Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (121): Erdoğan’ın NATO temasları, altılı masa toplantısı, Meral Akşener’in siyaset yapma tarzı, DW Türkçe ve Amerika’nın Sesi’ne erişim engeli

Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği için vetosunu kaldırdı.

Altılı masanın beşinci toplantısı pazar günü İYİ Parti’nin ev sahipliğinde yapılacak. Daha önce hep akşam yemeğinde bir araya gelen liderlerin bu defa saat 14:00’te buluşması planlanıyor.

Amerika’nın Sesi ve DW Türkçe’ye erişim engeli getirildi. Süreç nasıl işleyecek, erişim engeli nasıl ve ne zaman kaldırılacak?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.


p.p1 {margin: 0.0px 0.0px 8.0px 0.0px; font: 12.0px Times; color: #000000} p.p2 {margin: 0.0px 0.0px 8.0px 0.0px; font: 11.0px Times; color: #000000; min-height: 13.0px} span.s1 {color: #0d1013; background-color: #ffffff} span.s2 {color: #fb0007} span.s3 {text-decoration: underline ; color: #0b4cb4}
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal


Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Öncelikle geçmiş olsun. Galiba daha tam iyileşmedin.
Kemal Can: Teşekkürler. İyileştim sayılır.
Ruşen Çakır: Eyvallah. Çarşamba günü “Adını Koyalım”ı sensiz yaptık. Hattâ ben de moderatörlüğü Edgar Şar’a devrettim. 
Kemal Can: Evet, gördüm. Edgar başarılı bir moderatörlük yaptı. 
Ruşen Çakır: Kemal, konuşacak bayağı konu var. Ama esas, biz şimdi yayındayken asgarî ücret açıklanacak. Açıklandıktan sonra o konunun üzerinden geçeriz. Gündemde Sosyal Medya Yasası vardı. Ama muhâlefet ve iktidar anlaştı. Yasanın görüşülmesini Meclis tatilinden sonraya ertelediler. Herhalde Ekim ayında görüşülecek. Ama bu arada, Deutsche Welle Türkçeve Voice of America (VoA) Amerika’nın Sesi internet sitelerine, lisans başvurularını yapmadıkları için erişim engeli geldi. Sanki iktidar, RTÜK üzerinden blöf yapıyor gibiydi. Ama olay ciddîymiş ve erişim yasağı geldi. Tabii bu önemli bir olay. Bu iki kurumun doğrudan o ülkelerin yönetiminin resmî kurumları olmasının diplomatik bir boyutu da var. Ne kadar etkili olurdu bilmiyorum, ama Erdoğan Madrid’deki NATO Zirvesi’nden döndükten sonra bu karar uygulamaya konuldu. İstersen önce, bunun anlamı ve önemi üzerine konuşalım biraz. Tabii isteyen VPN ile girebiliyor. Ama sonuçta bu bir sansür uygulaması. Öyle değil mi?
Kemal Can: Evet. Zâten artık günümüzde sansürün gerçekten erişimi engelleyip engellemediği önemli değil. O erişimi engellemeye çalışmakla verilen mesaj belirleyici. O yüzden, başka yollarla girip izlenebilmesinin bir önemi yok. Çünkü olay çok açık biçimde, bu tür yaptırımların, “Getirirler, ama yapmayabilirler” diye düşünülen şeyin yapılma niyetini ortaya koyan bir durum. Senin söylediğin gibi, Deutsche Welle Türkçeve Voice of America, Batı’daki önemli devletlerin resmî kuruluşları. Dolayısıyla, iktidar bu uygulamayla, aslında doğrudan o devletlerin iletişim faaliyetlerine de bir şey söylemiş oluyor. 
Bu meselenin, biraz sonra konuşacağımız NATO meselesinde yaşananlarla bir bağı olduğunu da düşünüyorum. Açıkçası, iktidar bir süredir Batı ile ilişkilerinde, onların ne yaptıklarından çok, kendi yaptıklarına onların ne kadar karışabildiğiyle ilgili bir çerçeve çizmeye ve mümkün olduğunca orada elini genişletmeye çalışıyor. Anti-demokratik birtakım uygulamalar konusunda kendisini rahat hissettiği, içerideki baskıyı artırırken bunun dışarıda başını ağrıtan bir şey olmaktan çıkmasını sağlamaya dönük birtakım girişimlerde bulunuyor. 
