Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır, İsmail Güzelsoy ile son romanı “Avucumda Rüzgar Var”ı konuştu

Ruşen Çakır, yazar İsmail Güzelsoy ile yeni romanı “Avucumda Rüzgar Var“ı konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bugün siyâsetin dışına çıkmaya çalışacağım. Konuğum İsmail Güzelsoy. Kendisiyle on beşinci ve son romanı Avucumda Rüzgâr Var’ı konuşacağız. İsmail, hoş geldin.

İsmail Güzelsoy: Hoş buldum. 

Ruşen Çakır: Siyâsetin dışına çıkarak konuşabilecek miyiz yeni kitabını?

İsmail Güzelsoy: Söz veremem. Şu dönem o kadar politize olduk ki, her neyi konuşsak siyâsetten çıkamıyoruz. İnsanlar glüten üzerine konuşurken bir bakıyorsunuz, on dakika sonra yine siyâset konuşmaya başlamışlar. Beni asıl geren, bu kadar çok siyâset konuşmamıza rağmen siyâset üretemeyişimiz. Bu coğrafyada insanlar devamlı politik bir şeyler söylüyor; ama ortada bir politika, politik bir önerme yok. Yine de ısrarla ve inatla olabildiğince senin çizdiğin sınırlarda kalmaya gayret edeceğim. 

Ruşen Çakır: Yazdığın kitapların hepsi esrârengiz. Bu roman iyice esrârengiz. Kahramanlar, belli bir zaman dilimi içerisinde büyüyenler, ölenler… Ama sâdece insanlar değil, böcekler ve ağaçlar da var kahramanlar arasında. Çok detay vermeyeyim ama geçişkenlikler de var. Diğer kitaplarının hakkını yemek istemem, ama bu kitap herhalde bir zirve. Bu romanda, Türkiye’deki bir dönemi anlatıyorsun. O dönem tam olarak hangi yıllar?

İsmail Güzelsoy: Romanın açılışı 1929, 1930’dan başlar, 1966’ya kadar gelir. Çok net söyleyebiliyorum, çünkü bundan önceki Kıpırdamıyoruz romanımla bir geçişkenlik hâlinde; belli bir dönemde kesişiyor. O, bir anlamda bunun kaldığı yerden devam eder; ama aynı hikâye olarak değil başka bir hikâye olarak devam eder. Kahramanların bâzıları ortaktır. Roman, musikinin, o müziğin, kültürel uyanışın, belki bu coğrafyadaki aydınlanma girişiminin en heyecan verici, en ivmelendiği döneme karşılık geliyor; o yüzden o dönemi seçtim. Bir Türk aydınlanması varsa eğer, o dönem olarak tanımlanabilir.

Ruşen Çakır: Burada o kadar çok detay var ki. Meselâ kitabın başkahramanı Mûsıkî. Bir anlamda, kahramanlardan bağımsız olarak var olan bir şey. Romanda birçok tasvir var: yer tasviri, insan tasviri… Mesela ud. Müzik âleti olarak farklı udların tasviri, udun içi… Bunlar normal bir insanın bilebileceği şeyler değil. Üzerinde bayağı çalışmışsın. 

İsmail Güzelsoy: Bana anormal mi demek istedin?

Ruşen Çakır: Hayır, öyle demek istemedim. 

İsmail Güzelsoy: Normal olmadığımı kabul edebilirim. 

Ruşen Çakır: Şunu demek istiyorum: Herhangi bir yazar böyle bir konuyu kafasında şekillendirebilir, ama bu kitabı bu ayrıntılarla yazabilmek için epeyce bir çalışma yapmış olmalısın.

İsmail Güzelsoy: Tabii. Şöyle bir çalışmaydı bu: Benim udla mâcerâm, 18 Mayıs 2018’de başladı. Parmaklarımda görebilirsin izleri. Sağlık sıkıntısı yaşadığım 1 haftayı saymazsak, o günden îtibâren hiç ara vermeksizin günde en az 2 saat ud çalıştım. Bu bazı günler 12-13 saati de buldu. Virtüoz olayım diye çabalamıyordum; Tahir’in geçtiği yolu katedebileyim, onun ruh hâlini, duygu durumunu yansıtabileyim diye yaptığım bir şeydi bu. Bu arada lutiyeleri (luthier) gezdim, onlarla sohbet ettim. Ud yapımını denedim. Sağ olsun İlyas (Çakan) atölyesini açtı, biraz uğraştım. Biraz kırıp döktüm, becerebildiğim işler değil, zor işler bunlar. Bu arada üç ayrı hocadan ud dersi aldım. İşin bir de faraziyesi var, onu çalıştım. Tabii çok iddialı bir alan. 

Ruşen Çakır: Ud, günümüzde bilinen, merak edilen, popüler bir çalgı da değil.  

