Transatlantik: Erdoğan-Biden görüşmesi, Ankara’nın veto kararını kaldırması & ABD’de kürtaj kararı

Türkiye, “terör örgütlerini destekledikleri” gerekçesi ile İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini veto etme kararından geri adım attı. Dün İspanya’nın başkenti Madrid’deki NATO Liderler Zirvesi öncesinde, Türkiye-İsveç ve Finlandiya arasında imzalanan ve Ankara’nın veto kararını kaldırması ile sonuçlanan anlaşma ne anlama geliyor? Erdoğan eve zaferle mi dönüyor?

Bugün NATO Liderler Zirvesi kapsamında ABD Başkanı Joe Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesi bekleniyor. İki lider arasındaki bu görüşme, sekiz ay sonraki ilk yüz yüze görüşme olması açısından önem taşıyor. Peki bu görüşmeden ne beklemeli, ne beklememeliyiz? Masadaki konu başlıkları neler?

ABD Anayasa Mahkemesi, 1973 yılında Roe v. Wade davasındaki kararla yürürlüğe koyulan federal kürtaj hakkı kararını bozduğunu açıkladı. Roe v. Wade kararı, ABD’deki kadınların anayasal olarak kürtaj hakkını tanımış ve bunu ülke çapında yasallaştırmıştı. Bu kararın kaldırılması ne anlama geliyor?

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’te yorumladı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Geçen hafta tatil yapmıştık. Bu hafta sâdece Ömer Taşpınar var. Onunla özellikle NATO Zirvesi’ni konuşacağız. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Hâlâ Türkiye’desiniz, ama Gönül katılamadı. Bağlantıda sorun yaşıyor olabilirsin; onun için biraz hızlı gidelim ve tabii ki hâlâ Türkiye’de ve tatilde olduğunuzu izleyicilerimize söyleyelim; ama tatilde bile çalıştırıyorum sizi, gördüğünüz gibi. Öncelikle, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine Türkiye vetodan vazgeçti; dün akşamki toplantıdan sonra bayağı geniş bir açıklama imzâlandı üç ülke tarafından. Ve bunu, The Economist “Erdoğan zaferle dönüyor” diye verdi. Gerçekten böyle mi? Ve de açıkçası Madrid’de bu iş bağlanmaz düşüncesi çok hâkimdi, ama oldu. Nasıl yorumluyorsun sen? Bu, Erdoğan’ın gerçekten bir başarısı mı? Yoksa zâten buraya doğru gidiyor muydu süreç?

Ömer Taşpınar: En başından beri Ruşen, bunun buraya doğru gideceğini tahmin ediyorduk bu programda. Gönül de ben de genel anlamda Türkiye’nin elinin çok da güçlü olmadığını düşünüyorduk. Çünkü bütün bir NATO, 28-29 üye bu konuda karar vermişken, Türkiye’nin ayak sürümesi, her şeyden önce Amerika ile ilişkilerinde çok ciddî sorunlar yaratacaktı – özellikle F-16 alımı konusunda. O nedenle Türkiye şu anda zafer îlân edebilir ve bir sürü yayın kuruluşu –The Economist buna dâhil– Türkiye’nin sıkı bir pazarlık yaptığını söyleyebilir; ama kanımca Erdoğan’ın asıl pazarlık yapmak istediği adres Biden’dı. Yani Biden ile görüşmek istiyordu. Ve Biden ile görüşmesinde belirli şeyler istiyordu. Yani belirli şeyler isteyecekti. En azından F-16’lar konusunda garanti isteyecekti. Belki F-35’ler konusunda garanti isteyecekti. Elinde güçlü bir dönem var zannediyordu; fakat Biden tâbir-i câizse “mindere gelmedi”. Yani Erdoğan’ın onu mindere çekmeye çalıştığı Madrid Zirvesi öncesi, ama “Zirvede görüşürüz” taktiği uyguladı Biden. Ve nitekim zirvede görüşecekler. O görüşmenin karşılığında Türkiye bazı tâvizleri vermiş olabilir. Ve Türkiye ne tâviz verdi? Sonuçta vetosundan caydı. Yani vetosunu kullanmaktan vazgeçti. Karşılığında ne aldı? İsveç ve Finlandiya’dan bâzı tâvizler aldı. Yani bu tâvizlerin ne olduğu konuşulabilir. Zâten bunlar konuşuluyor. Ama benim için önemli olan –tahmin ediyorum Gönül de öyle düşünüyordur– Amerika’dan tâviz alma işi. Yani F-16’lar konusunda, YPG-PYD konusunda, Fethullah Gülen konusunda asıl adres Amerika’dan bir tâviz alamadı NATO çerçevesinde.

