Adını Koyalım (56): İktidarın bir yol haritası var mı?

“Kılıçdaroğlu’nun hamlelerine iktidar ne cevap verecek?”, “Baskın seçim olur mu?” Ruşen ÇakırAyşe ÇavdarKemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘da değerlendirdi.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la haftanın önemli konularını tartışacağız. Kemal Can stüdyomuzda. Merhaba Kemal. 

Kemal Can: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Burak ve Ayşe uzaktalar. Burak Ankara’da, Ayşe Berlin’de. Merhaba arkadaşlar. 

Özpek- Çavdar: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Bu hafta biraz iktidâra odaklanalım. “İktidârın bir yol haritası var mı?” sorusu üzerinden gidelim. Burak, önce seninle başlamak istiyorum. Geçtiğimiz pazar günü Altılı Masa Gelecek Partisi’nin ev sâhipliğinde toplandı. Kılıçdaroğlu’nun üst üste hamlelerini gördük. Bu hamlelere verilen cevapları pek konuşmadık. Daha önce Kılıçdaroğlu ve muhâlefeti epeyce konuştuk. Bugün bakacak olursak, Kılıçdaroğlu’nun bu hamlelerine Erdoğan başta olmak üzere iktidar nasıl cevap verdi ya da vermeye çalıştı? İktidar bundan sonra ne yapabilir? Çünkü ekonomi her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Enflasyon yükseliyor, döviz kurları mâlûm. Hepsini görüyoruz. Bir de tabii, daha çok muhâlefetin dillendirmeye başladığı, Kasım ayında baskın seçim ihtimâli var. İktidarın yol haritası deyince, insanların aklına hemen baskın seçim geliyor. İktidar nasıl bir pozisyonda? Ne dersin Burak?

Burak Bilgehan Özpek: AKP hükûmeti ekonomi yönetimini belirlediği sürece, uygulanan ekonomi politikası ne kısa vâdede ne orta vâdede hiçbir şekilde olumlu bir sonuç vermeyecek. Ekonomiyi iyileştirerek, refahı artırarak, bizim genel îtibâriyle “hizmet siyâseti” dediğimiz, bütün ulusun bireylerine olumlu bir şekilde yansıyacak politikalar üreterek AKP’nin oyunu artırması, koruması veya Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde şanslı aday olarak görülmesi mümkün değil. Bunu kabul etmemiz lâzım. Çünkü ortada enflasyonla mücâdele etmeyen bir hükûmet var. Şu anda hükûmetin önceliği enflasyonla mücâdele etmek değil. Enflasyon çok demokratik bir şey. Çünkü herkesi eşit olarak etkiliyor. Siz belli toplumsal sınıfları enflasyondan bağışık kılamıyorsunuz. Fiyatlar birbirini tetikliyor ve genel îtibâriyle insanlar daha az tüketmeye başlıyorlar. Bu, insanların genelinde büyük bir memnuniyetsizlik yaratıyor. 

Tabii burada hükümetin elindeki medya gücüyle, bu kötüye gidişin sorumluluğunu kendi üzerinden atabilme becerisi var. Bunu dış güçlerle açıklayabilir, Ukrayna-Rusya savaşı ile açıklayabilir, sabah akşam propaganda yapabilir veya krizi önemsizleştirmeye çalışabilir. Ama insanlar tüketmek zorundalar. Çok temel gıda maddelerinin fiyatlarının arttığını görüyoruz. İnsanlar yaşamakta çok zorlanıyor. AKP sorumluluğu kime atarsa atsın, bu ekonomik kötü gidişten sorumlu olduğunu hatırlatmak gerekiyor. İnsanların büyük bir kısmı, bu sorundan hükûmeti sorumlu tutuyor. Zâten olaylar da gözümüzün önünde gerçekleşti. Doların birdenbire fırlaması, Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, Tayyip Bey’in yüksek sesle sâhip çıktığı faiz-enflasyon ilişkisine dâir teorisi hepimiz tarafından görüldü. Dolayısıyla, hükûmet buradaki sorumluluğundan kaçamayacak. Ve ülkeyi daha iyi yöneterek kazanma gibi bir şansı yok. Bu, beraberinde hangi stratejiyi uygulayacağını tartışmayı getiriyor. Eğer daha iyi yöneterek iktidârını sürdüremeyecekse, muhâlefetin daha kötü duruma düşmesi sâyesinde, yani kendisini ehven-i şer olarak sunarak seçimlere gidecek muhtemelen. 

Bunun da çeşitli yöntemleri var: Birincisi, otoriterlik seviyesinin artması. Otoriterliğin sâdece muhâliflerin sinmesi için değil, aynı zamanda muhâliflerin kendi arasındaki koordinasyonun da tahrip edilmesi için kullanılması. Demek oluyor ki, bir bütünleşik cephe içerisinde, Tayyip Erdoğan yönetimine son verme amacıyla bir araya gelen toplumdaki çeşitli kesimler, bir birliktelik arz edebilirlerse, bu hükûmet yıkılacak. Dolayısıyla yapılması gereken şey, bir şekilde otoriterliğin dozunu artırarak bu insanları sindirmek ve sindirirken de, birbirleriyle kurdukları diyalogları tahrip etmek. Bundan sonraki stratejinin bu olduğunu düşünüyorum. O yüzden, 6 Kasım’da veya Nisan’da veya Haziran’da yapılacak bir seçimin, zamanlamasından önce, Türkiye’nin seçime giderken olağanüstü koşullarla tanışmaması ve olağan bir şekilde gündelik hayat problemlerini tartışarak, gündemini saptırmadan, hükûmetin beceriksizliklerine odaklanarak gitmesi gerekiyor. Yani, artık muhâlefet partilerinin görevi seçimi erkene çekmek değil, seçimin olağan şartlar altında ilerlemesini sağlamak ve bir şekilde sandığı halkın önüne getirmek. Çünkü Kasım’la Haziran arasında çok da büyük bir fark yok açıkçası. Bunu yaparken de, muhâlefeti bir araya getiren gündemler var. Bu gündemler, insanların ideolojisinden, kimliğinden, tercihlerinden bağımsız, onları eşit olarak etkileyen gündemler. Ekonomi gündemi bunlardan bir tânesi. Adâletsizlik gündemi bunlardan bir tânesi. Sistemin keyfîleşmesi ve insanların kendilerini mağdur olmuş hissetmeleri bunlardan bir tânesi. Bu mağduriyet, ekonomik sıkıntılar ya da devletin kurumsal niteliğini kaybetmiş olmasının yarattığı 2. sınıf vatandaşlık hissi aslında muhâlifleri birleştiren bir şey. Bu yüzden bu konuları konuşmak çok etkili. Meselâ, “128 milyar dolar” kampanyası çok etkiliydi. Çünkü bu kampanyada, hangi kimlik grubundan, hangi ideolojiden olursanız olun, tepki göstermek zorundasınız. Çünkü bu ülkenin kaynakları, Ekonomi Bakanı’nın birkaç aylık şovu için hebâ edilmiş. Dolayısıyla bu, insanları bir araya getiren bir şey. Ya da liyâkatsiz, partizan bürokratların açıklamaları muhâlefeti bir araya getiren bir şey. Hükûmet bunu engellemek için, bizim son zamanlarda gördüğümüz bir strateji izliyor. Bu strateji de, muhâlefet içerisinde sırtını yasladığı, güvendiği üç tâne dağ üzerinde yükseliyor. Benim teorim, ultra milliyetçilik, ultra Kemalizm ve etnik Kürt milliyetçiliği, muhâlefet içindeki uyumu bozmak için çok kullanışlı enstrümanlar. Muhâlefeti esir alan söylemi gasp etmek ve muhâlefet partilerinin dengesini bozabilmek için, bu enstrümanları çok etkin bir şekilde kullanıyor. 

Nisan ayı ile başlayan sığınmacı gündeminin, oldukça yapay, sosyal medya ajanslarıyla dijital platformlarda kiralanmış fenomenlerle köpürtülmesi ve bir şekilde, insanların bu konuda herhangi bir rasyonel teknik tartışma yapmadan, caps’ler ve küçük video-klipler üzerinden, henüz daha bir bilgi geliştirme sürecini kitap okuyarak veya insanlarla konuşarak tecrübe elde ederek yaşamamış ergenleri etkilemeye çalışması ve büyük bir gürültü yaratması, bu stratejinin ilk ayağıydı bence. Yine, Aynur Doğan konserinde gördüğümüz CHP’nin Kemalistliğinin sorgulanması, bu konuda koparılan fırtına, açıkçası bu stratejinin gereğiydi. Bir sonraki aşamada, HDP’nin kapatılması gibi bir olguyla karşılaşacağız. Bu olgu gerçekleştiği anda, herkes Kemalistlerin ve İYİ Parti’nin gözünün içine bakacak. Onların bu konuda alacağı tavır, aynı zamanda Kürtler arasında, “Seçime katılıp muhâlefete entegre mi olmalıyız, yoksa seçimi boykot mu etmeliyiz?” tartışmasını tekrar harâretlendirecek. 