İsmail Güzelsoy: Oradan da biraz meydan okuma var. Aslında kültürel bir çöküşün içindeyiz; her yerde bir sakilleşme var. Piyasa için olmayan hiçbir şeyin yaşamadığı bir çağa geldik. Geride bıraktığımız çok kıymetli bir şey var ve onu göstermek gerekiyor. Bence sanatın amaçlarından biri de budur; dünyayı keşfe açık hâle getirmek. Öğrencilerime hep söylediğim bir şey var: “Biz ne satıyoruz? Neye uğraşıyoruz? Bu romanı niye yazıyoruz?” En temel soru şu: “O romanı niye yazıyorsun? Niye bu kadar kafa yoruyorsun, niye uğraşıyorsun?” Meselâ bu soru bana hiç sorulmaz. Bir duygu satmaya uğraşıyorum. Bir îtirâzım var ve senin de benim kadar îtiraz etmeni istiyorum.

Şöyle bir hikâye anlatacağım sana: Bir hukuk öğrencisi, kafasının tası atıyor. Kafasında bir teorisi var, onu kanıtlamak için gidip bir tefeci kadını öldürüyor. O arada kadının kızkardeşi çıkıyor, onu da öldürüyor. Sonra da gidip teslim oluyor. Hikâyeyi anlattım, bu kadar. Kitap Suç ve Ceza, 600 sayfa. Ne anlatmış o 600 sayfada? Sana bir yolculuk yaptırıyor. Senin, o süreci kendi içinde yaşantılamanı, onun keşfettiği şeyleri keşfetmeni sağlıyor. Biz eğer o keşfi yaptıramazsak, bugün, şu ânda içinde bulunduğumuz sığlıkta boğuluruz. Bunu yapabilmemiz için de, belki, senin biraz önce dediğin gibi “normal insan” olmak için bu kadar çaba harcamamak gerekiyor.

Ruşen Çakır: Senin udla ilgili söylediğin konu, kitabı okurken aslında bunun bir meydan okuma olduğunu anlıyoruz. Çok satmak, çok ilgi görmek isteyen bir yazar, meselâ gitar, piyano veya son günlerde popüler olan bir enstrümanı anlatmak isteyebilir. Bu kitabı okumaya başlayan biri, “Bu ud nereden çıktı şimdi?” diye bırakabilir de. Bu anlamda riskli bir şey yapmışsın. 

İsmail Güzelsoy Evet, çok riskli. Ama ben enstrümanları araştırırken, udu rasgele seçmedim. Ud, çok ihmal edilmiş enstrümanlardan. Bir saz heyeti içerisinde sesi kolay kolay duyulmaz. Aslında bir kontrbas gibidir. Saz heyetini yönlendirir, onlara yön gösterir, ama onun kendi tınısı duyulmaz. Ud bu yönüyle bana çok çarpıcı geldi. Cem Behar’ın söylediğine göre –ki kendisi konunun uzmanı, hiçbir şekilde şüphe etmeyeceğim bir otorite bu konuda– ud, bizim zannettiğimiz gibi Osmanlı’da öyle çok mûteber bir saz değilmiş. Çok sevilmeyen, hattâ çok kaba saba, köylü enstrümanı diye bir kenara atılmış. Çok sonraları, yakın bir dönemde saz heyetlerine girmiş. Tamburun yanında esâmîsi okunmuyor, gariban bir saz yani. 

Bunu bulduktan sonra, o tok tınıları da arka planda verebilen… İnce saz gerçekten incedir, çok ince seslerden oluşur. Bunun istisnâsı uddur. Ud, tok seslerden oluşuyor, gürdür. Fakat hakkı yenmiştir. Biraz kendimize benzettim udu. Bu anlamda bizi temsil ediyor biraz.

Ruşen Çakır: Yani iâde-i îtibar yaptım diyorsun. 

İsmail Güzelsoy: Haddim olmayarak en azından buna çaba harcadım. Düşünce iklimini belirleyen birtakım insanlar var, ama onların sesini duyamazsın. İddialı değillerdir, geride durmayı tercih ederler. Ben bu tarz insanları çok seviyorum. Hani çıkıp, “Bir dakika, beni dinleyin, höt zöt” yapan insanlar değildir onlar.

Ruşen Çakır: Tam da sormayı düşündüğüm soru oydu. Kadın, erkek birtakım iyi insanlar var. Tevâzu sahibi insanlar. Yetenekleri, becerileri kıyaslandığı zaman çok kolay vazgeçen insanlar var. Bir de kötüler var. Bu kitap boyunca, birtakım iyi insanların bir şeyler yapmaya çalıştıklarını, ama yapmayıp vazgeçtiklerini gördüm. Ama bu vazgeçiş kötüler yüzünden değil sanki. Dünya buna elvermiyor gibi. Yani ne kadar iyi olursan ol, bu kadar olabiliyor. Yanlış mı anladım?

