Adını Koyalım (59): Bülent Arınç’ın özgül ağırlığı, yeni çözüm süreci iddiaları

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘ın bu bölümünde AKP’nin kurucularından, eski TBMM Başkanı Başkanı Bülent Arınç‘ın “kral çıplak” çıkışıyla başlayan tartışmayı ve PKK lideri Abdullah Öcalan’a görüş izni verileceği iddialarıyla başlayan yeni çözüm süreci tartışmasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta Kemal Can yok. Bir yakınını kaybetti, cenâzesi var. Kendisine başsağlığı diliyoruz. Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la, Bülent Arınç üzerinden AK Parti’yi konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Ayşe, seninle başlayalım. Ben başlığı Bülent Arınç’ın özgül ağırlığı diye koydum ve bilerek tırnak içine almadım. Onun, zamânında söylediği ve bence karşılığı olan bir lâftı. Ama sanki şu anda özgül ağırlığı yok düşüncesi daha baskın çıkıyor. Benim gördüğüm, büyük bir çoğunluk, Bülent Arınç’ın son dönemdeki “Kral çıplak” çıkışını, “Bundan bir şey çıkmaz. Kendi kendine konuşuyor” diye yorumladı. En önemlisi, o toplantıda Kılıçdaroğlu ve başka muhâlefet temsilcileri de vardı. Orada söyledi. 

Tabii ki Bülent Arınç’ın kendisini konuşmamız gerekiyor. Bir de, bunların bir karşılığı var mı? Bir diğer önemli konu da, Gelecek ve DEVA partileri, AK Parti’den beklenen o büyük kopuşu yapamadılar sanki. Hâlâ AK Parti’nin tabanında kopmaya yakın insanlar olduğu varsayılıyor. Mesela “Bülent Arınç’ın çıkışı, bu anlamda diğer partilerin yaptıklarıyla kıyaslanabilecek şeyleri tetikleyebilir mi?” gibi bir soru var. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Bülent Arınç ve Bülent Arınçgil’ler –çünkü Bülent Arınç yalnız değil– başka partilere gitmemekle berâber, partide kalanların ya da Hüseyin Çelik gibi partinin dışına çıkıp konuşmayanların, arada bir konuşanların toplam özgül ağırlıklarının şöyle bir sonucu var: Onların partide olmamasının partiye bir mâliyeti var. Bir de şu açıdan bakalım: Partiye bir mâliyeti var, çünkü parti artık parti değil, başka bir şey görünümünde. Partinin târiflerinden belki en hafifi, bir “Tayyip Erdoğan fan kulübü”ne dönüşmüş olması — bu en hafifi. Buradan giderek varabileceğimiz başka târifler, başka tanımlar da var. Zâten birçoğu da ortalıkta söyleniyor. Dolayısıyla onların olmamasının partiye bir mâliyeti var. Partinin siyâsî parti olma niteliğini, hatta siyâsî niteliğini ortadan kaldıran bir şey. 

Bu arada ben bir şey söylemek istiyorum: Bülent Arınç’ın konuşmasını üç kez dinledim. Şu anda da elimde çıktısı var. “Kral çıplak” tanımı aslında söylediği en hafif şey. Yani bütün konuşmaya, konuşmanın yapısına, nasıl aktığına baktığınız zaman, en hafif şey hakîkaten “Kral çıplak”. Orada, AKP’deki milletvekillerine, siyâsetçilere, gazetecilere, “Kral çıplak demeye başlamanız lâzım. Öksürmeye, bağırmaya başlamanız lâzım” diyor. Kime? “Çünkü rahatsız olduğunuzu biliyorum. Şu anda olanlar zâten rahatsız olunmayacak gibi bir düzen değil” diyor. Seçim kaybetmekten de bahsetmiyor, başka bir şeyden bahsediyor. Ona birazdan geleceğim. “Bu koşullardayken sesinizi çıkarmıyorsanız, sizin izzetiniz yok” diyor. Bülent Arınç çok iyi bir hatip ve avukat, biliyorsunuz. Bu, onu beğendiğim anlamına gelmiyor. Siyâseti îtibâriyle hakîkaten pek hoşlaştığım biri değil. Ama AKP ve Millî Görüş içindeki yerine ve siyâsî kariyerini nasıl yaptığına bakıldığında, ülkede artık pek fazla kalmayan –hele AKP’de hiç kalmayan– bir siyâsetçi örneği. O yüzden de konuşmasını birkaç kez gözden geçirme ihtiyâcı duydum. Akışta şöyle bir durum var: 2002’den îtibâren, hem Meclis’in hem partinin nasıl çalıştığını anlatıyor. Bence, orada karşısında muhâlefet liderleri de oturduğu için, tezkere örneğiyle muhâlefete de lâf çakıyor. “Biz AKP’ydik, hükümettik. Meclis’e bir tezkere getirdik. Çoğunluktuk, ama tezkere döndü” diyor. 2003’teki Irak tezkeresinden bahsediyor. “Bu da Meclis’in dirâyetini gösteriyordu, bunu da kutladık. Bundan dolayı da ödül aldık” diyor. Türk Demokrasi Vakfı’nın verdiği ödülden bahsediyor. Meclis’le sivil toplum arasında kurulan ilişkiden bahsediyor. “Sâdece 23 Nisan ve 29 Ekim’de açılan salonu biz sivil topluma verdik ve Meclis, bizim o dönemde yaptığımız siyâsetle işlemeye başladı” diyor.

Arınç’ın konuşması biraz da nostaljik bir konuşma. Konuşmadan anladığım şey, siyâseti özlemiş olması. Siyâseti özlemiş olması da şaşırtıcı değil. Çünkü Bülent Arınç’ın AKP’de olmaması, onun açısından, AKP’de bir siyâsetin yapılmadığına, yapılan şeyin siyâset olmadığına da bir işâret. Dolayısıyla bütün hikâyeyi, konuşmasının bütün akışını, “Bir zamanlar neydik, neler başardık, neler yaptık” demeye getiriyor. 

Bence konuşmada mevzunun koptuğu yer şurası: “AK Partililer bu tür toplantılara mutlaka katılmak zorundalar. Katılmazlarsa eksik kalırlar. Bu toplantıya AK Partili sıfatıyla gelmedim. Meclis Başkanı sıfatıyla dâvet edildim. Bu toplantıda keşke AK Partililer de olsaydı.” Bence bu lâf, bu akış içerisinde şu anlama geliyor. Dediğim gibi, konuşmadan hareketle söylüyorum: “Birlikte öyle bir şey yapıyorsunuz ki, cemiyet içine çıkamaz haldesiniz. Çünkü bunun iki nedeni var. Yanınızda, yörenizde muhâlefet temsilcileri olacak. Onlarla aynı karede olmayı gidip açıklamanız gereken bir yer var. Dolayısıyla siz, otonominizi çoktan kaybetmiş vaziyettesiniz” diyor. Sonra başka bir şey daha söylüyor, diyor ki: “Buralara gelip konuşmuyor ve fikrinizi beyan etmiyorsanız, insanlar sizin bir fikriniz olmadığını düşünür. Dolayısıyla sizin orada olmanızın, şu anda o partide siyâset yapıyor olmanızın sebebi, sâhip olduğunuz ya da desteklediğiniz fikirler değil. O zaman ne yapıyorsunuz?” 