Ben böyle bir strateji olduğu düşünüyorum. Bugün, İçişleri Bakanı’nı yumruklamak için Kızılay’a giden bir siyâsî parti genel başkanının, serbest bir şekilde, hiçbir şey olmamış gibi hayâtına devam etmesi, bana, sâdece bugün için piyasada tutulduğu izlenimini veriyor açıkçası. Çok kitabın ortasından konuşuyorum ama, bunu daha estetik bir şekilde ifâde edemeyeceğim doğrusu. Bugün sosyal medya sohbet odalarında örgütlenen düşük IQ’lu yüzeysel bir faşizmin, tam olarak İYİ Parti’nin dengesini bozmak, onun HDP’nin kapatma dâvâsına karşı vereceği demokratik ve hattâ kurumsal devlet perspektifinden tepkiyi eleştirmek, korkutmak için ayakta tutulduğunu düşünüyorum. CHP’nin, artık Mustafa Kemal’in partisi olmadığı propagandasının tam olarak bunun için yapıldığını düşünüyorum. Bunlar yapılarak, CHP’nin ve özellikle İYİ Parti’nin dengesi bozulmaya çalışılıyor ki, HDP kapatma dâvâsına karşı suskun bir muhâlefetin, HDP’yi seçimlere sokmayacak, daha etnik politika yanlısı Kürt siyâsetçilerin önü açılsın.  

Ruşen Çakır: Sen de görmüşsündür belki, ATV’nin bir dizisinde bayağı bayağı Öcalan’lı bir propaganda yapılmış. Oyuncu da çok benziyor Öcalan’a. Hattâ bugün Akif Beki, “Bu herhalde seçim yatırımı” diye yazmış. Başka bir televizyon kanalında gösterilse, kanal ânında kapatılırdı. Böyle tuhaf bir durum da var. 

Burak Bilgehan Özpek: Bundan birkaç ay önce, Sayın Cumhurbaşkanı, “Demirtaş’ın cezâsını Öcalan kesecek” gibi bir beyânatta bulundu. Bunun üzerine çok konuşmadık. Ama yerel seçimlerden önce yaşadığımız tecrübe, bize bazı şeyleri söylüyor. Hepimizin konuştuğu Öcalan’ın mektubu veya Osman Öcalan’ın TRT’ye çıkartılması çok tartışılıyor. Ama o mektubu okuyan veya Öcalan röportajının metnini inceleyen çok az insan gördüm. Açık açık CHP adayına oy verilmemesi gerektiğini söylüyorlar. Bu, muhâlefet partileri HDP’nin kapatılmasına tepki vermezse, zemin bulabilecek bir görüş. Sizin bir siyâsî partinizin kapatılması muhâlefet aktörleri tarafından umursanmıyorsa, sizin de muhâlefetle berâber ayrı bir cephede yer almanız ve siyâseten, onların bir sonraki dönemki çıkarına hizmet edecek bir pozisyonda bulunmanız çok gereksizdir. Sizi gereksiz yere riske atar gibi bir söyleme de zemin oluşturur. Peki, “Bunu diğer muhâlefet partileri yapsın” diye ne yapılıyor? Dikkat ederseniz, son zamanlarda köpürtülmeye çalışılan öfkeli genç Türklerin ergen faşizmi, hayatı üç beş saniyelik küçük videolardan ve caps’lerden gören ve bunun üzerine bilgi ve ideoloji geliştiren sığ bir milliyetçilik ve sığ bir muhâlif halk inşâ ediliyor. Daha önce de konuştuk, Ernesto Laclau’nun kurgusal yaratılan halk meselesi, sâdece popülist liderin destekçileri için değil, aynı zamanda muhâliflerin de söylemlerini değiştirmek için bir şekilde kurgulanıyor. Bunun için sosyal medya fenomenlerine, YouTube şovmenlerine çok para harcanıyor. Bunları büyük bir keyifle izleyene, hayâtını bilgisayar oyunuymuş gibi geçiren ve siyâseti de bilgisayar oyunu gibi ele alan bir genç kitle var. Muhâlefetin bunlardan korkmaması, bütünlüğünü muhâfaza etmek için daha aklı başında davranması gerekiyor. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Geçtiğimiz hafta Canan Kaftancıoğlu olayını yaşadık. Ekrem İmamoğlu’nun ilk duruşması bugündü. Dâvâ Eylül ayına ertelense de, ilk duruşmada İmamoğlu’na bir cezâ çıksa insanlar şaşırmayacaktı. Suriye’ye operasyon iddiası vardı, ama çok güçlü birtakım haberlere göre, ertelendiği söyleniyor. Bütün bunları, iktidârın –varsa– bir yol haritası içerisinde görebiliriz sanki. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Elbette. Hemen hemen Burak’la benzer bir hatta gideceğiz. Şimdi yaz ayı geldi ve İstanbul’dan Berlin’e çok arkadaşım gelmeye başladı ziyâret için. Havayı biraz da onlardan dinlemek için sık sık görüşüyorum onlarla. Ben, sosyal medyada yaratılan havanın bu kadar belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Neyin belirleyici olduğunu biraz sonra söyleyeceğim. Ama önce Burak’a katıldığım yeri söyleyeyim: AKP’nin ortaya koyduğu manzaraya bakarak, “İktidar erken bir tarihte seçim yapmak istiyor mu?” diye sorduğumuzda, aslında çok karışık mesajlar aldığımı söyleyebilirim. Ben onların da kafalarının çok karışık olduğunu, bilemediklerini, biraz çâresizlik içinde çırpındıklarını düşünüyorum. Bunun bir sürü sebebi olabilir. Sâdece anketler değil, özellikle ekonomiyi çözemedikleri için ve çözme konusunda da gerçekten bir vaatte bulunamadıkları için; Ekonomi Bakanı dedikleri insanın, “Şimdi uyuyun, altı ay sonra uyandığınızda bambaşka bir enflasyonla karşılaşacaksınız” demesi dışında doğru dürüst bir şey söyleyemedikleri için, onların da kafalarının karışık olduğunu düşünüyorum. 

İşin başka bir tarafı daha var: Ekonomiyi düzeltmek için kaynak da bulamıyorlar. Çünkü ortaya koydukları ekonomik performans, kimseye, bence en yakın dostlarına bile güven vermiyor. Sakarya Karasu’da 2019 seçimlerinden önce büyük bir gösterişle açtıkları kocaman bir fabrikanın kapandığını ve söküldüğünü gördük. Açıldıktan sonra elden ele dolaştırdıkları bir yatırım bu. Yerine konut yapılacağına dâir söylentiler var. Yani zamânında ektikleri tohumlar da bir türlü cevap vermiyor. Şimdiye baktığınızda, önerdikleri bir çözüm de yok. Burak’ın bahsettiği gibi, enflasyonu da çözmüyor, çözmek istemiyor. Gene “anurunda” devam ediyor. Bayburt civarında kullanırlar bu kelimeyi. Ekonomiye baktığımızda, bir seçim hazırlığı görmüyorum. Bugün doğalgaz ve elektriğe yine bayağı astronomik zamlar geldi. Zamların nasıl temsil edildiğine baktığımız zaman, en üst düzeyde “Kurusuna, sulusuna ayrı zam yapıyoruz. Sersefil, aç geziyor, ama içkisinden vaz geçmiyor” diyen, “Ben sizden oy istiyorum” anlamına gelmeyecek, hattâ “İstemiyorum. Ben ülkeyi böyle yönetiyorum” diyen bir idâre var. 

Erdoğan başka türlü seçim hazırlıkları yapıyor. O seçim hazırlıkları için bizim siyâsî literatürümüzde “Sopalı seçim” denilen çok güzel bir lâf vardır. İttihat ve Terakkî’nin 1912’de yaptığı erken seçim için kullanılır. Bence, 2015 Haziranı’ndan beri yaptığımız bütün seçimleri bu kategoriye yerleştirebiliriz. 1912’deki seçim de çok enteresandır. O zaman İstanbul mebusunun ölmesi nedeniyle, bir ara seçim söz konusuydu. Sopalı seçim bize şöyle bir olay akışı öneriyor: “Dene bir şansını, bakalım ne haldesin?” İttihat ve Terakkî seçimi kaybediyor ve hemen erken seçim kararı alıyor. Erken seçim öncesinde seçim düzenlemelerini değiştiriyor. İnsanları sokaklarda, şehirlerde, sandık başlarında tedhiş ediyor. Ve erken yaptığı seçimi büyük bir çoğunlukla kazanıyor. Fakat o seçimin mâliyeti çok büyük; çünkü Balkanlar’daki çözülmeye, Balkan Savaşları’na önemli bir etkisi olduğu biliniyor. Özellikle Ahmet Selahattin bunu söyler. Ben master tezimi çalışırken okumuştum Balkan Savaşları’yla ilgili değerlendirmelerini.  Dolayısıyla, büyük bir zaferle çıkmalarına rağmen, bu sopalı seçimin mâliyetinin yalnızca İttihat ve Terakkî’ye değil Osmanlı’ya çok büyük etkisi olmuştur. Sopalı seçim ya da hîleli seçim geleneği sonra da devam ediyor. 1946 seçimleri, 1957 seçimleri… 1946 seçimleri, CHP’nin yaptığı seçim. Farklı sebeplerle bile olsa yine erkene alınmış bir seçim. 1957 seçimlerinde Demokrat Parti var, onlar da biraz erkene alıyorlar seçimleri. Ama hepsinde şu örüntüyü görüyoruz: “Seçim yasasını değiştir. Toplumu terörize et, bir şey çıksın.” 2015 Haziran-Kasım iki seçim arasını biliyorsunuz. 2017, 2018 ve 2019 seçimleri öncesindeki gerilimi giderek yükselten bir dönem. Ama çok önemli bir şey daha var: Seçimlerde hîle yapacağı ya da kazanmak için ne tedbir gerekiyorsa alacağı yolundaki tevâtürü de engellememe. Çünkü muhâlefet ne kadar güçlü olursa olsun, nasıl bir propaganda yapmış olursa olsun, hem muhâlefette hem de kendisine oy vereceklerde, seçimi iktidarda olanın kazanacağı bir umutsuzluk havası yaratma. Çünkü böyle bir atmosferde kendisine oy verecek olanlar da, nasıl olsa diğerleri kazanamayacak diye verecekler. Bir tür acziyet, çâresizlik ve umutsuzluk üzerinden kurulmuş bir sadâkat rejimi oluşturma hikâyesi. 