İsmail Güzelsoy: Dönemi de dikkate aldığımız zaman şöyle bir şey var zâten: Târih boyunca kırıksız ilerleyen bir çizgi varsa, o da budur. Kültür sanatta, siyâsette, şurada burada bir şeyleri belirleyebilecek, bir kıymet katabilecek insanların sesinin bastırılması üzerine kurgulandı hayat. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şöyle bir şey okumuştum: İnsanlık târihi boyunca ilk defa bir kuşak, kendisinden önceki kuşaklardan daha az bilgili, daha câhil. Bilgisayarını açtığın zaman bir sürü bilgi akıyor önüne. Peki, bu kadar bilginin olduğu yerde, insanlar hâlâ câhil kalmayı nasıl beceriyor? Bu nasıl oluyor? Eskiden kıraathâneler vardı, gidip oturur, çay ve kahve alırdık. Şimdi bir kahveciye giriyorsun, binlerce çeşit. Bir yandan harıl harıl haz arayışı var, ama bu haz çeşitliliğinin içerisinde kaybolmuş durumdayız. Meselâ ben çocukken, hiçbir zaman okuyacak roman aramazdım, elimin altında hep bir roman olurdu. Şimdi bu kadar kitap basılıyor, okuyacak roman bulamıyorum. Ya da dinleyecek müzik, izleyecek film bulamıyorum. Biz mi bu kadar müşkülpesent insanlar olduk? Hayat mı çok değişti, çözmesi çok zor. Aynı zamanda bir sakilleşme de var. Aldığımız normal, basit bir kahvenin yerine, bilmemneli latte içtiğimiz zaman daha mı çok haz alıyoruz? Hayâtımız daha mı renkleniyor? Hayır. O kahveyi içerken derdimiz sohbet etmekti. İçeriği kaybettiğimizi düşünüyorum ben. Hayâtın temel içeriklerinden biri buydu. O yüzden söylüyorum, artık edebî bir zevk almıyoruz. Sadece adrenalin sporuna dönüştü. 

Okur tepkilerine baktığım zaman iki temel şey görüyorum. Birincisi, kolay okunuyor. İkincisi, merak ettiriyor. Bunlar bir romanı belirleyecek kriterler olabilir mi? Okura işlenmiş, kesinlikle okurun kabahati değil bu. Bence bu işin en mâsum ucu, okur. Her alanda olduğu gibi ona da bu işlenmiş: Basit olan ve piyasa için olan yaşıyor. Sonu merak edilmeli. Oysa merak çok ilkel bir dürtüdür. Bütün canlılarda vardır. Sen kedileri seviyorsun, bilirsin. Kedi merak eder. 

Ruşen Çakır: Ama bu kitaba haksızlık etme. Okurken kolay okunmadığını kabul ediyorum, bu iyi bir şey. Ama birçok şeyi de merak ettim. Meselâ, anlatıcı kim diye merak ettim. Hiç aklıma gelmeyen birisi çıktı. Bunlar iyi şeyler. 

İsmail Güzelsoy: Merakı tamâmen çöpe atalım demiyorum. Ona bakarsan, bir polisiye edebiyâtı var, sadece merak üzerine kurulmuştur. Söylemek istediğim, merak tek başına bu işin lokomotifi olamaz. Çok daha derin bir şey olmalı. Edebiyat bunun daha derininde. Az önce Suç ve Ceza’yı üç cümleyle özetledim. Gerçekten Suç ve Ceza’yı mı anlattım sana? E adam oturup o kadar şeyi niye anlatmış orada? Suç ve Ceza’yı okumayan birisi bunu üç cümleyle dinlerse, “O da öyle bir hikâyeymiş” der gider. Ben Suç ve Ceza’yı okuduktan sonra allak bullak olmuştum. O romanı kaç kere okuduğumu bilmiyorum. 

Ruşen Çakır: Ben cezâevinde okudum. 

İsmail Güzelsoy: Tam da yerinde. 

Ruşen Çakır: Suç ve Ceza’yı cezâevinde okumak ayrı bir şeydi tabii, ama bütün klasiklerin ayrı bir önemi var. Tekrar kitaba dönelim. Müzik çok önemli. Türkiye’nin dönüşümüne tanıklık ediyoruz; o çok önemli. Bu kitapta bazı ayrıntılar, ya da ayrıntı gibi gözüken şeylerin hepsini bir araya getirdiğinde bir tablo çıkıyor ortaya. Meselâ beni en çok etkileyenlerden birisi, alt orta ya da alt sınıftan insanların hayâta tutunma tarzları ve tecrübeleri. Burada, müzik, hattâ içki, kimi zaman uyuşturucu. Uyuşturucu derken insanların aklına eroin gelmesin, o dönemin kullanılanları. Sen yazdığın için belki öyle olabilir, ama anladığım kadarıyla gayet doğal şeyler. Şimdi bunların her biri bir olay hâline dönüştü. 