Ruşen Çakır: Onu birazdan konuşacağız. Çünkü Biden ile yaklaşık bir buçuk iki saat sonra görüşecek, baş başa görüşecek. Orada o bahsi de konuşacağız da, şöyle bir şey var orada: Özellikle iki ülkenin imzâladığı metinde, FETÖ, PYD, YPG, PKK özelinde birtakım teminatlar, sözler var. Ama şöyle bir husus var: Finlandiya Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bir açıklamayı gördüm –İngilizcesini–; “Tabii ki esas olan Finlandiya’daki mevcut yasalardır” diye de bir opsiyon var. Şimdi böyle bir durum var; yani iâdeler isteniyor, biliyorsun, belli kişilerin iâdeleri. Bu anlaşmanın ardından İsveç ve Finlandiya’nın hızlı bir şekilde Türkiye’ye PKK ya da FETÖ ile ilgili olduğunu iddia ettiği kişileri iâde etmelerini filan beklemiyoruz herhalde, değil mi?

Ömer Taşpınar: Kesinlikle Ruşen. Yani şu aşamada Türkiye’nin elde ettiği somut bir kazanç varsa, o da silâh ambargosuyla ilgili. Yani Finlandiya kısmen, ama asıl İsveç, Avrupa Birliği çerçevesinde Türkiye’ye silâh ambargosunun uygulanmasını isteyen önemli ülkelerden biriydi. Bu arada Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye silâh ambargosu uygulanmasını isteyen başka ülkeler de var: Almanya var, Fransa var. Fakat İsveç’in silâh ambargosu konusunda geri adım attığını söyleyebiliriz. Bu zâten zirveden önce de belliydi. Yani o yönde İsveç’in bir esneklik içine gireceği, yasalarda bir değişiklik yapacağı belliydi. Şimdi, diplomasi bir kelimeleri kullanma sanatı değil mi? Kelimeler çok önemli. Nasıl tâbirler kullandığın çok önemli. Anlaşmanın 4. ve 5. maddelerine baktığımızda şöyle diyor: İsveç ve Finlandiya PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyorlar. “PYD-YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlanmayacaktır” diyor. PYD-YPG’nin ve Türkiye’de FETÖ olarak tanınan örgütün terörist örgütler olduklarını açık açık ifâde etmiyor metin. Kesin ve açık bir tâbirle, “FETÖ veya YPG terörist örgüt” demiyor. “Türkiye’de FETÖ olarak tanımlandı. Türkiye buna “Fethullah Gülen Terörist Örgütü” diyor, ama bunun İngilizce’de bir açılımı yok. Zâten İngiltere’de, İngiliz dilinde kimse FETÖ diye bir şey de kullanmıyor. O nedenle burada aslında İsveç diplomasisinin ve Finlandiya diplomasisinin bir kaçış planı var. Yani bir şekilde şunu söyleyebilirler: “Biz Fethullah Gülen ve taraftarlarını terörist örgüt olarak kabul etmiyoruz” diyebilir. Ne diyor 5. maddede? Her iki ülkenin, yani Finlandiya ve İsveç’in, “PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının faaliyetleri ve bağlantılı kuruluşları ve paravan örgütler içerisinde yer alan ve bu terör örgütüyle bağlantılı şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini” taahhüt ediyorlar; ama bu terör örgütlerinin kim olduğunu açık açık söylemiyor. Yani tekrar ediyorum: “PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının…”. Bunların uzantıları kim? Yani PYD ve YPG bunların uzantıları olabilir; ama bunları terörist örgüt olarak kendisi açık açık… legal bir şekilde, yani hukukî bir tâbirle bunu bir mahkemeye götürdüğünde muğlaklık söz konusu. Yani diplomasi eğer kelime kullanma sanatıysa, birazcık da stratejik bir muğlaklık yaratma sanatıdır. O muğlaklığı bence Finlandiya ve İsveç diplomasisi kullanmışlar. Dolayısıyla tam olarak, yani meselâ Zaman gazetesinden şu anda medya mensuplarının, medyada bulunmuş veya okullarda bulunmuş, Türkiye’nin terörist olarak gördüğü bâzı isimlerin iâdesi söz konusu değil. Bana göre buradan Fethullahçılar’ın iâdesi gibi bir şey çıkmaz. PKK konusunda, YPG-PYD konusunda ancak ve ancak İnterpol raporu olan ve eline kan bulaşmış, yani gerçekten savaşmış, terör örgütüne üyeliği tescillenebilir isimlerin işi biraz daha zor — yani onların faaliyetlerinin engellenmesi. Ama YPG-PYD’yi tam olarak bu kategoriye almıyor bence bu. O nedenle Türkiye de istediğini tam olarak elde etmiş değil. 