Ben, 2015 Haziran seçimlerinden îtibâren, seçime hazırlanma sürecinden îtibâren yaptığımız seçimlerin, türlü çeşit sopalarla yapılmış “sopalı seçim” olduğunu düşünüyorum. Ve şimdi de bu sopaları hazırlamakta olduğu kanaatindeyim Erdoğan’ın. Bu sopalar ne kadar işe yarar emin değilim. Alâkasız alanlarda karşımıza çıkan bir başka sopa daha var — ki bir tânesini az önce söyledim: “Halkımızın sıhhati için kuruya, suluya zam yapıyoruz; ama onlar gene de aç sefil gezip rakı, bira almaktan geri durmuyorlar” diyerek, bir grubu sürekli olarak ezme ve kendinden yana olanların onları aşağılamasına, ezmesine ve küçümsemesine, onlara çemkirmesine alan açmak, böyle bir dil yaratmak. Sopalardan bir tânesi bu. Konser yasaklayarak, insanların birlikte duygudaşlık üretecekleri her türlü yan yana gelişi engellemek ya da onları bir şekilde damgalamak. Dün gece, Gezi anması için Taksim’e çıkan insanlar ve o insanları tâkip eden gazetecilere yapılan davranışı görelim. Sadece Kaftancıoğlu’na, İmamoğlu’na ya da Kılıçdaroğlu’na bir şeyler yapma meselesi değil, asıl insanların sokakta yan yana gelip bir yurttaşlık üretebilecekleri, birbirlerine hâl hatır sorabilecekleri, yalnız olmadıklarını, kalabalık olduklarını hissedecekleri, aynı şekilde düşünen ve hisseden birçok insan olduğunu, dolayısıyla onlarla “bir” olunabileceğini düşünecekleri her türlü fırsatı da ortadan kaldırmak. O nedenle, iktidârın seçim stratejisi çok açık. Bunlar ne kadar işe yaracak diye ölçecekler. Bence mevzû bundan ibâret. 

Dediğim gibi, iktidârın bir seçim hazırlığı ve stratejisi var. Bu strateji büyük ölçüde, sopalar üretmeye dayanıyor. Bu sopalardan bir tânesi de dış politika, bunu söylemeyi atladım. Meselâ NATO ile geriliyor. Çünkü Erdoğan NATO’ya dâir bir şey yaptığında sâdece iktidar gerilmiyor, Türkiye’nin de NATO ile arası açılmış oluyor ve ahâlinin üzerinde bir tehdit hikâyesi yaratılmış oluyor. Bu da yine hissiyat olarak terörize etmenin yollarından bir tânesi. “Suriye’de operasyon şimdi değil” diyerek erteliyor. Ben o söylentinin farkında değildim. Eğer ertelediyse, erken seçim de olmayacak ve seçim ertelendi demek… benim açımdan… üstelik burada bir şey daha var: Orada bir zafer kazansa da, ülke adına bir yenilgi elde etse de, orada bir operasyon olma ihtimâlinin sürdürülmesi, Erdoğan’a seçimin sonuçlarıyla oynayabileceği bir fırsat veriyor. Dolayısıyla ekonomi alanında kaynağı olmadığı, projesi olmadığı için bir şey yapamaz. Zâten niyeti de yok bence. Çünkü mevcut enflasyonist ekonomi rejiminin de kazandırdığı birtakım insanlar var. Bence o insanlar bir hayli memnunlar bu durumdan. Ücretlilerin millî gelir içerisindeki payı yüzde 31’e kadar düşmüş. Bu korkunç bir şey. 

Öbür taraftan, birtakım sopalar hazırlanıyor ve birçok sopası var. Seçimlerde hîle yapacağı bilgisini kendi eliyle bile yaymaktan, muhâlefet aktörlerini sıkıştırmaya, ama daha önemlisi, muhalif ahâliyi birbiriyle konuşamaz, derdini anlatamaz, bir duygudaşlık kuracağı bir ortamda bulunamaz, nefes alamaz hâle getirmek sûretiyle de o sopaları hazırlıyor.

Az önce yaptığım bir hatâyı düzeltmek istiyorum, bu günlerde hâfızam kötü, biraz da uykusuzluk var. 1912 seçimlerinde İttihat ve Terakkî Partisi diye bahsettiğim parti, Hürriyet ve İtilâf Partisi idi. Bu hatamı düzelterek sözümü tamamlamış olayım. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim ilk tura. İktidar çok şey yapıyor, ama pek de etkili olamıyor gibi bir hava var sanki. Ertelendiği söylenen Suriye operasyonu var; sosyal medya yasası çıkacak, ama bu kadar kısa zamanda nasıl işe yarayacak? Bir de tabii “Baskın seçim olmaz” diyeceksin ama, yine de sorayım sana. Ne diyorsun?

Kemal Can: Ben her zaman, “Zam yaptı, erken seçim var; yasa çıkardı, erken seçim işâreti” söylemlerini, muhâlefette çok prim alan işler olarak görüyorum. Ama tek tek vakalarla buna karar vermenin çok isâbetli olmadığını, “olmaz” demenin mümkün olmadığı ama sürekli iktidârın belirleyeceği bir alanda seçimden bahsetmenin her zaman avantajı olduğunu düşünüyorum. 2018’den, 2019’daki yerel seçim yenilgisinden îtibâren, seçim hep iktidârın alanındaydı. Meclis aritmetiği ona izin verdiği için de öyle. Ama gündemde seçim baskısını muhâlefet oluşturmadığı için, muhâlefetin artık erken seçim gibi bir gündemi de olmadığı için, erken seçim olasılığı tamamen iktidârın kıta sahanlığında, onun belirleyeceği bir şey oldu. Ama orada pozitif birtakım imkânlar yaratarak bunu yapmasının araçlarının pek olmadığı görülüyor. Bu ne olabilir? Geçtim her şeyin düzelmesini, ekonomide iyimser bir havanın olması, “daha iyi olabilirmiş” fikrinin doğması ya da bir alanda birdenbire tuhaf bir zafer tablosu üretmesi. İkisinin de çok mümkün olmadığı, iktidârın bunun peşini sürdüğü kanaatinde değilim. O yüzden de, birtakım iyi koşulları bir araya getirecek ve o iyi koşullardan bir imkân yakalayacak fikrine çok sıcak bakmıyorum. 

Diğer tarafına bakarsak: İktidârın pozitif birtakım imkânlar yakalayarak, kendi durumunu biraz daha iyileştirerek, kendi tabanıyla ve genel seçmenle ilişkisini biraz tâmir ederek, erimesine neden olan şeylerde bazı sorunları çözme yoluna koyarak avantaj elde etmesini pek mümkün görmediğim gibi, iktidârın da bunu mümkün görerek bir strateji kurduğunu düşünmüyorum. “Onlar bunun farkında değiller. Böyle bir şey yakalamaya çalışıyorlar. Bir idraksizlik içindeler” yorumları çok doğru değil. Bunun çâresizlikten olduğu yorumlarına da, böyle bir aymazlık içinde oldukları yorumlarına da katılmıyorum. Bunun gayet farkındalar. Dolayısıyla çâreyi başka bir alanda arıyorlar ve stratejiyi de başka bir alanda kuruyorlar. Üstelik bu son ekonomik kriz iki üç senenin mevzûsu değil. Senelerdir –daha eskisi var da 2015’ten îtibâren diyelim– yürürlükte olan strateji bu. 2015’ten îtibâren iktidar, kendi seçmeniyle, tabanıyla, genel seçmenle kurduğu ilişkiyi, birtakım sorunları çözen, onlar için pozitif bir gelecek üreten, onların önüne bir hikâye koyan, bir seçim stratejisi ya da bir siyâset stratejisi yürütmüyor. Kendisinin seçeneksiz olduğu, hattâ bâzen gayrinizâmî yöntemlerle bu seçeneksizliğini bütün topluma ve devlete dayattığı, buna karşılık, alternatif çâresizliğini öne çıkartarak bunu güçlendirmeyi seçiyor. Bu açıdan bir gelecek deneye referans verildiği için, 2015’e o anlamda yeninden dönmek istiyorum.