Bence Bülent Arınç’ın AKP’ye yönelik konuşmasının toplamının mânâsı bence bu. “Kral çıplak” dediği için değil, çünkü böyle bir şeyi ilk defa yapmıyor aslında. Sonradan Mehmet Metiner’in müdahalesiyle, popüler ifâdeyle “mevzûnun magazinleştirilmesi” bence biraz kötü de olmuş. Çünkü burada çok net olarak, hem geçmişte kalmış AKP’ye bir özlem, hem de bugünkü AKP’ye bugüne kadar içeriden yapılmış en büyük eleştiri var. Bu eleştiriyi, istifâ etmemiş, ayrılmamış, gitmemiş, başka bir partiye geçmemiş birisi olarak yapmasının, hem ona hem partiye bir mâliyeti var. 

Bunu bir de Kızılcahamam’daki kamp hikâyesiyle birlikte okuyalım. Konuyla ilgilenen, tâkip eden gazeteci arkadaşlarla da konuştum. Galiba bugüne kadar AKP’nin yaptığı en sönük, en sonuçsuz, en mutsuz kampmış. Hattâ bâzı milletvekilleri orada olmalarına rağmen Erdoğan’la birlikte olacakları toplantılara gitmemişler. Kulisler böyle söylüyor. Gazeteci arkadaşlardan dinlediklerimi aktarıyorum. Dolayısıyla, Kızılcahamam’dan gelen görüntülere göre, bir tür kayıp hikâyesi, yas hikâyesi çoktan yaşanmaya başlamış durumda.  Zannediyorum ki Bülent Arınç’a böyle bir konuşma yapma cesâretini ve belki zorunluluğunu veren şey de Kızılcahamam’daki kamptı. Çünkü sanıyorum Mustafa Akış… 

Ruşen Çakır: Bir dakika, araya gireyim: Mustafa Akış’la benim bir hikâyem var, biliyorsundur belki de.

Ayşe Çavdar: Bilmiyorum, hayır.

Ruşen Çakır: Yıllar önce, onlar daha Fethullahçılar’la kopmamışken, ama gerginlik varken, ben de hasar tespit raporu gibi şeyler yazıyordum. Mustafa Akış da Konya milletvekiliymiş, tanımıyordum. Bir gün, aralarında nasıl kavga çıktığını anlatan bir yazımı paylaştığımda, bana “Kedi canını” diye bir laf etti. Benimle dalga geçen bir tweet’le cevap verdi. Hani “Sen boşuna heveslenme” demeye getiriyor. Tabii şimdi en büyük FETÖ düşmanlarından birisidir. Ben genellikle böyle yapanların profillerine bakıyorum. Bir baktım, profilinde “Konya milletvekili” yazıyor. Sonra ben, “Ya, siz sâhiden milletvekili misiniz?” dedim. Bana “İsterseniz Cemil Bey’in telefonunu vereyim, ona sorun” dedi. Cemil Çiçek o zaman Meclis Başkanı idi. Ben de “Gerek yok, ben Cemil Bey’i zâten tanıyorum” dedim ve kendisini blokladım. 

Ayşe Çavdar: İşte tam gelmek istediğim noktaya çok güzel pas verdin. 

Ruşen Çakır: Sonra bir daha milletvekili olmadı. Şimdi Cumhurbaşkanı başdanışmanıymış. 

Ayşe Çavdar: Danışmanlarından bir tânesi ve onun Arınç’la ilgili yazdığı tweet’ler, Beştepe’nin Arınç’a cevâbı olarak haberlerde geçmiş. Bu ne kadar doğrudur bilmiyorum. Beştepe’nin sözcüsü olarak konuşma yükümlülüğü ya da yetkisi Mustafa Akış’ta mıdır bilmiyorum. Zaten orada kimin ne yaptığı, ne yapabildiği, hangi yetkiyle ne yaptığı çok belli değil. Çok güzel bir pas verdin, şunu demeye çalışıyorum: Bülent Arınç gibilerinin parti içerisinde “özgül ağırlıkları”nı kullanamamaları ya da hissedememeleri sâyesinde bu insanlar siyâset yapıyorlar ve bir ağırlıkları var. Dolayısıyla bu, sadece Arınç’ın konuşması değil, sonrasında magazinleşerek giden ve magazinleşmek dışında da bir yolu olmayan bir hikâye. Ne tartışacaklar bunlar? “AKP’nin dâvâsı neydi ne oldu?” mevzûunu nasıl tartışacaklar? Bülent Arınç, bu insanlarla, mesela Mehmet Metiner’le, AKP’nin dâvâsını nasıl tartışacak? Mümkün değil. Dolayısıyla hem Arınç’ın konuşması hem sonrasında verilen tepkiler, esâsında AKP’nin hâl-î pür melâlini gösteriyor. O hâl-î pür melâli içerisinde müthiş bir umutsuzluk ve aslında çoktan kaybettiğini bilme hâli var. “Kemik oyumuz %30. %15 de küskünlerden alırsak %45’le Parlamento’da yine çoğunluğu alırız” diye haberler çıktı, ama ben zannetmiyorum. Hesâbın bunun üzerinden yapılması bile içinde şöyle bir şey barındırıyor: “Yarattığımız şu koşullarda bile bize oy verenler hâlâ %30’sa demek ki kemik oyumuz bu.” Eğer bu haber doğruysa, Kızılcahamam’da böyle bir şey konuşuldu ise –çok “ise” var, çünkü kapalı bir toplantı ve ne yazık ki gazeteciler içeri girip dinleyemiyor–, “Biz batırdık ve en batırdığımız hâliyle bile %30 kemik oyumuz var. %15’in de gönlünü almaya çalışalım” denilen bir yerde, kendi aralarındaki tartışma, ancak onun bunun bel altı hikâyeleri üzerinden gitmeye başlayabiliyor. Bunu demeye çalışıyorum. 

Bülent Arınç’ın konuşması bize bir şey söylüyor: “Siz izzetinizi kaybettiniz. Siyâset yapamıyorsunuz. Bir sürü nedenden dolayı insan içine çıkamıyorsunuz. O nedenlerden biri, otonominizi, özerkliğinizi, dolayısıyla aslında özgül ağırlığınızı” –belki “özgür ağırlığı” demek istiyordur– “kaybetmiş olmanız. Benim parti içerisinde bir özerkliğim var. Benim ağırlığım var, sizin yok. Olmadığı için insan içine çıkamıyorsunuz. Çünkü korkuyorsunuz. Bu koşullar içinde sözüm ona iktidardasınız. Ama siyâset yapılmayan bir yerde, iktidardaki partinin ancak bir aparatı olabiliyorsunuz. Ama biz, bir zamanlar siyâset yapıyorduk ve bu işin orijinali böyledir. Bunun tekrar olması lâzım”. Tezkere konusu benim takıntılarımdan biri olduğu için söyleyeyim: Dediğim gibi, aynı şeyi kısmen muhâlefete de söylüyor. Onlar da karşısında oturuyor. Diyor ki: “Biz kendi hükûmetimizin verdiği tezkereyi buradan gönderebilmiştik. Her konuda hemfikir değilim, ama ortaya koyduğunuz siyâset, esâsında pek de siyâsete benzemiyor.” 

