Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Yerli-milli-dini sömürgecilik | Bedeni parçalayan ruh!

Lourenço Marques Kardinal Başpapazı Teodósio de Gouveia, Mozambik’te Hıristiyan Batı’nın yerleşik hale gelmesinin önünde dört büyük engel olduğunu söyler 1950’lerin ortasında: Muhammedilik, protestanlık, komünizm ve milliyetçilik. Ona göre bütün izm’ler tehlikelidir fakat İslam’ın hayat teorisi yerlilerin hayattan beklentileriyle tam olarak örtüştüğü için aralarında en tehlikeli olan odur. Her şeyden önce İslam hem çok eşliliğe hem de boşanmaya izin vermektedir. De Gouveia’ya göre en güçlü tarafı da budur İslam’ın.

Edward A. Alpers, “Sömürgeciliğin hizmetinde İslam” (1) başlıklı makalesine böyle bir ters köşeden başlıyor. Akıllı yazar tabii, “e hani işbirlikçiydi İslam” diye sormamızı istiyor en başta. Ben de onun bu isteğini ödünç alıyorum müsaadenizle.

Derken uzun uzun Mozambik’te Portekiz sömürgeciliğinin takıldığı aşamaları anlatıyor. Başlıca sorun çok etnili ve çok dinli yapı. Sömürgeciler istiyorlar ki Mozambik “tek din, tek devlet, tek millet” olsun da bütün işlerini tek bir merkezden idare edebilsinler. İşin adına “entegrasyon” diyor ve propaganda sözü olarak da “çok kültürlü Portekiz imparatorluğu”ndan söz ediyorlar. Sömürgecilik çelişkilerle dolu bir idare biçimi: “Farklılıklar bizim zenginliğimiz”, “Etle tırnak gibiyiz”, “Kardeşiz.”

Komünistler hem azlık hem kat’a uzlaşmaz tipler, milliyetçiler aslında daha çok kabileciler sömürgecinin tekleştirmek istediği dokuyu daha da parçalıyorlar. Protestanlarla anlaşması da pek mümkün değil Katolik Portekiz idaresinin. Geriye kalıyor Müslümanlar. Onların tam olarak neye, ne kadar dirençli olduğunu ise bilmiyorlar. Bildikleri tek şey İslam’ın, yerli ahalinin Portekiz İmparatorluğu’na uyumlulaşmasına mani olduğu. Başlangıçta bütün İslamları bir zannettikleri için de pek anlamıyorlar neyle uğraştıklarını. Onlar uğraştıkça, tarikatlar eliyle yayılıyor İslam Mozambik’te. Kabileci ve komünist olmayanlar, bir başka deyişle hayattan beklentilerine bu iki yoldan cevap bulamayacaklarını düşünenler dalga dalga giriyorlar tarikat evrenine. Böyle böyle dayanıyor sömürgecilik taa 20’inci yüz yılın ortalarına kadar. Biraz daha yolu var, birkaç yeni yöntem deneyecek ve ardından çekip gidecek Portekiz’de Salazar diktatörlüğünün sona ermesiyle. Tanıdık değil mi formül: Dışarda sömürgecilik, içerde diktatörlük. Ayrıntılarını, Alpers’in makalesinden okursunuz. Ben hemen zıplıyorum Mozambik’teki Portekiz sömürgeciliğinin son demlerine. 1960’lardan itibaren psikolojik harp tekniklerini devreye sokacak sömürgeciler. Çoktan Soğuk Savaş dönemine girmiş dünya. İslam’la uyumlu bir sömürgecilik, daha direkt tarif etmek gerekirse, İslam’ı sömürgeciliğin dili haline getirecek yöntemler geliştirilmeye başlamış bir yandan. Portekizliler geri kalır mı? Çeşitli yöntemler denemeye başlamışlar.

Araştırmacı sömürgecilik

1966’da dahiyane bir öneriyle gelmiş Melo Branquinho adlı bir sömürge bürokratı. Onun aklına uyup, hazırladıkları 28 soruluk bir anketi ülkedeki dini liderlere göndermişler. Vallahi bildiğiniz anket işte. 700 hocadan ve şeyhten cevaplar almışlar. İki şeyi merak ediyorlarmış öncelikli olarak. Mozambik’teki İslam, dünyanın tam olarak neresinde, hangi ağlarla ilişkili? Daha önemlisi, Müslümanların sömürge idaresini sarstıkları Cobo Delgado ile geriye kalanlar arasındaki bağlar ne kadar güçlü? Branquinho, her iki konuda da müsterih olabileceklerini yazmış araştırma raporunda. Merkezi olmayan ve birbirleriyle ilişkileri de kötü çok sayıda gruptan bahsediyoruz. Hele Cobo Delgado ile alakaları neredeyse yok hükmünde. “Mozambik’te İslam’ın en büyük zaafı homojenite eksikliği ve örgütlerin kırılganlığı. (Fakat yine de) İslamlaşmış Mozambiklileri Portekiz Milleti’ne entegre etmek kolay değil.” Bunlar da Branquinho’nun tespitleri. Peki o zaman ne yapmak lazım? Tabii ki var bazı önerileri, hem de birebir uygulanmış öneriler: “Tarikatlara saygı göstererek İslam’ın geleneksel formlarını teşvik etmek.” Bu yolla iki avantaj kazanacaklarını öne sürmüş: İnsanları asla uzlaşamayacakları kabile milliyetçiliği, bolşeviklik ve protestanlıktan uzak tutmak ve toplumsal evrimi hızlandırmak.