2015 nasıl bir zeminde realize oldu? İktidârın bugün de deneyebileceği şeyi tekrar edip edemeyeceğini anlamak için, o sürecin nasıl işlediğine bakarsak şunu görüyoruz: 2015’in önünde, dozu ve çeşitliliği farklılaşabilir ama bugünküne benzer ve bütün topluma yönelen bir baskının ve keyfîliğin artacağı, hattâ bazı yaşam alanlarının ciddî biçimde baskılanacağı, pek çok özgürlüğün de artık kullanılmasının önünde önemli engeller çıkacağı fikrinin kuvvetli bir biçimde yerleştirildiği bir dönem. Meselâ Taksim’i 1 Mayıs’a kapatmak o yılların eseriydi. Özellikle kör parmağım gözüne 3. Köprü’ye Yavuz Sultan adını vermek. Birtakım hayat tarzı meseleleri, Gezi Parkı inadı. Bunların hepsi, bugün de benzerini daha yüksek dozda gördüğümüz, devlet aygıtını ve bâzen çoğunluk tahakkümünü de kullanarak, toplumu bir sıkıştırmaya tâbi tutuyordu. Bu, çok önemli bir reaksiyon potansiyelini yarattı. Bu reaksiyona îtiraz, Haziran seçimini doğurdu. İktidar bundan büyük bir zarar gördü; önemli ölçüde oy kaybetti. Çünkü toplum buna çok yüksek bir reaksiyon vereceğini gösterdi. Özellikle Gezi olayından sonra. Ama hemen sonrasında, iktidar bu zemini başka bir araç için kullandı. O da, gücünün yerinde olduğu ve karşısında bir seçeneğin olmadığı fikriyle, kaosu istikrârın bir unsuruna çevirdi. 2015 Haziran-Kasım arasında, bunun, ortamda yaratılabilecek olağanüstülükle nasıl bir risk olduğunu gösterdi. Kendisine zarar veren riski, kendisini koruyan bir şeye çevirdi. 

Benzer bir şey 2018’de de yaşandı aslında. Meselâ Muharrem İnce’nin ve genel olarak muhâlefetin yaklaşımı, “Kriz geliyor. Krize bu iktidarla girmeyelim, değiştirin” teziydi. Ama iktidar da aynı tezi, “Kriz geliyor, mâcerâya girmeyin” diye kullandı. Yine benzer bir şeyi uyguluyor. Erdoğan’ın konuşmalarında, her şeyde görüyoruz bunu. Hattâ bâzen, bâzı sorunları rencîde edici biçimde yok sayarak, o krizin kendisini kullanıyor. İstikrarsızlık ihtimâlini kullanıyor, krizi aşmanın başka bir seçenekle mümkün olmadığını, sorun varsa yine kendisinin çözeceğini söylüyor. Dolayısıyla kendi yarattığı krizleri, kendi varlık nedeninin garantisi olarak tekrar yürürlüğe sokuyor. Burada yine benzer bir şey var. Kendi çâresizliğini bir çâresizlik olarak görmekten kurtarıyor. Bu bâzen bir kesimde alışkanlık olarak tezâhür ediyor. Bir kesimde de, başka bir seçenek olmadığı fikrini besliyor.

Meselâ bu konsolidasyon meseleleri de, asıl olarak bu kararsız, gri alanın, neredeyse seçime kadar o gri alanda kalması üzerine kurulu. Çünkü iktidârın çok önemli bir kayıp yaşadığı ortada. Son üç dört yıldır, sayısal olarak da, yüzde olarak da hiç küçümsenmeyecek büyük bir erime yaşadığı görülüyor. Bu erimenin bir kısmı, doğrudan muhâlefet partilerine kaymış durumda, bir kısmı da gri alanda duruyor. Zâten belirsizliği yaratan da bu gri alan. Şimdi başka aktörleri de devreye sokarak, hattâ muhâlefette sayılan ama bu gri alanın muhâlefetteki ana partilere gitmesini engelleyen ya da ortamı bozan birtakım provokatif gündemlerle, bu gri alanın mümkünse büyümesi, mümkün değilse de seçime kadar kuvvetli bir alan olarak kalması üzerine kurulu bir strateji var. Bunun için de, bir taraftan baskı yöntemleriyle aslında çıkışsızlık fikrini büyütmek, diğer taraftan da muhâlefetin birliktelik imkânını bozmak. 

Dolayısıyla ben, iktidârın alacağı sonuç ve kendi çözüm kapasitesiyle ilgili büyük bir çâresizlik içinde olduğunu, ama buna karşılık, yürüttüğü strateji açısından bir belirsizlik olmadığını, alacağı sonuç tartışmalı olmakla berâber ne yapacağını gayet iyi bildiğini düşünüyorum. Onu da yapıyor zâten. İktidârın yaptıklarında bir tereddüt görmüyorum. Tekrar geçmişteki örneklere dönersek, burada alacağı sonucu belirleyecek olan şu: İktidar 2015’te sonuç aldı. 2018’de de sonuç aldı. Bundan kendince bir başarı devşirdi. Ama muhâlefet de herhalde bütün bunlardan bir şey öğrenmiş olmalı. 

Ruşen Çakır: Bunu da ikinci turda konuşacağız.

Kemal Can: Dolayısıyla belirleyici olacak olan budur diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: İkinci turda daha çok muhâlefeti konuşalım. İktidârın, kendi yapabileceğinden ziyâde, muhâlefeti bozma niyeti olduğu konusunda herhalde hepimiz mutâbıkız. İçine fitne katarak, birbirine düşürerek, Burak’ın bahsettiği türden, muhâlif görünümlü ama gündemi başka alanlara taşımaya çalışanlarla yapabiliyor. Peki, muhâlefet neyi nasıl yapıyor? Altılı Masa, 29 Mayıs Pazar günü geç saate kadar toplandı. Yine bir açıklama çıktı. Çok büyük bir heyecan yarattığı söylenemez. Ama en azından bir taahhütten bahsediliyor ve sanki altı parti de Millet İttifakı’nın bir parçası olacakmış gibi bir hava var. Bu arada, kamuoyu araştırmalarında iktidârın bir toparlanması gözükmüyor. Hattâ bugün KONDA’ya atfedilen ve büyük ölçüde doğru olduğunu saptadığımız araştırmaya göre, kararsızlar dağıtıldıktan sonra bile AKP’nin oyu yüzde 30’un altına düşmüş. AKP’nin yüzde 30 civârında olduğu ve CHP ile AKP arasındaki makasın daraldığı, İYİ Parti’nin belirgin bir çıkış içinde olduğu görülüyor. Sonuç olarak, sâdece CHP ve İYİ Parti’nin yan yana durması bile bayağı büyük bir güç oluşturuyor. Yüzde 40’ı aşan bir güç gibi gözüküyor. Ne düşünüyorsun Burak? Muhâlefet nasıl gidiyor? Erken seçim meselesini gündemde tutuyorlar. Seçim güvenliği meselesini çok öncelediklerini söylüyorlar. Şu hâliyle baktığımızda, muhâlefet, iktidârın kaybetmesinden ziyâde kendilerinin kazanmasını inşâ edebiliyor mu?

Burak Bilgehan Özpek: Bence şöyle bir duygu var: Hükûmetin seçimleri kaybedeceğine dâir bir şüphe yok. Ekonomik göstergeler daha da kötüye gidecek. Dolayısıyla yeni dönem muhâlefet tarafından inşâ edilecek. Muhâlif partilerde böyle bir kendine güven var. Baktığınız zaman çok da haksız değil. Dediğim gibi, hükûmet enflasyonla mücâdele etmiyor. Dün akşam konutlarda doğalgaz ve elektriğe zam geldi. Sanayi kullanımı için de ciddî anlamda bir fiyat artışı oldu. Üstelik dünyada bir enerji krizi var. Avrupa Birliği, Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını azaltıyor. Bu da petrol fiyatlarını artırıyor. Özellikle nakliye mâliyetlerini yükseltiyor. Bizim hayâtımızda tükettiğimiz mal ve hizmetler daha ucuzlamayacak, daha da pahalılaşacak ve insanların memnûniyetsizliği daha da artacak — mesele budur. AKP yönetimindeki ekonomi insanlara kayıplar yaşatacak. AKP, ekonomi yönetimini hiç ciddîye almadığını, zâten Nebati’yi bakan yaparak gösteriyor. Nebati’nin her konuşması, AKP için ekonominin ne kadar gayriciddî bir mesele olarak ele alındığını da gösteriyor. Dolayısıyla muhâlefet partilerinde, ülkenin iyi yönetilmediği, bu kötü yönetimin insanlara kaybettirdiği ve seçimleri Tayyip Bey’in kazanamayacağına dâir bir inanış var. Bu çok hatâlı bir yaklaşım değil bence. Ancak bu yaklaşım, berâberinde nasıl bir yöntemle seçime girileceği ve seçimden sonra nasıl bir yol haritası izleneceği konusunda bir karmaşa yaratıyor. Ben Altılı Masa’nın ortak beyânını da, temel değerler setini de okudum. 