Demokrasi Vakfı’nın yeniden kurulmuş olması da bana enteresan geliyor. Demokrasi Vakfı, 90’lardan itibaren, o dönemin merkez sağının entelektüel ve siyâsî buluşma yerlerinden biriydi. Özal kurdurmuştu. Bülent Arınç da zâten söylüyor onu. O dönem, biz gazetecilerin çok dikkatimizi çeken bir vakıftı. Çünkü “Avrupa Birliği’ne girecek mi, girmeyecek mi?” tartışmalarının yürütüldüğü bir zemindi. Kapandı. Şimdi yeniden kuruluyor. Demek ki merkez sağ da kendisini yeniden kurmanın yollarını arıyor. Kimi dâvet ediyor? Altılı Masa’yı davet ediyor. Bir de Bülent Arınç, siyâsetin iyi yaşandığı zamanların bir temsilcisi olarak oraya dâvet ediliyor. Bu kompozisyon bile, Demokrasi Vakfı’nın bu şekilde geri gelmesi bile, AKP’den ümidin her anlamda kesildiğine dâir bir işâret. Karışık mı anlattım bilmiyorum. 

Ruşen Çakır: Yok yok, çok güzel. Ama ikinci bölümde bu konuyu tekrar biraz daha deşelim. Burak, Ayşe’nin söylediği husus şu: Bülent Arınç siyâsete dönmeye ve siyâsetin alanını yeniden genişletmeye yöneliyor. Meclis doğru dürüst olmalı, muhâlefet ve iktidar birbirlerinin yüzüne bakabilmeli. Ama biliyoruz ki Erdoğan’ın iktidârını sürdürebilmesinin en önemli stratejisi –“Adını Koyalım”da da hep konuşuyoruz– siyâsetin alanını daraltmak. Arınç’ın bu çağrısının, parti içerisinde, özellikle Erdoğan tarafından olumlu bir karşılık bulmayacağı açık. Bu bir kamikaze dalışı mı oluyor? Bâzıları da, “Arınç ayrılacak, yolunu yapıyor” diyor. Ya da son kez şansını mı deniyor? Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Hiçbiri olmayabilir. Çünkü siyâset dediğimiz kavram, aslında muhâtaplarınızı meşrû görmekle başlıyor. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi kendi muhâtaplarını meşrû görecek ki siyâset yapma ihtiyacı olsun. Bu, şu demek: İktidârın yanında olsun ya da olmasın, bir siyâsî parti çatısı altında olsun ya da olmasın, toplumsal grupları, kimlik gruplarını, ideolojik grupları, Türkiye’de toplumsal renkliliği sağlayan, Türkiye’nin çeşitliliğini muhâfaza eden farklı görüş ve kimlikteki insanları meşrû muhâtaplar olarak göreceksiniz. Demokrasi ancak bu tarz bir siyâsetle ilerleyebilir ve beslenebilir. Muhâtaplarınızı meşrû görmüyorsanız, bu, demokrasiden geri gidişi işâret eder. Bugün otoriterleşme literatürünün en önemli maddelerinden bir tânesidir bu. Bir dönem demokrasiyken, demokrasi vasfını yitirmiş olan ülkelerdeki idârelerin muhâtaplarını meşrû kabul etmemesi üzerine yoğunlaşırlar. Bu çok önemli bir göstergedir.

Bu yeni mi başladı? Bence bu yeni başlamadı. Benim yaptığım akademik çalışmalardaki iddiam da budur. 2010’dan sonra bir U dönüşü yaşandığını, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aslında gayet demokratik ve siyâset yapma ilkelerine uygun olarak davrandığını, ancak 2010’dan sonra bir U dönüşü yaşayarak otoriterleşmeye meylettiğini iddia ediyorlar. Ben bu kanaatte değilim. Bana sorarsanız, Adalet ve Kalınma Partisi’nin 2002’den bu yana karakterinin en temel özelliği, muhâtaplarını meşrû kabul etmemesi ve onları karikatürize ederek, yaftalayarak ilerlemesiydi. Zâten muhâtaplarını da siyâsetin meşrû aktörleri olarak değil de vesâyet sisteminin uzantıları olarak görüyordu.

Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “Beyaz Türkler”e karşı gerçek Anadolu halkının temsilcisi olduğu iddiası bile, başlı başına demokrasiyi çok zayıflatan bir şeydi. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni biricikleştirirseniz, “Türkiye’nin demokratik dönüşümünü bu parti, bu kadro sağlayacak” derseniz, ona meydan okuyan her siyâsî partiyi de hızlıca şeytanlaştırıp, gayrimeşru ilan etmeniz çok doğal — ki böyle bir liberal entelektüel takım vardı. Yani dönüşümü tamâmıyla kişilerin niyetiyle eşleştiren, onların niyetine bağlayan ve onları biricikleştiren bir liberal grup olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Fakat bu, aynı zamanda berâberinde demokrasinin bir sistem meselesi olduğunu, yapısal bir iş olduğunu, demokrasinin, sâdece demokrat olduğuna vehmettiğimiz aktörlerle değil, farklı görüşlerdeki farklı çıkar gruplarını temsil eden, farklı kimlik gruplarından gelen birçok aktörün âdil ve serbest bir şekilde rekabeti anlamına geldiğini söylemek gerekiyor.

Yani “Adalet ve Kalkınma Partisi diğerlerinden daha demokratik, dolayısıyla bütün gücümüzle onu destekleyelim. Hattâ sistemi domine etmesi demokrasi açısından hayırlıdır” gibi bir yaklaşım, aslında günün sonunda demokrasiyi tahrip eden bir noktaya çıkıyor. Biz bunu tecrübe ederek gördük. Bunu varsayımsal olarak söylemiyorum. Bizzat hayâtımızda yaşadık. Bunun yerine Adalet ve Kalkınma Partisi’ni dünyevîleştirmek ve onun siyâsetteki diğer aktörleri meşrû muhâtap olarak kabul etmesini sağlamak ve demokratik oyunu bu meşrû aktörler arasındaki âdil ve özgür rekabet olarak tanımlamak gerekirdi. 

Dolayısıyla ben, Bülent Arınç’ın şu anda ortaya çıkan, “Adalet ve Kalkınma Partisi siyâset yapmayı bıraktı, dolayısıyla buna tepki veriyor” argümanına çok katılmıyorum. Çünkü bence, Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 yılında kurulduğu andan îtibâren, karşısındaki rakiplerini ya da siyâsetin içindeki diğer aktörleri çok meşrû muhâtaplar olarak görmedi. Siyâsetin alanını daralta daralta gitti. Bizim demokrasi zannettiğimiz 2002-2010 arası dönem, aslında sivil siyâset ile askerin sistemdeki konumunu koruma çabası arasındaki rekabetten doğan bir güç boşluğuydu. Bir “limbo” ya da bir Araf dönemiydi. Dolayısıyla, demokrasinin tahrip edilmesine yönelik bir îtiraz meselesini kabul etmiyorum.