İsmail Güzelsoy: Evet. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Ben Deli Miyim? diye bir kitabı vardır. Zaten roman, alkol, uyuşturucu filanla açılır, onunla da kapanır. Hatta “melek tozu” deniyormuş. Oradan onu da öğrendim. Kokain. İnsanlar yanlarında küçük kutularda gezdiriyorlarmış. Anladığım kadarıyla çok da yasadışı değilmiş, idâre ediyorlarmış. Böyle dönemler olmuş. Yani onları araştırarak arka planı oluşturdum. Ama burada müzik de var. İşin içine müzik girdiği zaman bir esriklik hâli aranır ya. Nietzsche’den esinle şöyle söyleyeyim: İnsanlık târihi, Apollon ile Dionysos arasındaki gibi, akıl ile hissediş arasında parçalanmış. Yani yeni bir durum karşımıza çıktığı zaman, biz bunu neresinden tutup nasıl anlayacağız? Meseleyi duygularımızla mı çözeceğiz yoksa aklımızla mı? Bu, antik çağlardan beri Dionysos kültü ile Apollon kültü arasında parçalanmış bir algı dünyası. Birisi esriklik, sarhoşluktur. Diğeri her şeyi akılla çözer. Fakat gözden kaçan bir durum var burada. Dionysos, tiyatrolarda tapınağı olan tek tanrıdır. Tiyatro dediğin yer, akıldır aynı zamanda. Yani Dionysos sâdece esrikliğin değil, aklın da merkezidir. Apollon’a baktığın zaman, elinde bir vardır. Lirizmin kökeni. Akıl aynı zamanda lirizmin de kökenidir. Böyle bir diyalektik alanı da gösteriyor. 

Peki, niye bunu söylüyorum? Bütün bu esrikliğin, alkolün, uyuşturucunun arka planında müthiş bir matematik var. Müziğin matematiği. Bütün bu insanlar kafa çekiyorlar, oynuyorlar; ama müzikle uğraştığın zaman nasıl katı bir disiplin alanı olduğunu görüyorsun. Enstrümantalistlerin hepsi şu anda beni derin bir of çekerek dinliyorlardır. Zamânı mikronlarına, atomlarına bölüyorsun, inanılmaz bir şey. Meselâ hoca bana bir şey gösteriyor, ben yaptığımı zannediyorum. “Hayır, öyle değil” diyor. 1 milisaniyelik farka dikkat çekiyor. Orada müthiş matematik var. Ama aynı zamanda, “Boş ver abicim, içelim güzelleşelim” kafası var. Bu ikisinin bir arada olduğu tuhaf bir diyalektik alanıdır.

Ruşen Çakır: O ince ayarları kafası iyi olanlar daha iyi yakalıyor sanki. Tekkelerdeki insanların daha ilk andan îtibâren müzikle kurduğu ilişki sâhici…

İsmail Güzelsoy: Ama doğrudur biliyor musun. Orada anlatılanlar gerçektir. Çok yakın bir zamana kadar, benim çıraklık yaptığım yıllara kadar, Babıâli’de, Valiliğin izin verdiği yerlerde izbe tekkeler vardı. Bunlara izin veriliyordu, göz yumuluyordu — ki Valiliğe çok yakın yerlerden söz ediyorum. İnsanlar matbaa ortamında çalışıyorlar ya? Devamlı o seslerden deliriyor. Oralara gidip iki paf küf yapıp, müzik dinliyorlar, kafa dağıtıyorlar. 

Ruşen Çakır: Miskinler Tekkesi denilen o mu?

İsmail Güzelsoy: Biraz öyle bir şey işte. “Orada neler oluyor, ne dönüyor?” diye merak ederdik. Hiçbir zaman görme şansım olmadı. Bizi sokmazlardı, izin vermezlerdi. Ama bu romanda izin verdim, çünkü muhtemelen daha önce gidiyorlardı diye düşündüm. Ama orada ne oluyor, ne tür bir müzik dinliyorlar diye hep merak etmişimdir. Hattâ Cem Behar’ın Orada Bir Musıki Var Uzakta isimli araştırmasını okurken, o merakım biraz teskin oldu. Orada bayağı anlatıyor.

Ruşen Çakır: Romandaki dil konusuna gelelim. Bir kere dil beni çok çarptı. Eski basım Türk edebiyatı kitapları yeniden basılırken galiba üç şekilde basılıyor. Biri, olduğu gibi basılıyor. İkincisi, bazı yerlerini basıyorsun ya da, sayfanın alt kısmına kelimelerin Türkçe anlamını yazıyorsun. Bu romanda, benim de kimilerini akıl yürüterek bulduğum çok sayıda eski kelime var. Bu arada çok teşekkür ederim, birçok yerde adımı da geçirmişsin, çok hoşuma gitti. Ben hâlâ bilmeyen insanlara ismimin anlamını anlatıyorum. Adımın ne anlama geldiğini merak etmem yıllar sonradır. 

İsmail Güzelsoy: Rûşen çok güzel bir kelimedir. 

Ruşen Çakır: Mesela Farsçada Rûşen Fikr entelektüel demekmiş. Bunu duyduğum zaman çok gururlanmıştım. Bu romandaki dil tercihine bakıyorum, aslında bugünün Türkçesini temel alıyorsun; ama içinde, hiç şaşırtmayan, yadırgatmayan, günümüz Türkçesinde daha kolay karşılığı bulunan kelimeler, özellikle sıfatlar var. Ama bunu gerçekten çalışıp bulmak gerekiyor.

