentiler yarattılar. Tedbirler silsilesi… Ama sonuçta insanların, “Ya, işler çok kötü gidiyordu; ama şunu yaptılar, biraz toparlanıyoruz galiba” diyebilecekleri bir şey olmadı.

Kemal Can: Olmadı. Bir de şöyle bir tuhaflık var: Önce, “Sonra açıklayacağız” diye bir şey açıklıyorlar. Sonra açıkladıkları şeyde, “Bunun ne geliri olacağını sonra söyleyeceğiz” diye bir açıklama yapılıyor. Zâten neredeyse aylardır –hattâ iki yılı buluyor– sürekli bir ay, iki ay, üç ay, altı ay gibi atıla atıla giden ve her şeyin biraz daha düzeleceği bir gelecek vaadi var. O sürekli güncelleniyor, ama hiçbir zaman gelmiyor. Dün yapılan hikâyede “tedbir” diye açıklanan şeylerde, aslında yeni yatırım enstrümanı uydurulmuş durumda. O enstrümanın da, pek çok yorumcunun işâret ettiği gibi neye benzediği, ne işe yarayacağı belirsiz. 

Ama daha önce Bakan Nebati’nin, önce ağzından kaçırmış gibi yaptığı, ama sonradan düzeltip açıkladığı şey, uygulamada olan bir şeyi çok net teyit ediyor. O da şu: Aslında son düzlükte değil, pandemiden îtibâren “tedbir” diye ortaya koyulan şeylerin tamâmı, parası olan, çarkın içerisinde işlemeye devam eden ve oradan para kazanan, durumunu koruyan kesimlerin rahatsız edilmemesi ve onun devam etmesi üzerine kurulu. Yani aslında zorlananlara ilişkin bir tedbir burada da yok. Meselâ açıklanan enstrüman, yoksul olanın, zorlananın hiçbir işine yaramayacağı gibi, ancak parası olup da şu veya bu nedenle parasını sisteme katmaktan imtinâ edenin ikna edilmesi yada teşvik edilmesiyle ilgili. 

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir şey var: Daha önceki Kur Korumalı Mevduat meselesinde de, o garantinin temini için Hazine’den para veriliyordu. Hazine ne demek? Vatandaş. Yani burada yine her ne kadar tam olarak ne olduğu anlaşılmasa da, parası olana diyor ki: “Gel bu bonodan al, bunu alabilmek için paran olması lâzım. Sana iyi bir karşılık vereceğiz.” Karşılık vermek de, aslında fâiz vereceğiz demek. Bir taraftan, “Fâizleri indirmeye devam edeceğiz” diye bir söylem var. Öteki taraftan adı konmamış bir fâiz var. O fâizi ya da aradaki farkı kim karşılayacak? Hazine. Vatandaştan doğrudan ya da dolaylı alınan vergiler üzerinden, vatandaştan alınan paralar. Sonuçta büyük bir kalabalıktan alıp, az sayıdaki insana dağıtma olayı yaşanacak.

Kemal Can: Kur Korumalı Mevduat mesesinde de aynı şey vardı, bu hikâyede de aynı şey var, gelir garantili ihâle sisteminde de aynı şey var.  Sâdece bugün insanların cebinden para alıp birilerine aktarmakla yetinmiyorlar, bütün ülkenin geleceğini de önden satıyorlar. Aslında memleketin emlâkı, bütün varlığı, kaynakları, şunları bunları, döviz uygulamasıyla son derece değersizleştirip kelepir satışa çıkartılmış durumda. Artı, bu ülkenin yoksul, dar gelirli, sâbit gelirli insanlarının ve özellikle de çalışanlarının, son iki yılda millî gelirdeki payı dehşet verici biçimde düşmüş durumda. Daha önce örneği görülmedik bir hızla erimiş durumda. Bu erime onların kaybettiği birilerine aktarılıyor. Aslında hiçbir şey kaybolmuyor, birilerinin cebinden çıkıp başka bir yere gidiyor. 

Aslında bu çıkardıkları şey, bir iç borçlanma enstrümanı. Mahfi Eğilmez’in de söylediği gibi, fâizden imtinâ eden birilerini de iknâ edecek, fâiz demeden fâiz veren, tıpkı Kur Korumalı Mevduat Hesabı’nda olduğu gibi, parası olana gelir garantileri sağlayan, çarkı döndüren, ama çarkı birilerinin kaybından alınan parayla döndüren bir sistem. Dışarıdan çok fazla kaynak bulunamadı, içeriden bir kaynak temin edilmeye çalışılıyor. O kaynağı temin ederken de ona verilen garantiler, aslında bu ülkenin insanlarının, bu ülkenin varlığının geleceğini de ipotek altına sokarak yapılıyor. Böyle bir sistem işliyor. Geçen haftaki “Adını Koyalım”da da söylemiştim, bunun beceriksizlik tarafları tamam da, şu becerilen kısmı da çok hafif bir şey değil. Beceriksizlikle uğratılan zararla, tam da beceri işi olan zarar, artık kafa kafaya gelmeye başladı diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, bitirirken Tarhan Bey’e (Erdem) saygımızı bir belirtelim. Sen İstanbul dışındasın, ben yarın cenâzeye gideceğim.

Kemal Can: Tarhan Erdem, hem bir insan olarak hem bir araştırmacı olarak, hem bir siyâsetçi olarak, hem bir büyüğümüz olarak, hem bir fikir insanı olarak, hem bir demokrasi mücâdelecisi olarak, çok yönden, çok çok özel bir insandı. Kendisini şahsen tanıdığım için çok mutlu olduğum insanlardan biriydi. Çok değerli deneyimlerinden faydalanma imkânım olduğu için mesut hissediyorum. Ama her zaman erken kayıp olacaktı ve ne yazık ki kaybettik. Türkiye önemli bir değerini kaybetti.

Ruşen Çakır: Hepimizin üzerinde çok emeği vardır. Söylesek bunu asla kabul etmezdi. Ama gerçekten öyleydi. O farkında değil, ama ben ondan çok şey öğrendim. Bir de şöyle bir husus vardı, herhalde sen de bunu onaylayacaksındır: Tarhan Bey “Ha ha tabii, tabii” yapmazdı, çatır çatır tartışırdı. Ama çok iyi dinlerdi, çok güzel sorular sorardı ve hiç de, gönül alayım diye suyuna gitmezdi. Böyle bir huyu vardı ve o çok önemliydi. Çünkü bizden yaşça büyük olan birtakım insanlarla sohbetlerimizde öyle şeyleri çok yaşamışızdır. “Çok güzel söylüyorsun” deyip, bir anlamda pohpohlarlar; o size gaz verir. Ama Tarhan Bey’le, İngilizce tâbiriyle hep bir challenge, hep bir tartışma hâli vardı ve bunları da hep çok kibar bir şekilde yaptığı için rahatsız da olmazdık. Meselâ ben hiç öyle rahatsız olmazdım. Gerçekten çok büyük bir kayıp. Her ölüm erken bir ölüm. En son kendisiyle bir-iki ay önce telefonla bir konuşma yapmıştım. Sohbet etmiştik. Hep yayına çıkartmak istiyorduk, o da “Artık benden geçti” diyordu. Neyse… İnşallah KONDA onun adını hep yaşatacak şekilde, istikrarlı bir şekilde yoluna devam eder diyelim. Tekrar kendisine rahmet dileyelim.

 Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını değerlendirdik. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.