Ruşen Çakır: Burada şöyle de bir sorun var tabii. Meselâ şimdi İsveç ve Finlandiya’ya PKK, FETÖ vs. konusunda baskı yapılıyor ama, NATO üyesi ülkelerin birçoğunda –ki ABD başta olmak üzere– meselâ Fethullah Gülen’in kendisi var zâten. Ya da Fransa’da, Almanya’da, birçok ülkede, FETÖ Dâvâsı’ndan aranan çok sayıda isim var. Yani böyle de bir husus var.

Ömer Taşpınar: Zâten Ruşen, şunu da söyleyeyim, mesele de burada: Türkiye’nin terörist olarak tanımladığı veya terörizmle bağlantılı olarak tanımladığı isimler, bu ülkelerin terörist olarak kabul edebileceği isimler değil. Yani ifâde özgürlüğü içerisinde ele alınabilir. Yani şu anda Selahattin Demirtaş meselâ İsveç’te olsaydı. Selahattin Demirtaş’ı bu yapılan anlaşma yakalatıp Türkiye’ye yollar mıydı? Cevap kesinlikle hayır. Çünkü Selahattin Demirtaş’ın bir PKK üyesi olmadığı açıkça ortada. Ama PKK ile bağlantılı bir şey de mahkemeye uzardı. O mahkeme de, İsveç mahkemesi de kesinlikle İsveç kanunlarını uygulayarak Selahattin Demirtaş’ın iâdesine izin vermezdi. Fethullah Gülen İsveç’te olsaydı, bu yapılan anlaşma, Fethullah Gülen’in iâdesine yol açmazdı. O nedenle Türkiye açısından büyük bir zafermiş gibi gösterilebilecek, ancak silâh ambargosunun kaldırılması. Orada da Türkiye’ye asıl silâh ambargosunu koyan Amerika, Avrupa Birliği… Asıl PKK ve Fethullah Gülen örgütüyle ilişki içinde olan da Amerika ve gene Avrupa Birliği. Dolayısıyla Türkiye’nin kazandığı bir zafer yok ortada bence. 

Ruşen Çakır: Şimdi, o zaman bence Biden meselesine gelelim. Bir iddiaya göre de bu vetonun Biden görüşmesini garantiye almak için kaldırıldığı yolunda bir rivâyet var. Çünkü Biden ile yola çıkmadan bir telefon görüşmesi yapıyor ve Biden orada, “Çağı yakalayın, zamânın rûhunu yakalayın” diye bir şey söylemiş. Zamânın rûhundan kastı da herhalde İsveç ve Finlandiya’nın NATO’nun birçok üyesinin gözünde târihî olan o NATO başvurusu. Yani onların çok önemli olduğunu siz “Transatlantik”te defâlarca anlattınız, NATO için çok kritik ve târihî bir olay olarak tanımladınız. Şimdi yaklaşık iki saat içerisinde, belki bir buçuk saat içerisinde bu görüşme gerçekleşecek. Tahminim, Erdoğan, Biden ile Beyaz Saray’da görüşmeyi ya da Biden’ın Ankara’ya Külliye’ye gelip orada görüşmesini tercih ederdi; ama o olmadı, şu anda olacak gibi de gözükmüyor. Bu görüşmeyi çok istediğini biliyoruz herhalde, değil mi? Öyle düşünebiliriz. Bildiğimiz meseleler dışında, yani F-16’Lar, F-35’ler, S-400’ler falan dışında, bu görüşmenin rûhuna esâsında ne hâkim olacak sence? Çünkü Türkiye’de seçime bir yıldan az bir zaman kaldı. Kamuoyu yoklamalarına göre seçimde Erdoğan’ın şansı her geçen gün azalıyor. Bütün bunları da düşündüğünde, bir Biden’ın Erdoğan’a yaklaşımı nasıl olur? Ne dersin?