Fakat Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adına davrandığı, yani kendi bencil çıkarlarını arkasına gizlediği kavram ya da dediğim gibi, onun adına hareket ettiği kavram değişti. Yani o “kutsal âsâ”, bir dönem demokrasiyken, bir dönem Çözüm Süreci’yken, 2015’ten sonra millî güvenlik hâline geldi. 2010-2011 senesine kadar insanlara “darbeci” diyen, hemen ardından Çözüm Süreci’ne başlayıp insanlara “kan emici vampir” diyen Adalet ve Kalkınma Partisi, 2015’ten sonra da insanlara “vatan hâini” demeye başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendisini demokrat, barışsever veya milliyetçi olarak görmesi, karşısındaki aktörleri de tanımlamasını berâberinde getiriyor. Bunu kaçınılmaz olarak değiştiriyor, fakat bu, aynı kalıbın devam ettiğini gösteriyor. Kendisini sürekli olarak ahlâkî bir misyonla özdeşleştirme, dolayısıyla karşısındakinin meşruluğunu ilga etme, onu meşrû aktör olarak görmeme alışkanlığı ve bu 20 senedir devam ediyor.

O yüzden, Bülent Bey’in tepkisinin şu anda ortaya çıkmış olması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin son birkaç senede umulmadık bir şekilde farklı bir yola sapmasından kaynaklanmıyor. Çünkü öncesinde de, 2002 yılından bu yana, hakîkaten hayâtımızın her alanında, açıklayamadığımız fakat derinden hissettiğimiz bir despotlukla yaşadık. AKP’nin karşısındaki aktörlerin meşrûlukları, sürekli olarak, yasal olmasa bile gayrikanunî yollardan veya AKP’nin medya üzerindeki hâkimiyeti yoluyla veya paradigma inşâ edilerek bir şekilde ortaya kondu. O yüzden, Adalet ve Kalkınma Partisi siyâset yapmayı yeni bırakmadı. Bence 2002 senesinden beri yapılan şey, başka bir şeydi. 

Ruşen Çakır: Îtiraz ettiğim için söylemiyorum, ama açmak için söylüyorum: Bu perspektiften bakarsak, Gelecek ve Deva partilerinin masada ya da muhâlefetin içerisinde dile getirdiği iddiaların da aslında geçersiz olduğunu söylüyorsun. Yanlış mı anladım?

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Onu şöyle söylemek lâzım: Onların muhâlefete geçtikleri zaman yapmaları gereken, özeleştiri demeyeceğim ama, bir okuma yapmaktı. AKP’nin bütün başarısızlığını ve otoriterliğe evirilen hikâyesini, Ali Babacan’ın veya Ahmet Davutoğlu’nun ve bu insanların ekiplerinin partiden uzaklaştırılmasıyla açıklayamazsınız. Yine aynı hatâya düşüyoruz, yine bireylere odaklanarak analiz yapmaya çalışıyoruz. Bu partiler de öyle yapmaya çalışıyor. Halbuki buradaki otoriterliğe evrilme meselesi daha yapısal bir meseleydi. Daha yapısal bir meseleyi bizim gözümüze sokuyor ve bunu reddetmemek lâzım. Yani sâdece Ali Babacan AK Parti’den ayrıldığı için ya da Davutoğlu başbakanlıktan alındığı için işler kötüye gitmedi. Buradaki otoriterlik hikâyesinin daha yapısal açıklamaları var.

Meselâ 2007 senesinde kamu kaynakları kullanımı olarak Türkiye’nin en büyük medya grubu, hükûmet yanlısı bir iş adamına verildi. ATV ve Sabah Grubu. Öyle değil mi? 2007 senesinde, dönemin liberalleri açısından bu çok mevzû hâline getirilmeyecek bir şeydi. Çünkü askerî vesâyete karşı kutsal bir mücâdele sürdürülüyordu. Fakat kamu kaynakları, yürütme erkinin inisiyatifiyle bir medya grubunu satın almak için kullanılmaya başlandığı anda makine çalışmaya başlıyor ve siz, artık bu yöntemi alıp Tayyip Bey’e emânet ediyorsunuz. Çünkü Tayyip Bey’in biricikliğine çok güveniyorsunuz. Onun demokratikleştirici gücüne çok güveniyorsunuz. Halbuki Tayyip Bey’in 1990’lardan gelen bir sicili var. İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden gelen, halkı kamplara ayırarak, onların birbirleriyle ilişkisindeki çatlakları derinleştirmek üzerine kurduğu bir siyâset anlayışı var. Bunu görmezden geliyorsunuz ve son derece sâkin zamanlarda, insanların demokrasi hakkında attıkları nutuklara inanarak sınırsız bir kredi açıyorsunuz. Geldiğimiz noktada, geleneksel medyanın %90’ının hükümet tarafından finanse edildiği, “yandaş medya” diye bir kavramın ortaya çıktığı ve medyanın aslında propaganda makinasına döndüğü bir durum yaratıyorsunuz. AKP hikâyesini okuduğumuz zaman, medya ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıyı ele aldığımız zaman, bu kırılmadan bahsetmeyecek miyiz? Kamu kaynaklarını kullanarak medya satın almak iyi bir şeydi, Davutoğlu ve Babacan partiden dışarı çıktığı zaman ya da partiden uzaklaştığı zaman mı ânîden kötü bir şeye dönüştü? 

Bunları hakîkaten kişilerden arındırarak yapısal bir okumaya tâbi tutmak gerekiyor ve kırılma noktalarını da buna göre hesap etmek gerekiyor. O yüzden, DEVAve Gelecek partilerinin hakîkaten geçmişe yönelik bir özeleştiri vermeseler bile –ben özeleştiri isteyenlerden değilim, kimseden günah çıkartmasını istememeliyiz; siyâset yapmak isteyen herkesin siyâset yapma alanını açmak zorundayız; özellikle böyle bir iktidara karşı birlikte mücadele etmek zorundayız–, ama bu insanların AKP okumasının da, kendilerinin dışında yapısal bir bozukluğa işâret etmesi gerekiyor Ruşen Abi. Böyle olmadığı zaman, her şey, “Babacan çıktığı için ekonomi çöktü”, “Davutoğlu çıktığı için bürokrasi çöktü” gibi bir yaklaşıma evriliyor — ki bu doğru değil. O zaman, birisi şunu söyleyecek: Ekonomi ve bürokrasiyi ayakta tutan bu iki figür niçin partiden çıkartıldı? Daha büyük bir sebebin olması lâzım ki, zâten bu da başlı başına yapısal bir çürümüşlüğe, yapısal bir sakatlığa işâret ediyor.

Ruşen Çakır: İkinci turda yine Arınç’ın açtığı yerden devam edecek olursak, buradaki temel mesele AKP’nin eski gücünde olmaması ve güç kaybetmeye devam etmesi. Dolayısıyla Arınç’ın çıkışını bir anlamda da, “Tekrar güç toparlama imkânı var mı, yok mu?” olarak okumak lâzım diye düşünüyorum. Bir diğer husus da, tam buna paralel olarak, her zaman olduğu gibi, “Acaba Erdoğan yine Kürtleri kazanacak mı, kazanabilir mi?” muhabbetleri. Onu dile getirenlerden birisi de, ilginç bir şekilde Mehmet Metiner ve Arınç’la kavga etti. 

Ayşe Çavdar: Ve Bahçeli de Metiner’in tarafını tuttu.

Ruşen Çakır: Öyle mi? Ben onu kaçırdım. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet evet. 