İsmail Güzelsoy: Ben bunun için 1 sene boyunca Farsça eğitim aldım. İran’a gittim. Türkçenin arkeolojisini de yapmak gerekiyor, öyle diyebilirim. Bu romanda “Şurada kullanılan kelime Türkçede yoktur” diyen bir tek kelime var: Rüyevî. Bunu Vahit Hoca ile beraber ürettik, ona danıştım. Hüseyin Rahmi buna rüyaî diyor. Ama telaffuzu çok zor. Vahit Hoca rûyevî olarak kullanabileceğimi söyledi. Bu şekilde Türkçeleştirilebiliyordu döneminde. Bunun dışında hiçbir uyduruk kelime yok. 

Benim derdim, müziğin romanını yazmaktı. Bunu yaparken de şu anda kullanılan, mûteber olan Türkçe buna yetmezdi. Kelimelerin, aynı zamanda müzikal âhengini de gözetmek gerekiyor. Bu, birincisi. İkincisi, bunu yapmasam bile tepkisel bir durum var. Benim tarzımdaki adamlar, “aynen” ve “yani”den oluşan bir dil kullanımı içine düşmüş durumdayız, çıkamıyoruz. İki şey çok temel: Solcu filan demek istemiyorum, özgürlükçü kafada iki temel hatâ yaptığımızı düşünüyorum. Kendi adıma konuşuyorum. Birincisi, mûsıkîyi bize sattıkları gibi aldık. Yani Ramazan’da, oruç açmadan önce, iftar sofrası öncesinde çaldıkları şeyi bize mûsıkî diye tanıttılar. 2000 yıllık bir müziğin tezâhürü olarak bunu tanıttılar. Saçma sapan bir yorumdur. Ziya Gökalp’in tanımladığı, çerçevesini çizdiği bir müziği koydular karşımıza, biz bunu kabul ettik. Bunu yapmakla müthiş bir redd-i mîras yapmış olduk. Asıl oradaki muhteşem kültürel zenginliği, 2000 yıllık birikimi reddettik. İkincisi de, dilde sâdeleşmeyi, Atatürk’ün de belli bir zaman sonra, “Bu iş çığırından çıkıyor” deyip vazgeçtiği projeyi biz devam ettirdik. 

Dilde sâdeleşme nedir? Dilde yabancı kelime olmazmış. Dil organiktir. “Fakat” veya “ama” dedikten sonra, sonraki önerme, öncekini reddetmek zorundadır. Dil, senin söylediğin bir yan cümleciğin tersini söyleme şansını vermiş. Bu kadar liberal ve zengin bir organizma var karşında. “Ama”, “fakat”, “lâkin”… bunlardan hangisi Türkçe? Hepsi Türkçe. Köken îtibâriyle Arapça olabilir; ama ben onu kullandığım anda o Türkçeleşir. “Plaza Türkçesi” diye soracaksın. Ama şu edâya bakmak gerekiyor. Sana hava atmak için mi o kelimeyi kullanıyor, yoksa ihtiyâcı olduğu için mi kullanıyor, buna bakmak gerekiyor. Bir romancının kalkıp okura hava atacak hâli yok. 26 ülkeyi yönetmiş bir imparatorluğun pâyitahtında oturuyoruz şu anda. Buradan getirilen bütün bu mîrası Türkçe değil diye kullanmayacağız. Hayır efendim, ben kullanmaya ihtiyaç duyduğum anda Mozambik dilinden bile alır kullanırım. Kimse de buna îtiraz edemez. Doğru anlatabildiğimi umuyorum. Geçenlerde bir kelime duydum. Japoncada, sevdiğin birisi gittikten sonra o boşluğu tanımlayan bir kelime varmış. Doğru mudur, yanlış mıdır, tevâtür müdür bilmiyorum. Ama muazzam, ben bunu alır kullanırım. “A o Japonca, kullanılmaz, ayıp.” Yani ırkçılığı dile kadar getirmiş bir kültürüz ve ben buna tepkiliyim. 

Dediğim gibi, Türkiye’deki özgürlükçü yapılar içerisinde bence iki temel noktada çok büyük hatâ yaptık. Birincisi, müziği, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği gibi saçma sapan ayrımlarla tanımladık. Böyle bir şey yok. İkisi de palavra. Bir kere o müzik Türk değil. Bu söylediklerim, şu anda konuşulan Türk Hava Yolları, Türkiye filan tartışmasının parçası olarak düşünülmesin. Türk müziği değil o zâten. Binlerce yıllık müzik geleneğinden söz ediyoruz. Eğer ötekisine Klasik Batı Müziği deniyorsa, bu müziğin adı, Klasik Doğu Müziği’dir. Öyle olması gerekiyor, adı yanlış. “Sanat Müziği” diye bir şey olmaz. Meselâ, Sezen Aksu veya Tarkan sanat yapmıyor mu? Ne demek “Sanat Müziği”? Böyle bir tanım olamaz. Bu, zamânında Ziya Gökalp’in bize attığı bir kazık. Çıkamıyoruz işin içinden. 