Temel değerler ve ilkeler seti pek ilgimi çeken bir şey değil. İlgimi çekiyor, ama siyâsî bir uzlaşmayı değerler ve bu tip ilkeler üzerine kurmanın, gerçeklik ve güç konfigürasyonu değiştiği zaman uygulanabileceği kanaatinde değilim. Bugün hepimiz biliyoruz ki, muhâlefete düştüğünüz zaman, birçok değerden rahatlıkla bahsedebilirsiniz. Elinizde güç yokken dünyanın en liberal, en demokrat, en sosyal adaletçi insanı olabilirsiniz. Bu ilkeler üzerine konuşup anlaşmak da çok zor değildir. Mesele, güç konfigürasyonu değiştikten sonra bu ilkelere uyup uymayacağınızdır. Açık söylemem gerekirse, ben bu konuda hiçbir siyâsetçiye kefil olmam. Benim kefil olabileceğim tek kriter, siyâsîlerin, değişen güç dengesini algılama zekâları ve yetenekleri olabilir. Dolayısıyla, bu ortak temel, prensipler bence güzel temenniler, normatif bir çerçeve. Ancak bu çerçevenin hayâta geçip geçmeyeceği, seçimlerden çıkan sonuçlara bağlı olacak. Bizi heyecanlandırmayan tarafı, tecrübeli vatandaşlar olarak bizlerin, hayâtımız boyunca bu tip lâflarla çok muhâtap olmamız. Özellikle Altılı Masa’daki iki muhâfazakâr parti, daha önce de benzer metinlere imzâ attılar. Meselenin âkıbetini belirleyen şey niyetler değil, ortaya çıkan yapı. Bu yapının nasıl kurulacağı daha önemli. Ama metnin liderlerin ortak beyânını içeren kısmı ilginç. Orada, bizim bu programda talep ettiğimiz bazı somut adımların atılacağı söyleniyor. Meselâ ortak bir ekonomik komisyon kurulacağı, ayakları yere basan, hamâsete izin vermeyen ve provokasyonların önünü alabilmek için bir göç ve sığınmacı politikası oluşturulması gibi konularda bir somut adım atma niyeti var. Bu, benim açımdan sevindirici bir gelişme. 

Ancak, yine aynı metinde, partiler arası işbirliğinin Yüksek Seçim Kurulu sonuçlarını açıkladığı dakika biteceği ilân ediliyor. Bugün de Ahmet Davutoğlu’nun bir açıklamasını okudum. Ahmet Hoca Altılı Masa liderlerinin ülkeyi berâber yöneteceğinden bahsediyor. Burada bazı konularda bir kafa karışıklığı var zannediyorum. Parlamenter Sistem’e geçiş ülküsüyle bir araya gelmiş altı parti var ve bu partiler somut konularda çözüm önerileri getirmek istiyorlar. Bu çözüm önerilerini hayâta geçirmek için, Parlamenter Sistem’e geçmeden evvel, bir yönetme periyodu olduğu ortaya çıkıyor. Yani, Altılı Masa sâdece Parlamenter Sistem’e geçişi değil, aynı zamanda, belirli bir sürede belirli bir yol haritası çerçevesinde ülkeyi yönetmek de istiyor. Bunu Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarından ve somut yol haritası önerileri geliştirme ihtiyâcından anlıyorum. Dolayısıyla, yeni seçilen cumhurbaşkanı adayının hedefi, Parlamenter Sistem’e geçişten ziyâde, ekonomi, göç ve sığınmacılar gibi temel konularda, aynı zamanda altı partinin mutâbakata vardığı bir programı da uygulamak. Bu, altı partinin bu konularda uzlaşması bir tarafa, bir muğlaklık yaratıyor. Eğer bu altı parti, Parlamenter Sistem’e geçiş konusunda mutbâbakata vardılarsa, hepsi müstakil olmak için YSK kararını bekliyorlarsa, niçin yönetme planı konusunda çalışmalara başladılar? Başkan seçilecek kişi, bu Altılı Masa’nın ortaya koyduğu yol haritasını uygulamazsa, kendine özgü bir politika seçimi yaparsa, altılı masa partileri buna karşı nasıl bir reaksiyon verecek?

Ben başından beri şunu söylüyorum: İnsanlara belirsiz bir gelecek vaat etmemek lâzım. Kemal Abi’nin biraz önce söylediği, AKP’nin zâfiyetinden doğan bir fırsat var. Ama bu fırsat iyi değerlendirilmezse, AKP için de bir fırsata dönüşebilir. Dolayısıyla, Altılı Masa ülkeyi yönetme irâdesi gösterecekse, yol haritasıyla birlikte bir cumhurbaşkanı adayını da artık toplumun önüne koymak zorunda. Parlamenter Sistem’in hemen olmayacağını, ülkenin temel sorunlarını çözebilmek için bir yönetim talebinde olduğunu söylemek zorunda. Bunun utanılacak bir tarafı yok. Ülkeyi yönetmek istemenin, siyâset yaparak insanların güvenini, oyunu, saygısını, sevgisini kazanmanın da utanılacak bir tarafı yok. Cumhurbaşkanlığı makamını önemsizleştirerek, cumhurbaşkanı seçilecek kişinin siyâsî enerjisinin düşük olması gerektiğini iddia ederek belirsiz bir gelecek vaat ediyoruz. Çünkü Altılı Masa’nın tek metninden birkaç tâne farklı sonuç çıkıyor. Seçim gecesi birbirinden ayrışacak mı? Değerler konusunda bir arada durmaya devam mı edecek? Yahut hırslı bir şekilde politikalarını ortaya koyup ülkeyi yönetmek mi istiyor? Bu soruların cevâbı bu metinlerde yok. Bence artık netleşmek, o kadar karmaşık sinyaller göndermemek lâzım. Belirli bir aday üzerinden seçime girileceğini, bu adayın yol haritasının detaylarının belli olduğu, çalışacağı bürokratların, çalışacağı kabinenin belli olduğu, dolayısıyla ülkenin sorunlarını çözebilecek kararlıkta olduğu vurgulanmalı. Halkta oluşmayan bu heyecan, kaçınılmaz olarak marjinal grupların muhâlefeti sürekli tâciz etmesi ve başkan adayı konusunda sürekli olarak çok fazla konuşmalarını berâberinde getiriyor. Bu kadar yavaş hareket etme, başkan adayını bu kadar önemsizleştirme, başkanlık yetkilerini kullanmayı bir günah gibi kabul etme, bir ahlâkî krizmiş gibi algılama, bence doğru bir yaklaşım değil. “Başkanlık yetkilerini kullanacağız ve 200 üniversitenin rektörünü değiştireceğiz. Çünkü 200 üniversitenin rektörü aslında rektör değil. Partizanlık yaptıkları için orada. Başkanlık sistemi yetkilerini kullanacağız ve Merkez Bankası Başkanı’nı, ekonomini yönetimini değiştireceğiz. Başkanlık Sistemi yetkilerini kullanacağız ve kamu bankalarının reklam bütçesi adı altında yandaş kanallara aktardığı paraları bir gecede keseceğiz. Bunun için başkanlık yetkilerine ihtiyâcımız var. Yol haritamız, yani atacağımız ilk 100 adım, 200 adım veya ilk 100 günde atacağımız adımlar bunlardır” diye net bir şekilde ortaya çıkmak gerekiyor. Aksi takdirde, muhâlefet bu muğlak zemin üzerinde yönetme irâdesini ve başkanlık yetkilerini küçümseyerek, sürekli olarak normatif bir tonda konuşarak insanları heyecanlandıramıyor ve sürekli olarak muhâlefetin içerisine sızdırılmış marjinal grupların tâcizleriyle uğraşmak zorunda kalıyor. Bu heyecânı yakalamak zorundayız. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Muhâlefet performansını nasıl görüyorsun? Anketler muhâlefeti mutlu kılıyordur, ama biz yine muhâlefete muhâlefet yapmaktan geri durmayalım. 

Ayşe Çavdar: Geri durmayalım tabii, ama nerede muhâlefet yapacağımız kısmı da önemli. Muhâlefet İttifakı’nın içindeki unsurlar da birbirlerine muhâlefet ediyor zâten. Az önce çok güzel bir kelime kullandım ilk bölümde. Başlığa “fitneler” dedim. O sopalar aynı zamanda fitneler. Dolayısıyla o fitneye çok açık bir şey. Meselelerden bir tânesi de, başkan adayının kim olacağı. Şu anda önümüzde iki seçenek var. Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu. Aslında, Burak’ın bahsettiği başkanlık yetkilerinin kullanımına dâir iki yaklaşımdan bahsediyoruz. Kılıçdaroğlu o yetkileri bir danışma çevresiyle, muhâlefet ittifakını kurduğu ortaklarıyla görüşerek, onlarla daha danışma hâlinde, sınırlı olarak kullanacak olan, nasıl olsa bir gelecek kaygısı olmadığı için, ulusun “çaresizlik” ânında eline geçmiş bu fırsatı kötüye kullanmayacak, istismar etmeyecek, hırsları olmayan birisi olarak ortaya çıkıyor. Bu, o yetkilere dâir bir yaklaşım ve aslında başkanlık sistemine, onun geleceğine dâir bir yaklaşım. İmamoğlu’ndan bahsettiğimizde ise, daha hırslı, genç, kendisine uzun bir siyâsî kariyer ve gelecek bekleyen, dolayısıyla bulunduğu pozisyonun, eline geçen fırsatın da tadını çıkaracak birisi olarak görüyoruz ve oradan bir heyecan bekliyoruz. Heyecan beklediğimiz yer neresi, ben biraz bu seçim ve içinde bulunduğumuz atmosfer îtibâriyle, “heyecan” kelimesinin fazla abartıldığını düşünüyorum. Bizim daha çok, insanları iknâ etmeye ve sâkinleştirmeye ihtiyâcımız var. Rasyonaliteyi çağırmaya, tekniği, yöntemi, umudu çağırmaya ihtiyâcımız olduğunu düşünüyorum. İmamoğlu, daha çok amigosu olacak, daha çok insan çağıracak, daha çok insanı yerinde zıplatacak birisi. Kılıçdaroğlu heyecan veremeyecek, ama geçiş dönemini biraz daha içimiz rahat olarak atlatabileceğimiz birisi olarak çıkıyor. Aslında iki yöntemden bahsediyoruz. 