Ruşen Çakır: Çok ilginç. Kıyâmet alâmetleri… Öcalan faktörü de var. Böyle bir şeyin sorusunu sorarken bile insan zorlanıyor. Bu saatten sonra, seçime bir yıl kala, Erdoğan ne yapabilir? Bir de, tek başına olsa neyse, MHP’yle birlikte ve Burak’ın söylediği gibi tamâmen güvenlik üzerinden giden bir söylemle birlikte neyi nasıl kazanabilir? Sâdece Kürtleri sormuyorum, ama daha genel olarak, kendinden gidenleri, Kürtleri, belki kadrolarını… Arada öyle haberler çıkıyor biliyorsun. Eski milletvekillerini topluyor, “Küskün olanlarınız vardır, ama yeriniz burası” demiş. Burada nasıl bir câzibe merkezi yaratabilir? Böyle bir şeyin imkânı kaldı mı? 

Ayşe Çavdar: Sonda söyleyeceğimi başta söyleyip, ardından o sonuca nasıl vardığımı söyleyeceğim. O da şu: AKP yüksekten düşen buzlu cam gibi parçalanacak. O yüzden zâten DEVA ve Gelecek onu parçalayamazlardı. Bir de Burak’ın söylediği, “AKP oldum olası otoriter eğilimleri olan bir partiydi” meselesini daha radikal bir yerden destekleyerek gideceğim o söyleyeceğim şeye. 

AKP otoriter bir partiydi. Yalnızca AKP değil, esâsında Refah Partisi de, Millî Görüş hareketi de otoriter siyâsetlerdi. Her türlü milliyetçilik, muhâfazakârlık ve Türkiye’deki muhâfazakârlık türlerinden biri olan İslâmcılık, ülkeye, “’Buranın asıl sâhibi benim” diye bakıyor. Muhâfazakârlık ille de böyle bir yerden değil, CHP’nin içerisinde de birtakım muhâfazakârlar var. Dindar muhâfazakârlardan bahsetmiyorum, orada da Kemalist muhâfazakârlardan bahsedebiliyoruz. Bütün saydıklarım arasında, “Bu ülke aslında benim, benim hakkım bu ülke. Buradaki en haklı benim. En çok hak sâhibi olan benim, bu ülkenin öz çocuğu benim. Yerliyim, millîyim, dolayısıyla her bir şeyin ayrıcalığı önce bende olmalı. Benim uygun gördüğüm kadarı diğerlerine gitmeli” diyen her türlü ideoloji, bir şekilde otoriterleşir, zâten otoriterdir. İslâmcılık bunda çok ileri gitmişti, diyebilirim ki içlerinde en ilerisi odur. Milliyetçilik de böyle bir şey. Küçük bir zümrenin, esâsında geriye kalanı kimliklendirdiğine inanan insanların ürettiği ve sâhip olduğu bir ideoloji. İşte hayâli cemaat, o küçük zümrenin kafasındaki cemaat. Onu çeşitli düzeneklerle ulus-devletler düzeyinde bir tasarıma bölüştürüp yaymaya ve yerleştirmeye çalıştılar. Ulus-devletler parçalanıyor. Küreselleşme, kimlik siyâsetleri dediğimizde de, esâsında o tasarımların parçalarından bahsettik. Ama o tasarımların kendisi de otoriterdir. “Burası benim ülkem. Buranın öz evlâdı benim. Burası hakkındaki en doğru şeyi de ben bilirim” diyor. İslâmcılık özelinde, “İslâm’ın en doğrusunu Müslümandan da iyi ben bilirim. Öbürlerinden zâten daha iyi bilirim. Benim yaşadığım şeydir bu” diyor. Milliyetçi de, “Türk benim, Türklük benim olduğum şeydir” diyor ve geriye kalanları bir şekilde kendisini merkeze alarak yeniden şekillendirmeye çalışıyor.

Orada bir ayrıntı daha koyacağım: AKP iktidar olduktan sonra, devletin otoriter mekanizmalarıyla, onları manipüle de ederek, onları eski kanunlarından ve eski hukuklarından bile arındırarak kullanması hikâyesi ayrı bir süreç. Buna ideoloji de demek zorunda değiliz. Çünkü ideoloji çok geniş bir kavram. Otoriter zihniyet, her türlü milliyetçilik, her türlü İslâmcılık, her türlü muhâfazakârlık içinde otoriter bir örüntü ve kendisini merkeze alan bir ideal taşır. Dolayısıyla özellikle devletle yan yana geldiğinde, iç içe geçtiğinde, bu yaşadığımız şey başımıza gelebilir. İlk defâ başımıza gelmiyor. Ama en kötüsü olduğuna şüphe yok. Yani bu bileşimin, zâten devlete içkin olan otorite örüntüsüyle, otoriter zihniyetin birleşmesinden doğan örüntünün birlikte çıkardıkları felâketler ilk defa başımıza gelmiyor. Ama en kötüsüyle karşı karşıyayız ve evet, Burak’a katılıyorum: AKP en başından îtibâren, hattâ atası, dedesi îtibâriyle de hep otoriterdi. Otoriter kardeşleri de var. O otoriter kardeşlerin yan yana nasıl idâre ettiklerini görüyoruz.

Sorunun ikinci kısmıyla ilgili de, yeni bir “Çözüm Süreci”nin olamayacağını, yeni bir masanın  kurulamayacağını, ama AKP’nin zâten bir süredir şu eğilimde olduğunu düşünüyorum: Kendisine muhâtap alabileceği aktörler yaratacak. Kürt sorunuyla ilgileniyormuş gibi yapabilmek için, kuracağı “mış” gibi masaya, birtakım “mış” gibi aktörleri oturtmak isteyecek. Mehmet Metiner’in açıklamalarında da, son bir haftadır sosyal medyada ya da bir hayli köşe yazarlarında da gördüğüm, “Acaba AKP, HDP’yi yeniden muhâtap alacak mı? Yine mi olacak?” hikâyesi var. Zâten her seçim öncesinde, “HDP, AKP ile bir pazarlık yapar mı?” tevâatürü ortalıkta dolaşıyor. Genellikle iki uçtan geliyor bu: Bir tarafta, AKP’nin içerisinde sanki böyle bir şey varmış gibi üfürülüyor, öbür tarafta da, dindar olmayan milliyetçi muhâfazakârlar konuşuyor. 

Ama ben HDP’nin o hatâyı bir kez yaptığını ve bir daha yapmayacağını düşünüyorum. İlk seferinde de AKP ile masaya oturarak, devletle Kürtler arasındaki yurttaşlık problemini çözmesi mümkün değildi. O hatâyı bir daha yapmayacağını düşünüyorum. AKP’nin de bunu tercih etmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Metiner’in çıkışlarından ve daha önceki davranışlarından, ayrıca genel olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de bugüne kadarki sağ iktidarlarının alışkanlıklarından yola çıkarak, “makbul” ve “makbul olmayan” Kürt kategorisi yaratmak zorundalar ki, kuracakları –eğer kuracaklarsa– “mış gibi masa”yı meşrûlaştırabilsinler. Târif edebilmek için bu “makbul” ve “makbul olmayan” tanımlarını tırnak içinde kullanmaya mecbûrum, lütfen affedin. Dolayısıyla bir “makbul” Kürt kategorisi yaratabilmek için, HDP’yi “makbul olmayan” Kürt safında tutmayı tercih edeceklerdir. Dediğim gibi, bir şey bildiğimden değil, AKP’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hükûmet eden sağ partilerin bugüne kadar ne yaptıklarına şöyle bir bakarak, bu çıkarımda bulunmak mümkün.