Bir romancının, yaşadığı coğrafyanın dilini zenginleştirmek gibi bir görevi vardır bence. Olmalı. Ben kimseye ahkâm kesmiyorum, bununla ilgili kendime tâlîmat veriyorum ve bunu yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Ben romanı okurken, bu tür kullandığın sıfatlar –ki özellikle sıfatlarda dikkatimi çekti– çok hoşuma gitti. Zaten birçoğunu biliyordum, çok azında “Bu ne demek acaba?” diye düşündüm; kullanmadığım için unutmuşum. Meselâ başına “nâ” eki geldiğinde olumsuz olan “nâhoş” kelimesini biliyorum, ama kullandığın başka bir “nâ” önekli kelimeyi çıkaramadım. Ama yine de zorlanmadım, anlamını akıl yürüterek de bulabiliyorum. Bu anlamda, “İş olsun diye yapılmış” duygusu yok; bu, kitabın çok önemli bir parçası. 

Bir diğer önemli konu: İsimler. Meselâ romanda Tâhir ismi var. Onu anlamı nedeniyle mi seçtin?

İsmail Güzelsoy: Hayır, Tâhir makamı var. Bir makam ismi. Bazı isimler makamlara gönderme yapıyor. Meselâ, Hüseyin, Hüseynî makamına gönderme yapar. Nevâ, Nevâ makamına gönderir. 

Ruşen Çakır: Tâhir deyince, temiz anlamında düşünmüştüm.

İsmail Güzelsoy: Aslında “temiz” anlamına geliyor tabii. Bir anlamda “temiz, billûr seslerden oluşan” makam anlamında. Ama isimlerin hepsini bu şekilde kullanmadım. Bâzıları, o makamın baskın karar sesini gösterir. Aslında bir kişilik yapısını tanımlar. Makamları tanıyıp, o insanların kişilik yapısına dâir fikir sahibi olunabilir diye kullandım. Meselâ Hüseyin, biraz daha gariban, daha sızılı, biraz kaybetmiş kişilik. Bizim “türkü” dediğimiz tarzın edâsı, biraz Hüseynî’dir; Hüseynî seslerden beslenir. Onu anlatmak için kullandım. Doğuştan şanssız bir kişilik.  

Ruşen Çakır: Hz. Ali’den mi mütevellit?

İsmail Güzelsoy: Hüseynî’nin kaynağını bilmiyorum. Ama bir bağ olsa gerek. Emin değilim. 

Ruşen Çakır: Romanda İsot adında bir kahraman var. İsot, bildiğimiz acı pul biber değil mi?

İsmail Güzelsoy: Evet. Onun kaynağıyla ilgili hoş bir hikâyem var. Sabahattin Ali’nin Hapishane Şarkısı 3 şiirinde geçen Yanımda yatan yabancı, her sözü zehir gibi acı, bütün dertlerin en gücü; geçmiyor günler, geçmiyor dizesinde Yanımda yatan yabancı dediği Nazım Hikmet. Oradaki zehir gibi acı tanımı çok hoşuma gitti. Bir şâirin, bir başka şâiri tanımlayışı;her sözünün zehir gibi acı oluşunu olumlu bir şey olarak görüyor. Acı, lezzetli bir şeydir aynı zamanda. Öyle olmasa acı biberi satmazlardı. Romandaki İsot, tam öyle bir karakter. Her şeyi acı dile getiren biri ve ona acı bir sıfat vermişler. Ama arka planını anlatmadım, öyle havada kalsın, etnik kimliği, şusu busu olmasın istedim. Dediğim gibi, romanda bu müzik kültürüne katkısı olan her halkın temsil edilmesine özen gösterdim. 

Ruşen Çakır: Kitabın arka kapağına “Büyülü Gerçeklik” lâfını koymuşlar. Sen bunu benimsiyor musun? Kastedileni anlıyorum ve uyduğunu düşünüyorum. 