İmamoğlu, sonu berbat bir yere bağlansa da, Karadeniz gezisinde, “Ben Altılı Masa’nın neferiyim” diyerek, Kılıçdaroğlu’na atfedilen şeyi, gerektiğinde kendisinin de yapabileceğini söyleyip, hemen ardından, özellikle “parmak sallama” performansıyla bunu neden yapamayacağını da ortaya koymuş oldu. Böyle bir durum var. 

Ben iki hafta önce yazdığım yazıda bu açmazla uğraşmaya çalışmıştım. Bu açmazın biraz fazla abartıldığını düşünüyorum. Onun dışında, Burak’ın söylediği meseleye katılıyorum. Bir belirliliğe ihtiyâcımız var. İlk 100 gün ne yapacak, 200 gün ne yapacak? Başkanlık yetkilerini elbette kullanacak o başkan. Hangi yetkileri hangi süreyle kullanacak? Altılı Masa’nın bunları birbirine söz vermesi o kadar da önemli değil. Dediğim gibi, Altılı Masa Parlamenter Sistem’e geçiş mutâbakatını imzâladığı yerde, aslında işlevini tamamlamış oldu. Şimdi detayları konuşuyorlar. O detaylarda, yine onlar arasındaki bir yarışın, diyalogun, bir siyâsî müzâkerenin ve aynı zamanda bir mücâdelenin nasıl olacağına dâir bir şey yapıyorlar. Bize hâlâ söyledikleri bir şey yok. Komisyonlar kuracaklar, belki o komisyonlardan çıkan şeyler bize bir şey söyleyecek.

Fakat başkanlık ve parlamento seçimi konuşuyorsak, başka bir düzeyde başka bir şeyden bahsediyor olmamız lâzım. Muhâlefet ittifakı bir fırsatı çok kötü değerlendiriyor. O da, başkan seçimiyle parlamento seçiminin ayrı seçimler olması. Genellikle başkanlık seçimi daha önemli, çünkü Başkanlık Sistemi’ndeyiz. Bütün söylemde parlamento seçimi ikincilmiş gibi davranılıyor. Başkan adayını bu kadar ön plana çıkaran, üstelik bence artık çok tehlikeli bir hizipleşme noktasına doğru giden bir durum var. Başkan adayının kim olacağı çerçevesinde bir görünür hizipleşme başladı. Yorumcular arasında bile enteresan bir yere geldi. Bunun o kadar önemli olmamasını sağlamak lâzım. Parlamenter sisteme geçiyorsak, başkanın, ara dönemde bile, belirlenmiş, önceden mutâbakata varılmış, garanti altına alınmış, üzerinde anlaşılmış bir yetki çerçevesi olması lâzım.  Açık söylemek gerekirse, şu anda “Cumhurbaşkanlığı yetkileri” dediğimiz zaman neden bahsettiğimizi bilmiyorum. Adamın her şeye yetkisi var, canı ne isterse onu yapıyor. Onu sınırlayan tek bir şey bile yok. Dolayısıyla tehlikeli bir şey ve istismâra çok açık. Peki sonra ne olacak? Aynı bu şekilde mi devam edecek? Halka, bu şekilde olmaması sözünü nasıl vereceğiz? Niye halka bunu söz vermemiz gerekiyor? O zaman dönelim buradan anketlere bakalım. Ben kaç yıldır, “Başkanlık Sistemi iyidir, buradan devam edelim” diyenlerin çoğunlukta çıktığı bir anket görmedim. Giderek trendi yükselen bir şekilde, “Başımıza ne geliyorsa bu sistem yüzünden geliyor” diyen bir ahâliye konuşuyoruz. 

Böyle bir belirsizlik ortamında, muhâlefet ittifakı, seçmenle iki türlü güven anlaşması yapabilir. Biri başkan adayı için, bir de parlamento adayı için. Ben bunu, demin bahsettiğim yazıda “Vekâlet ve Kefâlet Gerilimi” olarak belirttim. Biz, Altılı Masa içerisindeki partiler de dâhil olmak üzere, milletvekillerini ve partileri, uzun vâdede, geçiş döneminde bizim çıkarlarımızı, duygularımızı, isteklerimizi, endîşelerimizi canlı tutsunlar ve savunsunlar diye seçeceğiz. Zâten öyle olması gerekiyor. Seçmenden beklenen, başkan adayına kefil olması. “Seni buradan çıkaracak, eline geçecek olan bu ultra ve ne idüğü belirsiz, sınırı nerede bittiği anlaşılmayan yetkileri, tam da senin bu vekâlet verdiklerinle, bir tür müzâkere içerisinde sınırlamaya râzı olarak kullanacak” diye seçmen ona kefil olacak. Çünkü gerçekten sonsuz bir yetki var. Meselâ biz şunu bile konuşabiliyoruz: Seçim yasası daha yeni yürürlüğe girdi. Normal koşullarda 1 yıl sonra seçim yapılması gerekiyor. Ama erken seçim yaparsa, bu yasaya göre yapabilir, çünkü onu durduracak kimse yok. Bir ekip, “Erdoğan’ın aday olmaması gerekir” diyor. Çünkü iki kez cumhurbaşkanı oldu, üçüncü kez olamaz. Ama olacak, çünkü onu sınırlayacak kimse yok. Yetkilerin böyle kullanıldığı bir yerde, korkunç ve her alanda karşı karşıya olduğumuz bir iflâsın içerisindeyiz ve biz, “Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kullanacak birisini mi seçsek?” diye düşünüyoruz. Bizim düşünmemiz gereken şey, böyle bir aşamadan sonra, o yetkileri nasıl sınırlayacağımız olmalı. Başından beri söylüyorum, benim en büyük korkum, bu bâdireden çıktığımızda, o popülaritesiyle kendi adına buradan çıktığını zanneden insanın dönüp, “Sizi AKP’den kurtardım, daha ne istiyorsunuz?” demesi. Bunu söylemeyecek birinin burada olması ya da bunu söylemesini engelleyecek birilerinin olması, benim için seçim kazanmak kadar önemli. Eğer o yola saparsa bu seçim, biz kazanmış mı olacağız?

Özetle şunu söyleyeyim: Hem o masadaki çoğulculuğu hem de aslında iki seçim yapmakta olmamızı bir fırsat, bir anlatım olanağı olarak yeterince kullanmadığını ve seçmenle karşılıklı sarılıp, tokalaşıp, birbirimizle özlemle sarılıp bir ilişki kurmaktansa, şu seçimde gayet rasyonel bir ilişki kurmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü sıradan bir zamanda değiliz. Hiç kimse, seçmeni havalara zıplatıp, duygu seli içerisinde sandıklara götürebilecek durumda değil. Buna kimsenin gücünün yettiğini de sanmıyorum. O yüzden iknâ etmek durumundayız. Bu iknâ da, doğru dürüst bir ilişki ve iletişim kurmakla olur. Ama o ilişki kurulmuyor. Çünkü gene başa dönüyoruz: Siyâsî partiler ellerindeki anlatı olanaklarını kullanmıyorlar bile. O mutâbakat masası, bir taraftan mutâbakat yaparken, her bir siyâsî parti, özellikle küçük siyâsî partiler, CHP’nin ve İYİ Parti’nin prangası da olmaya çalışıyorlar bir taraftan; onların hareket alanını daraltarak kendilerine bir hareket alanı açmaya çalışıyorlar. Özellikle Davutoğlu, ama Babacan da, dönüp muhâfazakâr seçmene, “Onlar karşısında sizin garantiniz biziz. Onları engelleyebiliyoruz, durdurabiliyoruz, onlarla şunun şunun müzâkeresini yapabiliyoruz” deme gayretindeler. Öbür taraf da kalkıp, “Biz olmadan zâten böyle bir başkanlık olmayacak” diyor. Bu gerilim içerisinde bir anlatı bulmak da kolay değil. O yüzden, ayarlar biraz gevşetilebilir. Tamam, mutâbakat mutâbakattır, eyvallah, yapacaklar bunu. Teknik ayrıntılarını da konuşurlar. İnsanların önüne 100 günlük, 200 günlük programlar çıkartırlar. Daha önemlisi, seçilecek olan cumhurbaşkanının, hangi yetkileri ne süreyle kullanacağı ve daha en baştan, bu yetkilerin kullanılmasının sınırlanması konusunda nasıl bir mekanizma oluşturulacağı üzerinde anlaşılmalı. İkili bir seçim var karşımızda. Diyelim Ekrem İmamoğlu aday oldu. “Bu adamın, hırsları ve politik geleceğinin kaygısıyla, yetkilerini istismar edeceğinden mi korkuyorsun? O zaman, parlamento seçiminde onu sınırlayacak türde insanlara oy veririsin.” Bunu diyebilmek aynı zamanda bir özgüven. “Ey seçmen! Ben taşıdığım riskin farkındayım. Senden, öyle karşılıksız bir güven de beklemiyorum. Çünkü başına yeterince belâ geldi. O belâlarda her birimizin ayrı ayrı payı var. Ama şimdi buradan çıkmak için, bir kez daha, bu masanın karşısında karşılıklı oturmak zorundayız” diye seçmenle konuşmaları gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapmadıkları sürece de, heyecan nedir ki? İki zıplarız, oynarız bir yerlerde. Gözlerimiz de dolar. Ne olacak sonra? Bu heyecanla ne yapacağız gerçekten? Durumlar onu kaldırabilir gibi değil. Teşekkür ederim. 