Ömer Taşpınar: Şimdi, “bildiğimiz meseleler” deyince tabii zorlanıyoruz Ruşen. Çünkü bildiğimiz meseleleri konuşacaklar. Yani F-16 konusunda Erdoğan, “Sizden garanti istiyorum” diyecek, Biden da “Top Kongre’de” diyecek. “Kongre’deki imajınızı düzeltmeniz gerekiyor, Kongre açısından şu anda NATO’daki vetonuzu kaldırmış olmanız önemlidir, biz yönetim olarak elimizden geleni yapacağız” diyecek. PKK konusunda, YPG konusunda bence çok fazla yeni söylenecek bir şey yok. S-400’ler meselesi kapandı artık, konuşulmuyor bile. Türkiye askerî yaptırımlar altında. Yani F-35’leri alamayacak, F-16’lar konusunda bir istisnâ konuluyor. Dolayısıyla senin sorduğun soruya geri dönelim. Bu görüşme neden çok önemli Erdoğan için? Erdoğan neden bu kadar istiyordu Biden ile konuşmak? Çünkü Biden ile konuşmak, Amerikan Başkanı tarafından Beyaz Saray’a dâvet edilmek veya Amerikan Başkanı’nın bir ülkeye gitmesi, o ülkeye bir meşrûiyet kazandırıyor, özellikle o ülkede otoriter bir gidişat varsa, Amerika’nın o ülkenin otoriter gidişâtına rağmen o ülkeyi jeostratejik olarak çok önemli gördüğünü kanıtlıyor. Amerika’nın o yüzden bir başkanın bir şekilde bir ülkeye gitmesi, başkan ile görüşmek, hele Beyaz Saray’da görüşmek, hele Camp David gibi yerlerde görüşmek büyük bir prestij kaynağı. Erdoğan bu prestijin peşindeydi ve açıkçası Biden o prestiji kendisine vermedi. O prestiji bir şekilde… NATO çerçevesinde NATO’da en önemli konu nedir şu anda Madrid Zirvesi’nde? İsveç’in ve Finlandiya’nın üyeliği… O çerçevede Türkiye’den vetosunu kaldırması karşılığında, bence Biden “Bir iki görüşme yapalım” diyor. Bence Türkiye vetosu devam etseydi de Biden görüşmek isteyecekti. O görüşmede, “Bakın, F-16’lar konusunda çok daha zorlanırsınız” diyecekti. Yani Biden sert bir şekilde uyaracaktı Erdoğan’ı — eğer Erdoğan vetosunu kaldırmasaydı. Şu anda vetosunu kaldırdığı için görüşme birazcık daha yapıcı olabilir. Türkiye’nin tezlerine biraz daha sıcak bakabilir, özellikle F-16 konusunda. Onun dışında, Biden açısından… Yani bir ülkenin eğer çok ciddî bir jeostaretejik önemi yoksa ve Suudi Arabistan gibi petrol konusunda, petrol fiyatlarını belirleyecek bir gücü yoksa, Biden o ülkeyi onore etmek istemeyecektir. Ama Biden meselâ önümüzdeki hafta Suudi Arabistan’ı da ziyâret edecek ve Muhammed bin Salman ile tâbir-i câizse tükürdüğünü yalayacak. Yani onunla görüşecek. Niye bunu yapacak? Çünkü o ülke stratejik olarak, petrol açısından çok önemli. Ama Türkiye’ye gelmeyerek veya Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet etmeyerek, sâdece Erdoğan ile zâten görüşmesi gerektiği bir şekilde NATO’da görüşerek, bir bakıma Biden bana göre Türkiye’ye karşı olan tepkisini hâlâ sürdürüyor. Yani Türkiye konusunda, “İlişkiler düzeldi, bakın görüşüyorlar, ortalık tozpembe, her şey halloldu” demenin bence hiçbir anlamı yok.