Şimdi tekrar en başta söylediğimi sonda tekrar edeyim: AKP, çok yüksekten, bir gökdelenden düşen buzlu cam gibi dağılacak bu sürecin sonunda. Herhangi bir cam gibi de değil, buzlu cam gibi dağılacak. Çünkü az önce söylediğim sağ otoriter zihniyet, 2002 öncesinde Millî Görüş’ten bir kez daha koparak, bir tür popülizmle harmanlayıp iktidar olmaya adanmış bir dâvâ yarattı. Arınç’ın söylediği dâvâ elbette demokrasi değildi, iktidarda olmaktı. Bence Arınç hâlâ aynı şeyi yapıyor. Hani sâhip onlar ya? Ülkenin gerçek, öz sâhipleri de onlar ya? Demokrasiyi, kendilerinin idâresinde olduğu bir yönetim olarak târif ediyorlar. Bir başkası idâre ettiğinde demokrasi olmuyor. Yalnızca onlar idâre ederlerse oluyor. Bence bu konuda Arınç, Tayyip Erdoğan’la anlaşıyor. Bu konuda fikir ayrılıklarının olduğunu düşünmüyorum. Sâdece, iktidârın kullanım estetiğiyle ilgili meselelerde bence anlaşamıyorlar. Şu anda onun anlattığı hikâye de o. 

Dolayısıyla AKP iktidarda olmak için kurulmuş bir partiydi. Her açıdan değil ama bu açıdan Özal’ın ANAP’ına benzetmek mümkün. Artık iktidârı kaybettiğinde, ondan da bir eser kalmayacak. Niye? Yapısı ve kurgusu îtibâriyle. Devletin kaynaklarını kullanıyorsa ancak iktidarda olacak ve iktidarda olmak isteyenlerin kendilerini parçası olarak gördükleri ve iktidar yöntemi olarak da benimsedikleri bir parti olacak. Artık siyâsî iktidarda olmadıklarında, yani devletin gücünü ellerinde bulundurmadıklarında –hele şu geldiği yer îtibâriyle artık eski dâvâ da yok–, AKP’den geriye pek bir eser kalacağını zannetmiyorum. O yüzden, bu dağılmanın, belki de seçimden hemen önce ya da hemen sonra –seçime partiyi nasıl götüreceklerini de bilmiyorum– öyle gerçekleşeceğini düşünüyorum. 

Bu arada ben, Gelecek ve DEVA partilerinden özeleştiri isteyenlerdenim. Günah çıkarsınlar diye değil. “Biz şu şu hatâları yaptık” demeleri lâzımdı ki, bir daha hangi hatâları yapmayacaklarını bilelim. Onu bilmiyoruz şu anda. Ama memleketin geldiği halde büyük payları var. Arınç’ın da var. Arınç’ın Demokrasi Vakfı’nda yaptığı konuşmada, bir taraftan da şöyle bir durum var: Birlikte yaptıkları şeyin aksini görüyor. Çünkü görece dışarıya çıkmış vaziyette. Dehşete düşüyor tabii. “Ey AKP’li! Özerkliğini, îtibârını kaybettin. Bu partide olarak kaybettin” diyor. Kendisi için de söylüyor bunu. Özeleştiri yapmıyor, güya kenardan eleştiri yapıyor. Ama özeleştiri lâzımdı. 

Onların yaptıkları şey niye işe yaramadı? Çünkü özellikle Gelecek, biraz da DEVA, “Muhâfazakârlık iyidir, muhâfazakârlar iyi insanlardır” dedi. İktidârın bu kadar kötü işler yaptığı bir dönemde onlara başka bir opsiyon, “iyi” bir alternatif daha sunarsak onlar da gelirler dedi. Fazla da bir şey yapmaya gerek yok zannettiler. Bu da Burak’ın bütün programlarda söylediği ahlâkîliği tekeline alma hikâyesi. Ama öyle değil… Çünkü muhâfazakârlık, biraz da iktidarda olmak istemek demek.  Hani başından îtibâren diyorum ya? “Ben iyiyim. Ülkenin asıl sâhibi benim.” Orada zâten bir mal bölümü yapılıyor, malı bölüştüren belli. “Ben onun yanında durmayacağım da, uzaklaşana gideceğim ki yeniden bir sonraki mal bölüşümünde bir pay sâhibi olayım” görüşü uzun vâde… Muhâfazakârlığı kimisi çok abartır, etli butlu bir ideolojiymiş gibi görünür, ama aslında şu ânı korumakla ilgili, çok şimdiye yazgılı bir şeydir. Şimdi hayatta kalmakla ilgili bir şeydir. Dolayısıyla, DEVA ve Gelecek partileri çekici bir opsiyon olmadılar. İktidarda olabileceklerini göstermedikleri, tam da iktidardan koptukları için. Bir de üstelik başta Erdoğan eleştirisi yapmayarak, duygusal bir kopuş yaşanmasına da bir zemin oluşturamadılar. Ben bir yazımda Ali Babacan’ı Boğaç Han’a benzetmiştim ve herkes çok beğenmişti. Oysa yazının sonunda şunu diyordum: Boğaç Han, babasını kendi kırk kara kalpli yiğidinden korur. En sonunda babayı koruduğu için Dumrul gibi bile bir devlet sâhibi olamıyor. Boğaç Han, boğayı durdurarak iyi bir hikâye olarak başlamasına rağmen, sönük bir hikâye gibi bitiyor. 

Dolayısıyla, Babacan ve Davutoğlu, özeleştiriyi ve babayı eleştirmeyi yapmayarak, en başta babayı korumayı seçtiler. Baba: İktidar, Erdoğan. Sonunda geldikleri yer burası. Tekrar edeyim: Bütün bu nedenlerle AKP, iktidarı kaybettiğini kalabalıklar da anlamaya başladığı andan îtibâren, gökdelenden düşen buzlu cam gibi dağılacak. Çünkü orada bir iktidar var, bir de, Erdoğan etrâfında olan ezoterik söylem var. Ben buna “Erdoğan’ı avatarı gibi görmek” diyorum. AKP’yi yan yana tutan üçüncü bir şey yok. Bu kadar.

Ruşen Çakır: Burak, deminden beri aklımda bir şey var, söylemeden edemeyeceğim: Sen ve Ayşe “askerî vesâyet” lâfını kullanınca, Mustafa Yeneroğlu’nun Ankara Kızılay’da başına gelenler ve daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı açıklama aklıma geldi. Milletvekiline “ulanlı”konuşan polis şefi videosunu Ankara Büro’daki arkadaşlar çekti, acayip bir olay oldu. Olay sonrasında Emniyet Genel Müdürü’nün yaptığı açıklama… Askerî vesâyetle mücâdele etme konusunda, Mustafa Yeneroğlu da, DEVA Partisi’ndeki bütün insanlar da kendilerini hep böyle olumluyorlar. Geldiğimiz noktada, askerî vesâyetin olup olmadığını bilmiyorum, ama bayağı bir polis vesâyeti gördük. Bir zamanlar, “Atanmışlar seçilmişlere bir şey yapamayacak” gibi çok meşhur bir lâf vardı: Çok normal bir şekilde, o polis şefinin milletvekiline hareketi ve daha sonra Emniyet Genel Müdürü’nün, “Zâten bu milletvekili teşkilâtımıza düşmandır” çıkışı çok trajik bir durum. Onu bir not olarak düşeyim.