İsmail Güzelsoy: Herhangi bir hikâyeyi yazarken, “Ben şimdi ‘büyülü gerçeklik’  yazacağım” diye bir deli gömleği giymenin mânâsı yok. Hikâyen onu çağırıyorsa ya da o hikâyeni çağırıyorsa, bir yerde buluşuyorlar ve oluyor. Fakat ben bu romanda saz eseri formlarını, Peşrev ve Semâî formunu denedim. O formlarda yazmaya çalıştım romanı. Asında şöyledir: Çok kaba hatlarıyla söyleyeceğim; bu konunun uzmanları kulaklarını iki saniye kapatsınlar lütfen, çünkü sinirlerini bozabilirim. Semâî formunda belli bir ritim, belli bir tempo, belli bir usûl vardır. Bir sıkıntı anlatır. Sonra serbest bir hâne vardır, orada biraz uçar. Sonra tekrar en başa döner. “Ben bu formu romanda nasıl işleyebilirim, romanı nasıl Semâî kalıbına oturtabilirim?” diye düşündüm. Giriş bölümünü melodram olarak ele alırım ya da 50’li yılların melodram kafasıyla başlayabilirim diye düşündüm. Sonra daha modern, daha çağdaş bir forma dönüştürürüm dedim. Semâî formunun ruhu da budur aslında; farklı formlar arasında geçiş. Saz heyeti Semâî formunu sonunda çalar ve o gecenin hikâyesini toparlamak için yapar. Bu anlamda, farklı türler arasında bir gezinti demekti benim için. Serbest bölümü, mâcerâ bölümü olarak ele aldım. “Büyülü Gerçeklik” bu anlamda çok işime yaradı. Yani iki bölümü birbirinden tamamen yalıtan üç ayrı romanı iç içe geçiştirmek biçiminde bir form yarattım. Bu geçişlerin yumuşaklığı, sertliği, mûsıkîde ustalığı gösterir. Buna çok fazla mesâî harcadım. Yani o geçişi öyle bir yapmalıydım ki, “Ne oluyoruz? Nereye geldik?” duygusunu vermeden, yumuşak bir geçişle yapabilmeye uğraştım ve bu beni gerçekten çok zorladı. Melodram bölümüyle, büyülü gerçeklik bölümüne geçişi yapabilmek için, o bölümü yedi sekiz kere tekrar tekrar yazmak zorunda kaldım. O geçişin yumuşak olması ve hissedilmemesi gerekiyordu. Müzikte de böyledir; o geçişi yaparken, birdenbire, dangıl dungul geçemezsin, yumuşak bir geçiş yapman gerekiyor. Romanı bir müzik eseri gibi işlemek, benim için bayağı zorlayıcı oldu. 

Ruşen Çakır: Kitabın ilk baskısı Nisan ayında çıkmış. Şu âna kadar nasıl tepkiler aldın?

İsmail Güzelsoy: Ben biraz sâha dışında kalmayı tercih ediyorum, Biliyorsun, her zaman öyle oldum. Kimse de buna îtiraz etmedi. Açıkçası bilmiyorum, çok tâkip etmiyorum. Benim bütün meselem okurlarla. 

Ruşen Çakır: Zâten okurları soruyorum daha çok.

İsmail Güzelsoy: Okurlarla çok iyi gidiyoruz. Yolumuz çok iyi kesişiyor. Sosyal medyada çok acayip, hoş sorular ve yorumlar alıyorum. Biraz deneysel bir çalışma olduğu için, önce profesyonel okur ya da daha iddialı okurun öne çıktığı çalışmalar bunlar. Daha sonra, süzülüp, hani “Ben her şeyi okurum” diyen insanların da kervana katıldığını görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Kendi deneyimimi söyleyeyim. Senin yazdıklarından okuduğum ilk roman değil bu. Daha önce de kısmen muhabbetini etmiştik, ama bunu okumaya başladıktan sonra seninle bunu konuşmak istedik biliyorsun. Önce bir sohbet ve sonra bu yayını yapıyoruz. Tabii tek başına bu kitap değil. Aslında bütün kitaplarını okumuş değilim, ama zihnimde var olan İsmail Güzelsoy’un bir devâmı olarak gördüm bu kitabını. Yani, bu kitabı okurken, “Bu bambaşka bir şey” diye düşünmedim. Bir bütün içerisinde görmek lâzım.

İsmail Güzelsoy: Güzel.

Ruşen Çakır: Siyâsetin dışında kalabildik mi?

İsmail Güzelsoy: Evet, şaşırdım. Üstelik sen ve ben, siyâset konuşmadan geçtik. Şu seçimler ne olacak onu bir konuşalım, öyle bitirelim istersen. Bir kısaca bulaşalım, o kadar da es geçmeyelim.

Ruşen Çakır: Bırak Allah aşkına. Kitaba döneyim. Bir de Nubar ismi var kitapta. Nubar deyince benim aklıma Nubar Terziyan geliyor. Şimdiki kuşaklar bilmeyebilir tabii. Kitaptaki Nubar Kars’tan geliyor değil mi? Ama açıkçası, romanı okurken, Nubar’ın etnisitesi nedir diye merak etmedim.

İsmail Güzelsoy: Çünkü kitaptaki karakterler, bu müziğin coğrafyasını da tanımlamak için kullanıldı. Daha doğrusu, sâdece insan eksenli bir şey değil bu; o müziği oluşturan unsurların tamâmını kucaklayacak bir şey yapmaya çalıştım. Meselâ ağaç diye bir şey olmasaydı, alışık olduğumuz tınıları duyamayacaktık. Çünkü modern zamanlara kadar enstrümanların hemen hemen tamâmına yakını ağaçtan yapılıyordu. Demek ki, dünyada ağaç olmasaydı, bizim şu anda duyduğumuz tınılar da değişmiş olacaktı. “O zaman, ağaç da bu işin içinde” dedim. Meselâ kuş. Kuş olmasa, flüt olmazdı ki. Sen flütle kuşu taklit ediyorsun. Aynı şekilde örümcekler. Bedeniyle duyar örümcek. Çok ilginç gelmişti bana, bunu duyduğumda çarpılmıştım. Kulağı yokmuş örümceklerin. Vücutlarında çok küçük kılcal duyargalar varmış, sesleri onlarla duyarmış. Bedenleri kulak. Aslında örümcek bir kulak aynı zamanda. Bunu öğrendiğim zaman, o müzikten nasıl bir haz alıyordur diye dehşet içinde kaldım. Örümcek de bu romanın bir parçası olmak zorunda. Bütün bu çalışmalar bana şunu düşündürdü. Sadece Nubar ya da Rum bir vatandaşın katkısıyla olan bir şey değil. Müzik, o coğrafyada yaşayan bütün canlıların, hattâ belki cansız fenomenlerin bile ortak sinerjisinden üreyen bir şey. 