Ruşen Çakır: Dün ben bir yayın yaptım belki haberin olmuştur. Foreign Policy’de çıkan yazı var ya hani? “Batı neden şimdi Türkiye ile barışmalı?”, gördün o yazıyı, değil mi?

Ömer Taşpınar: Gördüm, evet.

Ruşen Çakır: Ben onu yorumlarken şöyle bir şey söyledim: Bu seçime kadarki süreçte ABD Erdoğan’ı ne çok sert karşısına alacak, ne de çok yakınında onu bir şekilde sâhipleniyor gibi yapacak. Yani bir orta yol politikası izleyecek diye düşünüyorum. Ama burada tabii şöyle bir soru var: Muhâlefetin Batı’ya bakışı, ABD’ye bakışı konusunda ortada hemen hemen hiçbir şey yok. Yani Erdoğan’dan başka, Biden’ın ya da Batı’nın dikkate alacağı… yani muhâlefeti herhalde dikkate alıyorlardır; ama bir muhâtap olarak, bir aktör olarak kendilerine seslenen bir muhâlefet de görmüyorlar sanki, ne dersin?

Ömer Taşpınar: Katılıyorum. Yani Erdoğan ile ilişkiye devam etmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Çünkü Erdoğan hâlâ Türkiye’nin lideri ve seçimleri kazanma ihtimâli de bana göre yüksek bir derecede devam ediyor. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri strateji izlerken o ülkede kim iktidarda ise onunla bir şekilde görüşmek zorunda. Yani en azından Dışişleri Bakanı Yardımcısı seviyesinde… Bak, dikkatini çekerim, Antony Blinken daha Türkiye’yi ziyâret etmedi. Yani Dışişleri Bakanı bile ziyâret etmedi, Amerikan Dışişleri Bakanı. Yani Türkiye’ye karşı aslında bir tepki devam ediyor. Yani Erdoğan ile Biden görüşüyorlar, fakat Dışişleri Bakanlığı konusunda Türkiye’ye bir tepki devam ediyor. Fakat aynı zamanda bu tepki, “Muhâlefetle konuşalım, CHP ne düşünüyor? İYİ Parti ne düşünüyor?” dolayısıyla, “Türkiye’de Erdoğan sonrası ne olur” yönünde henüz bir strateji yok. Öyle bir stratejinin ortaya çıkması için bana göre Türkiye’nin bir seçim dönemine girmesi lâzım. O seçim döneminde de adayın belli olması, o adayın belki Washington’a gelip belirli think-tank’lerde konuşmalar yapması… Yani bu o aday kim olacaksa… Eskiden böyle olurdu. Muhâlefet liderleri Washington’a gelirdi; hatta herkesle icâzet bağlıyorlar diye sorardı. Yani o tip durumlarda Amerika, o kişi Dışişleri Bakanlığı’ndan bir randevu istediğinde, muhâlefet lideri, Dışişleri Bakan Yardımcısı’yla görüşebilirdi. Şu anda bu konuda Amerika’nın Ankara’daki Büyükelçiliği dışında bana göre strateji belirleyen bir yer yok. Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği muhtemelen raporlar yazıyor, CHP’nin nasıl dış politika istediğini, İYİ Parti’nin nasıl bir dış politika istediğini Dışişleri Bakanlığı’na bildiriyor. Onun dışında, Millî Güvenlik Kurulu’nda Amerika’nın bu National Security Council dediğimiz ana karar verilen yerde, Beyaz Saray’da, Pentagone’da, Dışişleri Bakanlığı’nda üst seviyede, “Türkiye’de muhâlefet ne düşünüyor?” konusuna bence ilgi yok, bununla ilgili vakit de yok. Yani Amerika’nın şu anda baktığımızda, o seviyede, yüksek seviyede bir strateji belirlemesi için zâten önünde yeterince sorun var. O kadar sorun var ki, İran ile ilgili sorunlar var, Suudi Arabistan ile ilgili sorunlar var, başta Çin ve Rusya var. “Türkiye’de muhâlefet ne yapar? Ne ister?” sorusu bana göre ancak büyükelçi seviyesinde ve Türkiye Masası seviyesinde ilgi görüyor. Bu Antony Blinken’ın, hani Pentagone’un başındaki bakan seviyesine çıkmıyor. Onu anlatmaya çalışıyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, Ömer’in bağlantısı gerçekten sorunlu olmaya başladı. Ömer bağlantın sorun yaratıyor. İstersen şu ABD’deki kürtaj meselelerini de konuşmak istiyorduk. Hızlı bir şekilde onlara da bir değin de, sana daha fazla çile çektirmeyelim orada. Övünüyorduk Türkiye’de internet altyapısı güçlü diye, ama sizin gittiğiniz yer o kadar güçlü çıkmadı anlaşılan. Bu kürtaj meselesi Anayasa Mahkemesi’nin, Yüksek Mahkeme’nin aldığı karar çok büyük tepkilere yol açtı ve herhalde Demokrat yönetimi de bayağı tedirgin ediyor, değil mi?