NATO meselesinde, son mutâbakatta nasıl bir sonuç çıkar bilmiyorum, ama en azından ilk sonuç olarak, iktidârın içeride yapacakları konusunda elini rahat hissetmeye başladığını anlayabiliriz. Deutsche Welle Türkçeve Voice of America’ya erişim engeli getiriliyorsa, önümüzdeki günlerde buradaki daha savunmasız birtakım kuruluşlara ve tek tek insanlara… Çok kısa bir süre önce gazetecileri gözaltına aldılar. Bir kısmını tutukladılar, hapse atıyorlar. Gazetecilik yaptıkları için artık insanlar yargılanıyor. Kemal Kürküt’ün vurulma ânını çeken gazeteci arkadaşımız Abdurrahman Gök mahkûm edildi. Bütün bunlar aslında önümüzdeki günlerde neler olabileceğini, seçime doğru giderken iktidârın medya alanını nasıl kontrol edeceğini bize gösteriyor. Bu hazırlanan yasa da daha önce epey tartışıldı. Büyük ihtimalle, bu alanda sadece yayıncı kuruluşları ve gazetecileri değil, bu haberleri ve bilgileri paylaşan sıradan sosyal medya kullanıcılarını da baskı altına sokan bir uygulama hâlinde önümüze gelecek gibi görünüyor. 
Ruşen Çakır: Bu iki kurum da internet ve sosyal medya üzerinden ulaşılan siteler. Yan uydudan yayın yapan televizyon kanalları değil. İktidar, eski teknolojilerle yayın yapan bütün yazılı, görsel işitsel platformları büyük ölçüde denetliyor. Denetleyemediklerini de baskı uygulayarak engelliyor. En önemli alan sosyal medya alanı. Sosyal medya düzenlemesinin ertelenmiş olmasında, “Acaba bir geri adım mı atıldı?” diye sorduk. Ama ânîden bu olay çıkınca, iktidârın hiç de o kadar özgürlük yanlısı olmadığını anladık. Sosyal medya yasasının ertelenme konusunu uçakta Erdoğan’a sormuşlar. O sorunun soruluş şeklini gördün mü Kemal? Ben bir gazetecinin sorduğu o soruyu sosyal medya hesabımda paylaştım. Soru şöyle: “Bilgi kirliliğinin ana kaynaklarından bir tânesi de maalesef sosyal medya…” Bunu gazeteci söylüyor. “Dezenformasyon yasası hazırlığınız vardı. Komisyondan geçti, ama Meclis Genel Kurulu’na gideceği sırada Eylül ayına ertelendi. Türkiye’yi ve medyayı, hepimizi ilgilendiren bu yasa niye bu kadar gecikiyor ve erteleniyor?” Yani “Bir an önce geçirin bu yasayı” diyor gazeteci. Düşünebiliyor musun? Erdoğan da diyor ki: “Muhâlefetle bilmem ne olmuş, biz de ‘iyi’ dedik”. Erdoğan bile bu sansür yasasını meslektaşımız kadar âcil bir mesele olarak görmüyor herhalde… Önümüzdeki dönemde, en son Güneydoğu’da Kürt meslektaşlarımızın başına geldiği gibi, bunun değişik versiyonlarını her an her yerde yaşayabiliriz gibi görünüyor. Yasa olsa da olmasa da… Güneydoğu’da tutuklananlar, bir yasa oldu da ona istinâden tutuklanmadılar. Zâten var olan koşullarda iktidar her şeyi istediği gibi yapabiliyor. Tabii bu düzenleme olursa daha açık ve net bir şekilde yapacak. Her neyse… 
Kemal Can: Ruşen, bir şey söyleyeceğim: Yasalar iktidârın ne yapabileceğinin çerçevesini çizmek için çıkmıyor. Yani yapamadıklarını yapmak için yasa çıkartmıyorlar. Onun caydırıcılığını ve birileri üzerindeki sopa etkisini büyütmek için yasa çıkartıyor. Uygulamalar, kurallar, yasaklar kendisine imkân yaratmak için değil. Senin söylediğin gibi, zâten istediğini istediği gibi yapıyor. Bunu sâdece “Yasa geliyor” diye ekstra birilerini daha caydırmak, ürkütmek; özellikle daha kurumsal durmaya çalışan birtakım yayın kuruluşları varsa onları otosansüre zorlamak ya da kişisel olarak sosyal medya kullanımını riskli bir alan hâline getirmek istiyor. Yani aslında yasa çıkartırken kendisine kural koymuyor, bütün yasalarda başkalarına kural koyuyor. Bu iktidârın temel yaklaşımı bu zâten.