Peki nasıl yapılacak bu? Bu kısma güleceksiniz ama mevzu ciddi. Mozambik Sömürge Valisi Baltazar Rebello de Souza, 1968 Ramazan’ında, hem de Kadir Gecesi, özel bir radyo programı yapılmasını emretmiş. Önce kendi sesinden bir Fatiha okumuş. Sonra Katolisizm’le İslam, İncil’le Kur’an arasındaki benzerlikleri, ortaklıkları sayıp dökmüş. Hatta Portekizli Katolikler için İslam peygamberinin de kızına da verilen Fatima ve İsa’nın annesinin adı olan Meryem isimlerinin ne kadar önemli olduğunu anlatmış. Tanrı’nın birliği ve aile değerleri etrafında birleşmenin lüzumundan dem vurmuş.

Alpers’e göre, bu çağrı sahiden de etkili olmuş sömürge idarecilerinin yerel halkın gönlünü kazanmasında. Bir yandan sömürgecilik karşıtı hareket, ülkenin hangi dinden olursa olsun tüm kesimlerine, “Hadi el birliğiyle şu Portekizlilerden kurtulalım” çağrısı yaparken ve bu çağrıya ortak olan herkes hapsedilir ya da katledilirken sempatik bir mesajla “Böyle olmak zorunda değil, hele bir dur bakalım ne yapıyorlar” diyen ehl-i tarik de pek çokmuş. 1970’lerin başında, psikolojik harp işini daha da ciddiye almaya başlamış Portekizliler. Tabii yalnız dini liderler değil hedefleri, yerlicileri de kendi taraflarına çekmek istiyorlar. Sömürge valileri Ramazan mesajları yayınlama işini iyiden iyiye ciddiye almışlar. Müslüman danışmanlar bulundurmaya, şeyhleri yanlarında götürdükleri çeşitli türden hediyelerle ziyaret etmeye ve bunu herkeslerin gözleri önünde yapmaya başlamışlar. Hatta Kur’an’ı ve bazı temel Hadis kitaplarını (elbette geleneksel İslam dedikleri şeye en uygun olanları) Portekizce’ye çevirtmişler. Başka dillerden değil efendinin dilinden okusunlar dinlerini diye. Hani onu nasılsa öğreniyorlar ya okulda, çarşıda, pazarda vs. “Müslüman Teba Üzerine Çalışma Grubu” diye bir takım oluşturmuşlar. Fotoğraflarla Mozambik diye bir albüm yayınlamaya başlamışlar 1971’den itibaren. Yıllığın ilk cildinde Hac’dan dönen dört anlı şanlı hocanın fotoğraflarına da yer vermişler. Sömürge valisinin def çalan Müslüman bir grupla fotoğrafını da basmışlar albüme. Altında şöyle yazıyormuş: “Tüm dünyada renklerimizin ve inançlarımızın olanca çeşitliliğinde, biz Portekizlilerden daha büyük ve daha doğal bir sevgi içinde yaşayan tek bir halk bile yoktur.” Valiyi bir de meşhur şeyh Momade Said Mujabo ile Gulamo Camii’nde fotoğraflamışlar. Başka bir şeyhin, Haji Abdul Razaque’in bir cümlesi girmiş fotoğrafının altına: “Kendim ve mü’min kardeşlerim adına bu kutsal yerde hükümete kayıtsız şartsız desteğimizi teyit ediyorum. Portekiz’in birlik ve bütünlüğü için itibarımızı sunuyoruz.”