Burak Bilgehan Özpek: Ayşe, sen Muharrem İnce’nin kampanyasını târif ettin. Ben öyle bir şeyi kastetmemiştim. İnsanları heyecanlandırmak demek, gümbür gümbür mitingler yapmak değil, insanları bir yönetim irâdesinin olduğuna inandırmak ve bir değişim umudunu heyecanlandırmak, onu ayağa kaldırmak. Yoksa senin işâret ettiğin kampanya yapıldı ve sonuç alınamadı. 

Ayşe Çavdar: O zaman, senin “heyecan” dediğine, ben “güven ilişkisi” diyorum. Eksik olan o belki de. Aynı şeyden bahsediyoruz, ama farklı kelimeleri kullanıyoruz. O güven ilişkisini vermek de, heyecan yaratacak, popülaritesi olan bir adamla değil. Sakın yanlış anlaşılmasın, yeni bir Ekmeleddin İhsanoğlu vakası olsun diye bahsetmiyorum. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu dışındaki herhangi bir aday Ekmeleddin İhsanoğlu muamelesi görecektir, o ayrı. Ama güven ilişkisinin, adayla değil, mekanizmayla kurulacağını söylüyorum. Seçmeni rasyonel ve yetişkin biri olarak karşımıza almaktan bahsediyorum. Şu anda bütün siyâsî partiler seçmene, oyalanması, avutulması gereken bir çocuk gibi davranıyor. İktidar, sürekli olarak seçmenin aklını ve ahlâkını aşağılayarak davranıyor. Muhâlefet de sürekli olarak derdini, arzusunu ve yine aklını aşağılayarak siyâset yapıyor. Seçmeni yetişkin insan yerine koyacak başka bir alternatif yok mu?

Ruşen Çakır: Kemal, noktayı sen koy o zaman. 

Kemal Can: Bu heyecan kısmında Ayşe’ye çok katılmıyorum. Heyecan lâzım bir şey, ama nasıl târif ettiğinle ilgili. Ne Türkiye’nin şu anda ihtiyaç duyduğu şeyin ne de seçim kazanma yöntemi olarak, sağduyunun ya da yüksek stratejik bakışın çok da belirleyici olduğu kanaatinde değilim. Çünkü hem Türkiye’nin mevcut koşulları hem iktidarın stratejisi, son düzlükte asıl olarak kimin, ortamı, şartları belirleyici hâle taşıdığı önemli olacak. Dolayısıyla kendi seçmenine bunu nasıl geçirdiği, sonucu belirleyecek. O yüzden, ben heyecan meselesinin önemsiz olduğu kanaatinde değilim. Evet, çocuk muamelesi yapılmış bir seçmen rahatsızlık verici; ama onun da, önüne koyulan çok geniş bir projeyi bütün veçheleriyle tartıp, ona göre son derece rasyonel kararlar vermesini beklemek çok doğru değil. Orada bir ifrat-tefrit meselesi var. 

İlk turda konuştuğumuz iktidar stratejisini belirleyen ve şimdi konuştuğumuz muhâlefet stratejisini belirleyen temel şey şu: İki taraf da beklentilerini, birbirinin zorluklarından doğacak sonuca bindirmiş durumda. Burak’ın da söylediği gibi, muhâlefet, gayet haklı biçimde, iktidârın kaybedeceğini düşünüyor. Kaybedeceğini düşünmesini sağlayan şey, iktidârın zorlukları. Ekonomik tabloya, iktidârın çıkış stratejilerinin çıkışsızlığına, bu konuları çözmek için herhangi bir yapmamasına bakıp, yani onun zorluklarını alt alta yazdığımızda, “Buradan galibiyet çıkmaz” sonucunu çıkartabiliyoruz. Muhâlefet de bu sonucu çıkartıyor haklı olarak. Anketlerden de bu görünüyor, biz de bunu söylüyoruz. Ama burada bizi bu sonuca götüren, onun zorlukları. Aynı şekilde, iktidar da kendi çıkışsızlığının farkında. Sonuç üzerinde neyi etkili yaparsa kazanabileceğini düşünüyor? Muhâlefetin zorlukları. İktidar da aynı şeyi muhâlefet için düşünüyor: “Bunların birlikte bir şey yapması zor”. Kürt meselesinden göçmen meselesine, dış politikadan ekonomiye kadar pek çok fay hattı muhâlefetin de içinden geçiyor. Ve bu hatlar, çeşitli enstrümanlarla tetiklendiğinde, oradaki sorunlar açığa çıkıyor. Dolayısıyla, muhâlefetin içinde bulunduğu sorunların sonuçta etkili olacağını ve muhâlefetin zorlukları yüzünden kendisinin kazanabileceğine inanıyor ve stratejisini bunun üzerine kuruyor. Yani iki tarafın da kazanma stratejisi, kendi stratejileri üzerinden değil, karşı tarafın zorlukları üzerinden konuşuluyor. Böyle bir temel mesele ve bunun yarattığı belirsiz bir alan var. Çünkü herkes, kendi stratejisine ya da millete anlatacağı hikâyeye odaklanmıyor, hep diğer aktör üzerine bir şey kurmaya çalışıyor. Meselâ muhâlefet, iktidârın yarattığı sorunların görünürlüğü üzerine bir perspektif kuruyor: “İnsanlar yoksul. İnsanlar sıkıntı çekiyor. İktidar bunları bunları çözemiyor” üzerine kuruyor. Bunların görünürlüğünü artırdığında, iktidârın sorunlarının daha fazla görünür olduğu bir tabloda, zâten kendiliğinden kazanacağına inanıyor ve stratejisini böyle kuruyor. 

Heyecan meselesi burada devreye giriyor. Şimdi basitçe düşünürsek, iki yolla kazanabilirsiniz: Bir, güçlü bir alternatif olduğunuzu gösterip, insanlar için temel tercih olacak kritik sorunlarda, sâhiden inandırıcı ve yapabileceğinizi de göstereceğiniz bir çözüm önerisiyle heyecan yaratabilirsiniz, arkanıza insanları toplayabilirsiniz. Ya da mevcut sorunun bu durum devam ettikçe değişmeyeceğine ilişkin inancı çok güçlendirebilirsiniz ve o zaman onu, “Bu iktidardan kurtulalım” motivasyonuna dönüştürürsünüz. İki noktada da muhâlefetin çok güçlü bir dalga yaratmadığını görüyoruz. Biraz önce Burak da Ayşe de değindiler. Çeşitli başlıklarda niyetler olsa ve birtakım genel ilkeler konmuş olsa bile, bir ortak çerçeve ve bir çözüm programı olarak, adaydan başlayarak bütün seçmene geçmiş ve onlar tarafından kabul görmüş bir güçlü program veya aday henüz ortaya konmamış durumda. Geleceğe dâir bir şey söyleyerek heyecan yaratmak mümkün. Peki, bugünün reaksiyonunu ve rahatsızlıklarını örgütlemek anlamında ve ondan büyük bir muhâlefetin toplam bir gücü olarak iktidar üzerinde baskı yaratmanın imkânı oluşmuş mu? O da oluşmuş değil. Mevcut tepkiyi de örgütleyebilmiş ve buradan heyecan çıkartabilmiş değiller. Hattâ daha önce de birtakım olaylarda konuştuk, onların birlikte olduğunu, yaşanan şeylere birlikte verdikleri reaksiyondan görmüyoruz. Ayrı ayrı reaksiyonları var. 