Ruşen Çakır: Evet. NATO konusuna geçelim. Bir zaferden bahsediyor, ama neyin neresi zafer tam tartışmalı. Zâten ilginçtir, İsveç ve Finlandiya’nın yetkilileri de o metin imzâlandıktan sonra, “İmzaladık, ama Erdoğan’ın sandığı gibi bir şey değil” demeye getirdiler. Meselâ FETÖ, PYD adı terör örgütü olarak geçmiyor, ama bir şekilde metinde geçiyor. Böyle birtakım incelikler var. Ama her halükârda şunu görüyoruz ki, Ankara’nın baskıları sonucunda, NATO ve NATO’nun Genel Sekreteri ve önde gelen ülkeleri bunu bir sorun olarak görüp, çözme yolunda bir diplomasi işlettiler. Şu hâliyle bakıldığı zaman, metni ne olursa olsun, iktidar o anlaşmayı her halükârda bir zafer olarak sunacaktı zâten. Çünkü Türkiye’nin talebiyle oturulup bir anlaşmaya varılmış olması bile başlı başına önemli bir husus. Bunun detayları nasıl olacak, kaç kişi iâde edecekler gibi bütün detaylar, önümüzdeki günlerde diğer siyâsî gündeme paralel olarak gidecek. Şu anda gündem çok hareketli olmadığı için üzerinde konuşuyoruz, ama diyelim ki muhâlefetin adayı da belli oldu, seçim târihi de belli oldu, o hengâmede bu olayı belki Türkiye kamuoyu çok da fazla önemsemeyecek. Şu hâliyle bakıldığı zaman, hakîkaten gündemde önemli bir husus.
Bir diğer husus da F-16’lar meselesi. Orada da Biden, “Tamam, Türkiye’ye vermemiz lâzım. Kongre’nin bu konuda gerekeni yapması lâzım” dedi, ama Kongre’nin bunu yapıp yapmayacağının işâreti yok. Biden pekâlâ, “Ben elimden geleni yaptım, ama Kongre iknâ olmadı. Sizin Kongre’yi iknâ etmeniz gerekir” deyip, topu tekrar Türkiye’ye atabilir. Sonuçta bakıldığı zaman şunu çok net görebiliriz: Aslında önde gelen ülkeler, Batı ülkeleri, NATO ülkeleri Erdoğan’la müzâkere ediyorlar. Erdoğan’la anlaşmaya çalışıyorlar. Her iki taraf da gelinen noktayı kendileri açısından pozitif olarak da sunabiliyor. Benim gördüğüm bu. Yani burada Biden da mutlu, İsveç de mutlu, Finlandiya da mutlu, NATO Genel Sekreteri en mutlusu, Erdoğan da mutlu… Ortaya, herkesin kazandığı bir tabloymuş gibi bir olay çıkıyor. Ama çok da emin değilim. Buradan Türkiye gerçekten istediğini aldı mı? Gerçekten Türkiye’nin istediği neydi? Türkiye’nin istediği, İsveç ve Finlandiya’nın elindeki 50 ya da 70 kişiyi iâde etmesi ve bu ambargoları kaldırması mıydı? Herhalde en kolayı ambargoları kaldırmaktı. Ama meselâ İsveç ve Finlandiya’nın, söz konusu olan kişileri yakalayıp Türkiye’ye iâde etmesi o ülkelerde nasıl olur açıkçası emin değilim. Ne dersin?
Kemal Can: Sana katılıyorum. Zâten profesyonel dış politika uzmanları ya da dış politika yorumcularının çoğu, bu ihtiyatlı bakışı ortaya koyuyorlar. Çünkü söz konusu şey, bir mutâbakat olmanın yanında, aslında bağlayıcılığı son derece tartışmalı ve sonuçları uygulamada görülebilecek bir şey. 