Benzer bir hikâyeyi, “Senegal ve Mali’de emperyalizm, bağımsızlık ve İslam” başlıklı makalesinde Andrew F. Clark da anlatıyor (2). Rahatsız edici bir dili var makalenin. Bazı yerlerde iyiden iyiye irkildim. Başta Ticaniye olmak üzere Batı Afrika’daki tarikatların sömürgeci idarecilerle hangi düzeyde işbirliği yaptığını anlatırken, “Öyle pek uzaktan görüldüğü gibi büyük sorunlar çıkarmadılar” deyiveriyor mesela. Arada sömürgeciliği ilerleme ve kalkınmayla eşdeğer gördüğünü ele veren dil sürçmeleri de var. Senegal’de Ticaniye, Mali’de ise Murida hareketlerini anlatıyor. Her ikisinin de, sömürgeciye direnişi “nafile” (futile) gördüklerini, bunun yerine pragmatik işbirlikleri yaptıklarını, sorun çıkardıkları zaman bile en nihayetinde amaçlarının yapacakları pazarlıkta el yükseltmekten ibaret olduğunu söylüyor.

Sekülerlik sömürgecilik mi?

Dinin yalnız başka ülkelerde değil, devletlerin kendi ülkelerinde de sömürgeleştirme girişimlerine ne denli elverişli bir araç olarak kullanıldığına dair literatürü tarıyorum son günlerde. Derdim, post-colonial (sömürgecilik sonrası) anlatının, başta etik ve hukuk olmak üzere önüne seküler sıfatı getirdiği her şeyi sömürgeciliğin birer aracı ve imgesi olarak gören bakış açısıyla biraz uğraşmak. Öyle mi gerçekten? Öyle ise bile dini olan, hatta etnik olan her durumda sömürgecilikten berî mi? Böyle düşünüyorsak ya sömürgecilik ya da sekülerite tariflerimiz fazlaca dar değil midir? Hatta belki ikisi birden. Alpers’in anlattığı hikâyede Mozambik’te sömürgeciliğe direnişin içerdiği zorunlu çoğulculuğun serd ettiği sekülerliği ne yapacağız peki? Onu da Batı icadı bir hâl olarak mı göreceğiz? “Yerli ve milli” iktidarını sürdürmek için sömürge valisiyle yan yana fotoğraf verip ona “itibarını sunan” şeyh mi, yoksa aynı valiye direnen komünist mi ya da ne camiye ne kiliseye boyun eğmeyen kabileci mi daha net işbirliği yapıyor sömürgecilikle? Diyeceksiniz ki komünist de muhtemelen dönemin sosyalist bloğundan destek alıyordu. Aynı şey mi gerçekten? Böyle bir iddiada bulunmak sömürgeciliği tek ve mutlak alternatif yapar ki o da post-colonial eleştirinin de sömürgeciliğe direnişi “nafile” gördüğü anlamına gelir. Olmaz, öyle demiyorlardır muhtemelen. Kimse söyleyemez böyle bir şeyi? Sömürgeciye karşı direnişi, heterojen bir toplumsal bağlamda dini bağlılıklara kör bir hukuk ya da bağıt geliştirme siyasetini Batı’nın ahlakıyla ahlaklanmak olarak görmenin de alemi yok en nihayetinde. İflası yüreklerimizi dağlayan Lübnan’da olanlara bakın. Bağımsızlığını kazandıktan sonra hayli ağır bir iç savaş geçirdi ülke. Nihayet, yine Batılı sömürgecilerin rehberliğinde dini cemaatleri merkeze alan bir idare biçimi inşa edildi orada. Niye uygun gördüler bunu? Çünkü Lübnan’ın Batılı rehberlerine göre bir Orta Doğu toplumunun din dışı bir hukuk oluşturma şansı yoktu. Aynı örüntüyü Irak’ta da gördük. Sünni ve Şii mahalleler arasına fiziki duvarları ören Amerika Birleşik Devletleri’nden başkası değildi. Anayasasındaki sekülerizmi, kurucu dini cemaatlerin birbirlerini öldürmemek için aradıkları yollara borçlu olan Amerika Birleşik Devletleri. Para biriminin üzerinde “Tanrı’ya güveniyoruz” yazan süper güç.