Ayşe’ye sorduğum soruyu da biliyorsun. AKP, Kürt meselesinde hâlâ bir şey yapabilir mi? Onu da sormuş olayım.

Burak Bilgehan Özpek: Milletvekili ve polis şefi konusuyla ilgili doğru söylüyorsunuz. Orada bürokratik bir oligarşi var. Hattâ şöyle söyleyeyim: Bürokratik oligarşinin çerçevesinin aslında kanunla çizilmiş bir tarafı da vardı. Daha seçkinci bir tarafı da vardı. Şu andaki mesele, eski bürokratik oligarşi gibi de değil. Sanki belirli bir parti üyesiyken, üniforma giydirilip, parti adına devlet gücünü kullanmak gibi bir durum söz konusu. Devlet kurumsallığı açısından çok daha büyük bir sıkıntı. Zâten Türkiye’de devlete en az saygı duyan insanlar, ağzından devletin bekasını düşürmeyenler olur. Çünkü onlar devleti tamâmıyla şiddetle özdeşleştirdikleri için, o şiddetin nasıl kullanılacağına ilişkin prosedürleri tamâmıyla ayakbağı olarak görürler. Dolayısıyla ortada ne devlet memuru ne bürokratik kurumsallık ne kanunî çerçeve ne yasallık ne de şeklî de olsa en azından hukuka saygı gibi kavramlar kalmaz. Maalesef Sayın Yeneroğlu’nun başına gelen hâdise de biraz böyle. 

Kürt meselesine gelince: Bülent Arınç ve yaptığı konuşma arasındaki ilişki, bir konuya değinmeden açıklık kazanmayacak. İlk turda eksik bıraktığım yeri tamamlayayım: Eğer Adalet ve Kalkınma Partisi hep siyâsetin alanını daralttıysa, Bülent Arınç şu anda şikâyet ediyorsa… İnsanlar bunun Bülent Arınç’la ilişkili bir durum olduğunu, yani Bülent Arınç’ın şahsî sıkıntısı olduğunu düşünüp buna hükmediyorlar. Ama ben ona da katılmıyorum. Bülent Arınç demokratik bir idealizmle hareket etmediği gibi, buradaki şikâyet ve eleştirinin, Bülent Bey’in kendi kişisel problemi olduğu kanaatinde de değilim. Bunun dışında bir şey var.

Ruşen Çakır: Ayşe’nin demin söylediği “Gökdelenden buzlu camın düşeceğini görüp onu engellemeye çalışma çâresizliği” gibi bir şey olabilir mi?

Burak Bilgehan Özpek: Bence değil. Şundan dolayı değil: Bu otoriterleşme sürecinin, AKP’liler için vereceği bir ders varsa, o da, ülkeyi otoriterleştirme projesinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi iç kurumsallığını ihlâl etmeden mümkün olmadığını anlamış olmaları. Tayyip Bey sâdece ülkeyi otoriterleştirmedi, aynı zamanda parti içerisindeki denetim mekanizmalarını, partinin kurumsallığını muhâfaza eden özerk yapıları, özerk figürleri, yani Millî Görüş Hareketi’nin liderlerini ya da muhâfazakâr demokrasi denen melez ideolojinin öncülerini de bir anlamda pasifize ederek partiyi de merkezleştirdi. Yani şöyle bir düşünce, şöyle bir dünya yok: Türkiye otoriterleşecek, demokrasi bir şekilde tamâmıyla tek partinin kazandığı bir sistem olarak işleyecek. Adalet ve Kalkınma Partisi biricik aktör olarak kabul edilecek, ama AKP’nin içindeki insanlar özgür bir şekilde tartışmaya devam edecekler. Böyle bir şey yok. Bu ikisi arasında bir ilişki olduğunun dersini çıkarmış olmaları lâzım. Bence Bülent Bey’in şikâyeti tam olarak bu. Onun öncelikli şikâyeti, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi parti kurumsallığını, parti mekanizmasını yitirmesi. Arınç’ın bence keşfettiği nokta da şu: Bunun Türkiye’deki otoriterleşmeden bağımsız olmaması. Türkiye’deki otoriterleşmeyi çok düşündüğü için, çok problemli bulduğu için değil. Otoriterleşme, Adalet ve Kalkınma Partisi içine de yansıdığı ve oradaki özerk alanları da yok ettiği için, bence Bülent Bey itiraz ediyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir siyâsî parti gibi davranabilmesi için, Türkiye’nin demokratikleşmesi gerektiğinin farkında. Onun asıl nihâî amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesinden ziyâde, parti içindeki mekanizmaların işler hâle gelmesi. Ve sanıyorum bir umutsuzluk hâli söz konusu ki, Türk sağının içindeki bu “Kol kırılır yen içinde kalır”kültürünün artık sonuna gelinmiş, bu tartışmalar medya önünde yaşanıyor. Biz şuna çok alışkınızdır: CHP’de adam il başkanlığı seçimini kaybeder, hemen ertesi gün Yeni Şafak’a röportaj verir. Akşamında A Haber’e çıkar, “CHP, Kemalist çizgiden uzaklaştı” der. Buna alışkınızdır. Ama Türk sağında işler böyle olmuyor. Türk sağında kapalı kapılar ardında konuşuluyor. Kol kırılır, yen içinde kalır kültürü, insanları neredeyse konuşmadan siyâset yapmaya yöneltiyor. 

Ruşen Çakır: Burada şöyle önemli bir husus var. Tam benim kıta sahanlığım oluyor. Bunlar Refah Partisi’nden, Millî Görüş’ten koparken, tam da bunu yaptılar — ki Bülent Arınç orada çok kritik bir rol oynadı: Erbakan’ın tahakkümüne karşı Yenilikçi Hareket’in çıkışı, zâten tam da parti içerisinde yeni yükselen birtakım kadroların hak ettikleri yerlere gelmesi çabasıydı. Parti böyle çıktı, Bülent Arınç da bunun öncülerinden birisiydi. Ama şu anda AKP’nin içerisinde, değil yenilikçi, herhangi bir hareket yok. Gidişattan memnun olmayan çok, ama hiçbir hareket, eğilim yok. Dolayısıyla Bülent Arınç’a bu kadar önem atfetmemizin nedeni, hâlâ partide üye olarak kalıp, bir şeyleri kamusal alanda dile getirebilen belki de yegâne insan olması. Refah Partisi’ni düşün, Erbakan’a o kadar şey atfedilirdi. Bir gazeteci olarak, parti içerisindeki bir yığın insandan sürekli bilgi de alırdım, eleştiri de alırdım. Öyle bir dinamizm vardı. Şimdi hiçbir şey kalmadı. Onun da bir hüznü var. 

Burak Bilgehan Özpek: Şu anda bir siyâsî partiden çok, bir özel şirket veya holding gibi. Bu hüviyette bir siyâsî parti.