Ben yine geçmiş referansa döneceğim: 2015’in Haziran-Kasım arası, çoğunlukla patlayan bombalar, kaos ortamı ve sertleşen atmosferle anlatıldı. Ama o denklem değişiminde çok önemli bir faktör daha vardı. O da, 8 Haziran gecesi Bahçeli’nin açıklamasıyla, bugün de olduğu gibi 60-40 dengesinin öyle olmadığını ve kaybeden AKP iktidarı karşısında bir şey yapabilecek ve bir seçenek olabilecek iktidar tablosunun ortaya çıkmaması. Kasım’ı mümkün kılan şeylerden biri de, bu belirsizlik, dağınıklık, kaos, ortamın terörize edilmesi kadar, iktidârın alternatifi meselesindeki belirsizliğin çok net görünmesiydi. Bunu genellikle dikkate almadan, “Evet, Haziran ayından sonra iktidar birtakım manipülatif hamlelerle ortamı terörize etti ve o kaos ortamında tekrar bilmem kaç puan oyunu artırarak %50’yle iktidâra geldi” deniyor. Evet, bu önemli bir faktör; ama diğer faktör, karşısında yer alanların onu değiştirebilecek bir seçenek ve kararlılık içerisinde olmadığının görülmesi.

Bu aday meselesinde, Ayşe de Burak da değindiler, aday meselesi ve yetki kullanıp kullanmama meselesinde de bir karmaşıklık var. “Kılıçdaroğlu sembolik cumhurbaşkanlığının temsilcisi, diğerleri karizmatik ve icrâcı adaylar” görüntüsünde bir tuhaflık var. Çünkü aslında hemen bir şeyler yapmak konusunda en fazla lâf söyleyen Kılıçdaroğlu. Üstelik birinci tekille, “Şunu yapacağım, bunu yapacağım” dediğinde çok eleştiriliyor. Aslında Ayşe biraz değindi, buradaki temel mesele: Sınırlandırma. Yetkilerini kullanmak değil, sınırlandırmak. Yetkilerin sınırlandırılması biraz geri çeken bir şey. Seçmen için tereddüt yaratan bir şey. Ama denetlenmesi meselesini koymak, buradaki temel kavramı, yetkilerin sınırlandırılmasından çok denetlenmesi olarak kullanmak daha doğru. Çünkü seçmen hızlı biçimde sorunlarının çözülmesini istiyor. Dolayısıyla, yetkileri sınırlanacak bir şey, bu düşünceyi zayıflatabilir. Ama yanlış yapması karşısında bunun denetleneceği ve denetleyecek mekanizmanın kurulacağı fikri, bence dengeleyici olabilir. 

Bu açıdan kavramları biraz buraya doğru evriltmekte fayda olduğunu düşünüyorum. İlk turda çok değinmedim, ama iktidârın sürekli baskıyı artırması, provokatif hamleler yapması, siyâset alanını sistematik ve artan bir dozla iyice daraltmaya devam edecek. Tıpkı 2015’te olduğu gibi, seçime çok yaklaştığı dönemde, çok daha yüksek olacak. Çünkü bâzı şeylerin etkileri kısa süreli ve hemen sonuç veriyor. Ama uzun süre devam ettirilemiyor. O yüzden seçime yakın, çok yüksek bir şey görme ihtimâlimiz var. O düzlüğe girerken, yani iktidârın stratejisinin böyle olacağı varsayımıyla, o düzlüğe girmeden önce, seçimin genel havasını kim belirlerse avantajlı girecek. Eğer iktidar, seçime o gerilim atmosferinin yaratacağı türbülansı kullanabileceği bir biçimde girerse, muhâlefet o zamana kadar bunu önden kesebilecek –işte burada heyecan önemli– başka bir duygusal dalga yaratamazsa, bence sıkıntılı bir şey olacak. İki türlü sıkıntı olacak: Seçimin sonucunu değiştirebilecek bir risk oluşturabilir. Seçimin sonucunu değiştirmese bile, seçim sonrası atmosferi belirleyecek çok önemli bir nokta da olabilir. 

Kim değindi hatırlamıyorum ama, şu anda aday tartışmaları başta olmak üzere, Altılı Masa’nın da birbirini dengelemek, birbirini dizginlemek, birbirini geri çekmek konusunda daha yüksek bir motivasyonu var. Ortak, birlikte daha fazla bir enerjiyi açığa çıkarmaktan çok, birbirlerinin enerjilerini azaltmaya ya da baskılamaya, onları biraz dizginlemeye, daha ölçülü olmaya zorlayan bir etki yaratıyorlar. Bence bunun hızla değişmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu heyecan faslı, iktidârın stratejisinin işleyememesi açısından da bence önemli. Çünkü iktidar, duygu siyâsetini endîşeler üzerine kuracak. Bunun çok anlaşılır bir tarafı var. Bunun karşısında eğer çok kuvvetli bir ortak program çıkartılamıyorsa, muhâlefetin başka duygusal destek üretmesi gerekiyor. Henüz ortaya çıkmayan şey o.

Ayşe Çavdar: Mesele, hangi duygu üzerinden o heyecânın kurulacağı hikâyesi. “Yaşasın, bu adam bizi kurtaracak!” mı olacak? Yoksa “Biz bir arada bundan kurtulacağız” heyecânı mı olacak? Eyvallah, bir duygusal iletişim gerekiyor. Ama o, güven kaynaklı bir duygusal iletişim mi olacak, yoksa “Şimdi bundan kurtulmamız lâzım. Ne yaparsak yapalım. Tatava yapmayalım, basalım geçelim” hikâyesi mi olacak? Ben muhâlefette bunlar arasındaki dengenin doğru dürüst kurulamadığından bahsediyorum. Çünkü seçmene çocuk muamelesi yapmaktan, bir türlü onunla doğru dürüst bir müzâkere yapıp, ne yaptığını ona anlatır hâle geçemiyor. Bunda da “Nasılsa kazanıyoruz” hikâyesinin çok büyük bir etkisi var. Muhâlefetteki, “Kazanacak adayı belirleyelim” sözünde bile,  “Biz bunu yapamayabiliriz” özgüvensizliği, aslında biraz özsaygı eksikliği de var. Hatem Ete ile yaptığın programı izledim Ruşen, onda bile bu var. “Biz bunu şu koşullarda bile yapamayabiliriz. Hiç değilse garantili bir adamla çıkalım da…” ifâdesinde bile, esâsında, bir kaybetme hâli kendisini ele veriyor. Benim dikkat çekmeye çalıştığım şey bu. O duygusal iletişim tamam. Ama gerçekten o iletişimi nasıl, neyle kurmuş oluyor? 

Ruşen Çakır: Burak, sen bir şey söyleyecek misin?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır, söylemeyeceğim.

Kemal Can: Buradaki sorun heyecan sorunu değil. Heyecânı nasıl kurduğunla ilgili bir şey. Çünkü seçmen, evet, birtakım rasyonel parametrelere bakar. Ama asıl olarak seçimleri belirleyen şey, o duygusal iklim ve dalgadır. Dolayısıyla iktidar stratejisi üzerine düşündüğümüz, endîşe, korku gibi motivasyonların hepsi, o havayı etkilemekle ilgili bir şey. Dolayısıyla bu, önemli bir mesele. Meselâ hep aşağılanan Ekmeleddin İhsanoğlu formülü var ya? Her örnekte alay konusudur. Ama Ekmeleddin formülü, aslında bir çâresizliğin, karşısında kazanabilecek adam bulma arayışının tipik bir örneğidir. 

Ayşe Çavdar: Kötü bir örnek.

Kemal Can: Hayır. Motivasyon odur. “Bunun karşısında kazanamayız. Kazanacak bir formül bulalım.” Bunun kazanmışı da aslında belki de Mansur Yavaş’tır. Anlatabiliyor muyum? Belediye başkanlığı perspektifinde söylüyorum. Kazanacak adayı aritmetik blokların toplamı olarak hesapladığında başka bir şey.

Ruşen Çakır: Çok uzatıyoruz, yavaş yavaş toparlayalım. Burak, bir şey mi söyleyeceksin? 

Burak Bilgehan Özpek: Bir de, bu adaylara atfedilen özellikler var. Ben orada da insanları çok büyük hayal kırıklıklarının beklediğini düşünüyorum. Kemal Bey’i böyle peygamber gibi çizmek, Ekrem Bey’i hırs küpü, yeni bir Erdoğan gibi tasvir etmek filan… Bence bunlar, birey üzerinde yapılan analizler ve bizi hayal kırıklığına uğratacak. Muhâfazakâr mahallenin Kemal Bey’e destek veren yazarlarına bakıyorum: Kemal Abi’nin söylediği gibi, onların Kılıçdaroğlu’na atfettiği bir demokratikleştirici rol vardı. Ama Kemal Bey konuştukça hayal kırıklığına uğruyorlar. Daha başkan olmadı. Konuştukça kızıyorlar. Demek ki burada kişiyi denetleyen yapının özellikleri daha önemli. Başkan adayı nasıl bir Parlamento’yla karşı karşıya kalacak? Nasıl bir toplumsal psikoloji onu bekliyor? Nasıl bir ekonomi onu bekliyor? Dolayısıyla, kişinin kendisinden ziyâde, nasıl bir yapı içerisinde olacağı daha çok önemli. Sonrası için biraz da yapıyı konuşmak gerekir.

Ruşen Çakır: Evet. Başka bir yayında yapalım. Muhtemelen, bir aksilik olmazsa haftaya izleyicilerin sorularıyla, biraz daha uzun bir yayın yapma niyetimiz var. Bu haftayı böyle noktalayalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Son anda bir değişiklik olmazsa, sizlerin de soru, yorum ve eleştirilerinizle, haftaya daha dinamik bir yayın bizi bekliyor. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.