Aşağı yukarı 2015’e kadar Türkiye’nin Batılı dostları aynı şeyi söylüyordu bizim memleket için de. Laiklik demokrasi manasına gelmemişti ülkede. Dışlanan pek çok kesim vardı. AKP, dindarlarla arasındaki ilişki nedeniyle onları demokrasiye ısındırabilir ve böylece, yukarıda Portekizlilerin dediği gibi, “toplumsal evrim”i hızlandırabilirdi. Kendilerini ne zaman dinlesem hem öfkeleniyor hem şaşakalıyordum. “Siz başka türlüsünü yapamazsınız” demekti bu çünkü. “Bizimki gibi bir demokrasi kuramazsınız çünkü toplumunuz dindar.” Avrupa’nın büyük şehirlerinin dışına şöyle bir çıktığınızda görürsünüz dindarlığı. Almanya’nın pek çok orta büyüklükteki şehirlerinde arkadaşlarım, kiliselerin yönetmediği kreşlerde yer bulmak için daha çocuk yapmaya karar verir vermez sıraya giriyorlar. Küçük de olsa bir Protestan cemaat, çocukları evrim teorisiyle tanışmasın diye akla gelen her yolu deniyor. Yeni zamanlarda İslamcıların sıklıkla taklit ettikleri Evanjelikler yalnız ABD’de değil, Avrupa’da da eğitimden sağlığa her alanda giderek daha görünürleşiyorlar. Hakkını yememek lazım, Avrupa’dakiler ABD’dekiler kadar uçuk değil henüz ama o denli tuhaf yerlere uçmak için fırsat kolladıklarından adım gibi eminim. Kamusal alanda dine daha çok yer açmak için, başka dinlerin görünürlüğünü de destekliyor ve seküler siyaset karşısında güç topluyorlar. Eeeee, Lübnan’ı, Irak’ı ya da Türkiye’yi daha dindar kılan ve seküler bir hukuk oluşturmalarına mani olan ne? Başka türlü sorayım aynı soruyu: Avrupa ve ABD demokrasilerinin “yerli ve milli” dini hükümranlıklar karşısındaki gücünün kaynağı ne?

Siyasi kriz ve bir cenaze

Hızlı bir hafta geçirdik. Önce ne zamandır hayatta olduğu pek söylenemeyecek bir şeyh cismen öldü. Erzincan’da Kanadalı bir şirketle Çalık Holding’in çalıştırdıkları bir altın madeninden sızan siyanürlü suyun İliç Barajı’na aktığı haberi yayıldı. Ormanlar yanıyor her yaz olduğu gibi. Bu defa da envanterde gece görüşlü helikopter olmadığını öğreniyoruz. Gazeteci Kaşıkçı davasında yargılananlar hakkında takipsizlik kararı verdi yerli mahkeme. O esnada petrol zengini Suudi veliaht uğurlanıyordu havalimanından. İktidar ek bütçe çıkardı. Milletvekilleriyle sarayların efendisi kendi maaşlarına yüklü zamlar yaptılar. Hayat biraz daha pahalılaştı. İnsanlar hızla yoksullaşmaya devam etti. Dijital medyaya kat’i sansür anlamına gelecek bir yasa tasarısı sunuldu Meclis’e. Eğer geçerse, devletin lafının üstüne laf edilemeyecek. Hakikatin ölçüsü resmi açıklamalar olacak. Günlük hayatımızda yüz yüze kaldığımız gerçekler, mesela gerçek enflasyon, yalan haber, batıl inanç hükmünde sayılacak. Yaşadığımız krizler, mecbur edildiğimiz korkunç hayat karşısında, ah diye ses çıkardığımız için yalancılıkla suçlanıp cezalandırılacağız. Bütün bunlar çeşitli formlarda hep vardı hayatımızda. Bedenimizi, zamanımızı, hayatımızı, müşterek varlıklarımızı sömüren ve buna karşılık bizi sakinleştirecek memeler bulan şeyin adıdır devlet. Ve fakat hiç bu kadar cür’etkâr olmamıştı. En azından bizim memlekette. Devletin sömürgecilikte neden şimdi, şu “yerli ve milli” aktörlerle temsil edilirken bu denli cür’etkâr bir tavır alabildiği sorusuna benim tek bir cevabım var. Sömürgecilik ve din ilişkisini bu yüzden öyle uzun uzun örneklemek istedim. Çok kolay Allah’la uyutmak cidden.

Yani tesadüf değil piyasanın ve devletin pek bir arzulu aşklarının en bir ateşli evresine şahit olarak dini seçip, gerdeğe de onların yatağında girmesi. Ve hiç tesadüf değil, sömürgeci bakışın sen beceremezsin seküler bir hukuk işletmeyi, iyisi mi Allah’ın yolundan git deyip durması hayli uzun zamandır. İşte bu sebeplerle dün hayatı boyunca kim bilir kaç kız çocuğunu okula gitmekten alıkoymuş bir şeyhin ardından hangi politikacıların neler söylediklerine iyice baktım. Gördüm ki yalnız değilmişim. Dedim evet, devlet değil biz gireceğiz siyasetçilerle bu odaklar arasına. Bundan sonra böyle olacak. Onlardan medet uman her türlü siyasi oluşum ve kuruma haddini, nerede durması gerektiğini biz bildireceğiz. Devletin mabadımıza bastığı damga olmaktan çıkıp sivil bir uzlaşma halini böyle böyle alacak seküler hukuk.

  1. “Islam in the Service of Colonialism? Portuguese Strategy during the Armed Liberation Struggle in Mozambique,” Lusotopie 1999, 165-184.
  2. “Imeprialism, Independence, and Islam in Senegal and Mali”, Africa Today, Summer-Autumn, 1999, Vol: 46, No: 3/4, Islam in Africa, pp. 149-167.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.