Ayşe Çavdar: Zâten devleti de bir holding gibi yönetiyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Kaynak sıkıntısı olmadığı için, sürekli olarak taşeron kullanarak ilerliyor. Ekran yüzü olarak kullandığı televizyona çıkan emekli askerlere bakın, bazı akademisyenlere bakın, sivil toplum temsilcilerine bakın… Bunlar aslında İslâmî hareketten gelen insanlar değil. Ama millî güvenlik çerçevesine oturtma, millî güvenlik söylemiyle pekiştirme işi, bu taşeronlara verilmiş durumda. Sanat dünyasına baktığınız zaman, Tayyip Bey’i geniş kitlelere daha sempatik, âdeta bir babaymış gibi gösterme işi, bu taşeronlara verilmiş durumda. Sosyal medya ajansları var, artık piyasada AK troller yok. Biz en son, gönüllü şekilde sosyal medyaya girip partisini, dâvâsını savunan insanları, 2014-2015 gibi gördük. Artık o işler de profesyonelleşti. Ortada, halkın ilgisine ve halkın gönüllülüğüne, halkın kendisinden yapacağı ferâgate ihtiyâcı olmayan, bütün bu emek gerektiren işleri parayla çözen bir yapı oluştu. Bu da bir siyâsî partiden çok, bir holdingi andırıyor. 

Bu meselenin Kürt meselesine yansıyan bir tarafı da var. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’nin tamâmından oy almayı amaçlayan bir parti ve milletvekillerinin, aslında demokrasilerin genel îtibâriyle amacı, toplumdaki sinyalleri algılayıp, yürütme erkine ulaştırmalarıdır. Meselâ otoriter sistemlerin en büyük sıkıntısı, toplumdaki huzursuzluk sinyallerini algılamakta çok güçlük çekmeleri. Bu iş için çok büyük enerji harcarlar. Çünkü siyâsî partiler yoktur, parlamenterler yoktur. Parlamenterler ve siyâsî partiler, var olan huzursuzluğu meşrû kanallardan açığa çıkarma görevi görürler. Dolayısıyla demokrasilerde çok fazla sürprizli bir gelecek sizi beklemez. Sürprizler otoriter rejimlerde olur. Bir sabah kalkarsınız, meydanlar dolmuştur. Bir sabah kalkarsınız, devrim isteyen insanlar vardır. Bir sabah kalkarsınız, Arap Baharı’yla karşılaşırsınız. Bunlar otoriter rejimlere has özelliklerdir ve otoriter yöneticinin kâbusudur. 

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de toplumdan gelen sinyalleri algılayabilmesi için, milletvekillerine, siyâsetçilere, il başkanlarına ihtiyâcı var. Profesyonel siyâsetçilere ihtiyâcı var. Bu insanların işi bu. Gidecekler, esnafı gezecekler, çiftçiyi gezecekler, öğrencilerle konuşacaklar ve ahâlinin genel durumu hakkında yürütme erkine, yani parti başkanlarına bir rapor sunacaklar. Anladığımız kadarıyla, bu mekanizma çalışmıyor. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde toplumdaki sinyalleri algılayıp yürütme erkine, yani hükûmete ulaştıracak, dolayısıyla o huzursuzluğu çözmek için gerekli politikaları üretmesini sağlayacak mekanizma çalışmıyor. AKP’nin içerisinde Kürtler de var, AKP’ye oy veren Kürtler de var. Onların huzursuzluğunu temsil eden, onların huzursuzluğunu getirip Tayyip Bey’in önüne bir dosya şeklinde koyan Kürt milletvekili var mı acaba? 

Mehmet Metiner’in burada sembol figür olması bize çok şey anlatıyor. Mehmet Metiner’e gelinceye kadar hiç mi bölge milletvekili yok? Adalet ve Kalkınma Partisi’nde bölgedeki insanların sıkıntılarını, şikâyetlerini aktaracak hiç mi başka Kürt milletvekili yok? Metiner daha çok bahsettiğim taşeron gibi kullanılan kişiler kategorisine giriyor. Bir meseleyi profesyonel bir mantıkla, maaş veya maddî ilişki karşılığında taşerona veriyorsunuz. Demek ki yok. Metiner burada çıkıp söz söylüyorsa, AKP’nin Kürt milletvekilleri yerine bu sözü söyleme işi Metiner’e düşüyorsa, bu mekanizma işlemiyor demektir. Dolayısıyla Bülent Arınç’ın sözlerine Metiner’in îtiraz etmesi, ama Metiner’in de aynı zamanda Kürt meselesinde açılımı savunması çok şey ifâde etmiyor. Kürt meselesindeki açılımın, Metiner’in kendi hayâl dünyası ya da kendi imaj dünyası içerisinde bir yeri olabilir. Ama bunun bir anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt meselesinde tekrar siyâset yapabilmesi için, Kürt milletvekillerinin çıkıp, “Beyefendi, biz rahatsızız. Halkla görüşemiyoruz. Halk bize tepkili. İnsanların, maddî sıkıntılarının yanında ciddi anlamda millî güvenlikten dolayı oluşan bâzı uygulamalar nedeniyle sıkıntı ve şikâyetleri var. Bu meseleyi değiştirmemiz gerekiyor” demeleri gerekiyor. Siyâset böyle işlemek zorunda. Mehmet Metiner’in, Ankara yazıhânelerinde kendi arkadaşlarıyla üzerinde uzlaştığı bir yargıyı Twitter’dan paylaşmasıyla değil. Dolayısıyla Metiner gibilerin kozmetik çıkışları, aslında hangi meseleden bahsederlerse bahsetsinler, gerçek siyâsetçilerin tepkisiyle karşılaşıyor. Bülent Arınç’la Metiner’in çatışma sebebi o. Yoksa Bülent Arınç, Kürtlerle ilgili meselede çok milliyetçi, şâhin bir duruş sergileyen birisi değil. Ama bu meselenin, AK Parti’nin siyâsî geleceği açısından, AK Partili siyâsetçilerin geleceği açısından önemli olduğunu düşündüğü için böyle bir noktada duruyor ve eleştirisini yüksek sesle dile getiriyor — bu kadar. 

Ruşen Çakır: Evet. Kapatırken şunu hatırlatayım: Yine bir boomer lâfı gibi olacak ama, 1991’de Refah Partisi Türkeş’le (o zamanki ismi Milliyetçi Çalışma Partisi) ittifak yaptıktan sonra, Kürtlerde büyük bir moral kırıklığı oluşmuştu. O sırada Erdoğan, İstanbul İl Başkanı olarak Erbakan’a bir Kürt raporu verdi. O raporu Mehmet Metiner yazmıştı. 1991’den bu yana o kadar çok şey değişti, değişmeyen tek şey var: Türkiye’nin Kürt sorunu aynen duruyor.

Ayşe Çavdar: Aynen değil, kötüleşerek gidiyor. Çünkü çözüm opsiyonları azaldı. Çözüm yollarından bir tânesi de, dindarların önerdikleri yoldan gitmekti, o da bitti. Artık şimdi bütün seçenekler bittiği için, radikal bir çözüm önerisi sunmak zorunda. Meselâ mevcut muhâlefet…

Ruşen Çakır: İstersen oraya hiç girmeyelim. Masayı dağıtma, dur… 

Ayşe Çavdar: Yok, hayır. Oraya girelim diye söylemiyorum, ama Kürt meselesinin 20 yılının önceki gibi olmadığını da hatırlatmak lâzım. Çünkü seçeneklerden biri daha gitti.

Ruşen Çakır: Programı burada noktalıyoruz. Bu hafta Kemal Can olmadan bir “Adını Koyalım” yaptık. Haftaya herhalde o da aramızda olur. Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.