Zâten ben bu romanla uğraşırken müzik dinlemeyi öğrendim. Trajik bir şey söyleyeceğim, ben 55 yıl boyunca müzik dinlediğimi zannetmişim. Ama sâdece duymuşum. Bunu sevimlilik olsun diye söylemiyorum, ama ciddî bu. Şimdi, “Demek müzik böyle bir şeymiş” diyorum. Günümüzde müzik nasıl dinleniyor? Açıyorsun bir müzik kanalını, sonra dönüp sohbet ediyorsun. Ama sen onu dinlemiyorsun. Meselâ kitap okurken, bir yandan okuyup, bir yandan biriyle konuşmuyorsun değil mi? Müziğe bu haksızlığı yapmışız yüzlerce yıl. Ben kendi adıma söyleyeyim: Müzik bir canlı varlık olsaydı, kapısına gidip özür dilerdim. Belki de bu anlamda kendimden özür dilemem gerekiyor. Bu romanı yazarken, kendimi bundan mahrum bıraktığımı fark ettim. Bunu ilk defa Sâdî Işılay’ı dinlerken fark ettim, sanırım Muhayyer Kürdî Semâî’ydi. Sadi Işılay’a da öyle bir borcum var.  Müzik benimle konuşuyor, bir şey anlatıyor; hakîkaten hezeyanvâri bir şey — ama olumlu, pozitif bir hezeyan diyeyim. Öyle bir şey yok, ama pozitif bir hezeyan geçirdim. Benimle konuşuyor, bir şey anlatıyor.  Çok net anlıyorum, ama şimdi sorsan ne anladığımı, tek kelime söyleyemem. O zaman fark ettim müziğin bizimle konuştuğunu. Bir şey söylüyor ve biz bunu anlamıyoruz. O kalabalığın içerisinde, sürekli bir şeylerin olduğu ama aslında hiçbir şeyin gerçekleşmediği bir dünyanın içerisinde boğulduğumuz için, o sesi duyamıyoruz. Bence, herkesin bir an için durup, o müziği bir kere daha dinlemeyi denemesi gerekiyor. Biraz hayâtın stop düğmesine basıp, volümü biraz yükseltelim. Bunu duyduğumuz zaman bu kaostan arınabileceğiz. 

Ruşen Çakır: Bu kitabı Ergüder Yoldaş’ın anısına adamışsın. Bu çok hoşuma gitti. Bilenler için çok anlamlı. Herhalde senin de hayâtında önemli bir yeri var. 

İsmail Güzelsoy: Çok. 

Ruşen Çakır: Tanışıklığın var mı?

İsmail Güzelsoy: Hayır, sâdece şunu biliyorum. Bizim yaşadığımız dönemde, özellikle 12 Eylül’ün karanlık yıllarında, Ergüder Yoldaş’la yaşadığım bireysel bir şeyi anlatan bir paylaşım yapmıştım, galiba Facebook’taydı. Sonra oğlu Devrim, o hastayken, ölmeden önce ona okumuş o yazdığımı. Sanıyorum, ölmeden önce dünyadan yanında götürdüğü son şey buydu. Devrim’in anlattıklarından çok etkilenmiştim. Bu romanda sanki onu anlatıyormuşum gibi bir durum var, kesinlikle hiç alâkası yok. Hayâtıyla ilgili hiçbir ayrıntıyı bilmiyorum; sâdece, Ergüder Yoldaş’ın bende ve bizim gibi insanlarda bıraktığı duygusal bir iz vardır. 12 Eylül’ün o zulüm ve karanlık zamanında duyduğumuz bir ses vardı. Şimdikine çok benzeyen bir zamanda, “Her şeye rağmen iyi bir şeyler olabilir, biraz daha sabredelim” diye bize nefes aldıran bir adamdı. Allah rahmet eylesin, çok severdim.

Ruşen Çakır: İyi insandı. Ben de hiç tanışmadım, ama hep iyi olarak biliyorum; insanı gülümsetiyordu. Tabii onun sonradan yaşadıklarını düşününce de… Burada da Hüzzam’la tasvir ediyorsun. Hüzzam, herhalde hüzünden geliyor.   

İsmail Güzelsoy: Evet, ağır hüzün anlamına geliyor.

Ruşen Çakır: İsmail, çok teşekkür ederim.

İsmail Güzelsoy: Ben teşekkür ederim, sağ olasın. 

Ruşen Çakır: İsmail Güzelsoy’la Avucumda Rüzgâr Var kitabını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.