Ömer Taşpınar: Şimdi bu kürtaj meselesi gerçekten Amerika’da bir infial yarattı. Yani toplumda, sivil toplumda, medyada çok ciddî bir tepki var buna. Kürtajın, kürtaj hakkının anayasal bir hak olmaktan çıkarılması, Yüksek Mahkeme’nin bir bakıma bunu anayasal bir haktan çıkarması, eyâletlere kürtajı yasaklama hakkı getiriyor. Yani birçok muhâfazakâr eyâlet şu anda istedikleri gibi kürtajı yasaklayabilirler. Bunun bir federal hak olması, anayasal hak olması çok önemliydi. Kadın hakları için 1973 yılında elde edilmiş çok önemli bir kazanımdı. Şu anda bir zafer gibi görünüyor. Bu zafer de aslında Demokrat Parti’nin tabanına enerji verecek ve Kasım ayında yapılacak ara seçimlerde bir bakıma Demokrat Parti tabanını coşturacak bir durum söz konusu. Kutuplaşma bir bakıma iki tarafın da tabanlarını güçlendiriyor. Ve şunu hatırlatalım: Amerika’nın % 60’ı, % 70’i kürtajın bir hak olarak kalmasını istiyor. Dolayısıyla bu konuda ülkenin Anayasa Mahkemesi sağa kayarken, toplum aslında kesinlikle sağa kaymış değil. Toplum merkezde duruyor ve bu yasayı kabullenmiyor. O yüzden Demokratlar açısından, ara seçimler için bu bence pozitif bir gelişme. Bu arada silâh konusunda da Senato’dan bir karar geçti, onu da söyleyelim. Silâh konusunda, 30 yıl sonra Amerikan Senatosu bir karar verdi ve yirmi bir yaşın altında silah alma konusunda background check’i güçlendirdi. Dolayısıyla her ne kadar küçük bir adım olsa da, bu konuda Senato’da 65 senatörün bu konuda oy kullanmış olması ve silâh kullanma konusunda sınırlayıcı bazı tedbirlerin getiriliyor olması, ruh sağlığı veya okullarda denetim gibi konularda daha fazla para harcanması için bütçe oluşturulması, aynı zamanda Biden yönetiminin, Demokratlar’ın da bu konuda pes etmediğini gösteriyor. Ben açıkçası şöyle bitireyim Ruşen: İki üç hafta öncesine göre Demokratlar’ın Amerika’da daha iyi bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Ara seçimlere daha iyi bir ivmeyle girebilir Demokratlar. Ekonominin iyi gitmiyor olmasına rağmen, Demokratlar’ın bu tür kimliksel, kültürel konulara ihtiyâcı var. kendi tabanlarına enerji vermek için.

Ruşen Çakır: Evet Ömer. Biraz zor bir yayın oldu, ama çok sağol. O zaman haftaya sen İstanbul’a mı geliyordun haftaya, yoksa…

Ömer Taşpınar: Ben İstanbul’a geliyorum, çarşamba günü dönüyorum; belki İstanbul’dan yapmaya çalışırız, ya salı ya Çarşamba, ama salı yapabilirsek daha iyi olur. 

Ruşen Çakır: Tamam, salı günü o zaman. Öyle anlaşalım. Salı günü stüdyoda sen ve ben. Uzaktan da Gönül olacak şekilde bir “Transatlantik” sözü verelim. Çok teşekkür ederim. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.