Ama senin açtığın soru üzerinden gidelim. Türkiye ne istiyordu, ne aldı? Bunu bir başarı olarak sunabilir mi? Şunu istiyordu: Önüne Ukrayna vesîlesiyle bir fırsat gelmişti. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılması meselesi, bir fırsat olarak önüne geldi ve bu tür fırsatları hiç kaçırmayan Erdoğan, burada olaya çok yüksek bir perdeden girdi. “Ben yaşadıkça izin vermem” diyerek çok yüksek bir baraj koydu ve temel olarak istediği şey, muhâtap alınmak, ciddîye alınmak, iknâ edilmeye çalışılan taraf olmak, bu iknâ edilme sürecinde de işine yarayabilecek ne kadar şey alabilirse onu almak. Bu pencereden baktığımızda, evet, teknik olarak uzun vâdede bunun tam olarak neyi değiştirebileceği sorulduğunda, iâdelerden –ve başka başlıklara kadar– buradan çok bir şey çıkmayabilir. Ama şu çıktı: Başlangıçtan îtibâren Türkiye, bu çıkışıyla, muhâtap alınan, iknâ edilmeye çalışılan, ayağına kadar gelinip tam ne istediği sorulan, hatta son aşamada Biden tarafından aylardır çabalanan görüşmeye de imkân bulan bir ülke oldu. Erdoğan bunu sağladı. Ayrıca, ne kadar işe yarayıp yaramayacağı, oradaki ifâdelerin ne kadar bağlayıcı olduğu bir tarafa, içeride kolayca kullanabileceği birtakım lâflara –ki zâten döner dönmez bunu kullanmaya başladı–, Batılı birilerinin imzâladığı birtakım metinlere, kendisinin “Onu ben yazdırdım” diyebileceği cümleler koydurdu. 
Bütün bunlara baktığımızda, zâten daha fazlasını umuyor muydu? Daha fazlasını istiyor muydu? Daha acayip şeyler almayı umuyor muydu? Belki. Ama zâten Biden’la görüştü, görüşme sonrasında Biden’dan F-16 konusunda senin de işâret ettiğin sözü aldı, o metne, istediği ifâdelerin hiçbir sonuç vermeyecek olsa bile yazılmasını sağladı. Başta konuştuğumuz gibi, büyük ihtimalle içeride önümüzdeki dönemde artıracağı baskıların bir kısmında, Batı’nın yüksek reaksiyonunu dizginleyeceği, belki önümüzdeki günlerde Suriye ve benzeri operasyon ihtimallerinde bazı dirençleri ortadan kaldıracağı birtakım sözler aldı ve bunları senin de söylediğin gibi, bir başarı olarak sundu. Yani “Ben masaya vurdum. Ben öyle her şeyi kabul eden uysal koyun değilim dedim. Hemen benim dediklerimi dikkate aldılar. Bunun gereğini yapmaya çalıştılar. Biden bile beni aradı, gittim görüştüm” diyerek gösterdi.
Aslında bu resim, alabileceği şeyler açısından yeterince bir sonuç içeriyor. Bundan ne çıkar? Bu iç politikada çok şey değiştirir mi? Dış politikada birdenbire tüm dengeleri bambaşka bir hâle mi getirir? Getirmez. Ama zâten hemen her konuda, özellikle dış politika adımlarının çoğunda, bu iktidar böyle davranıyor. Suudi Arabistan meselesini daha geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2022/06/24/kemal-can-ve-rusen-cakir-ile-haftaya-bakis-120-mahmut-ustaosmanoglunun-cenazesi-muhammed-bin-selmanin-ziyareti-sosyal-medya-yasasi/ konuştuk. Erdoğan çok yüksek perdeden, “Ben katillerle konuşur muyum? Biz enayi miyiz?” lâflarından sonra, özel karşılamaya, özel uğurlamaya giden bir süreç yaşandı. Bunun olabilmesi, daha önce de defâlarca konuştuğumuz gibi, iç politikada bunu fayda olarak kullandığında işe yarayan, ama manevra yapıp tam tersi işler yaptığında da hiçbir politik mâliyeti olmayan meseleler. Erdoğan’ın bu tür hamleler yaparken, “Kamuoyu ne düşünür? Ben daha önce böyle demiştim, şimdi böyle yaparsam büyük reaksiyon alırım” diye hesap etmediğini, çok rahat davrandığını defâlarca gördük. Çünkü bu, tuhaf biçimde böyle çalışıyor. Gerilim çıkartıp bunda haklı olduğunu ve bunu iç politikada bir malzeme olarak kullanabildiğini görüyoruz. Sonra dönüp, “Biz buluştuk, anlaştık. Şimdi oradan bize birtakım faydalar gelecek” dediğinde de, yine bunu aynı ölçüde bir kazanç gibi sunabildiğini ve bundan bir siyâsî bedel çıkmadığını da görüyoruz. 
Burada iki tâne temel mesele var: Birincisi, dış politikanın kamuoyunda algılanışı, siyâsîler tarafından kullanım biçimi ve bu çelişkilerin, sâdece çelişkiyi işâret etmekle yetinen ve bunu çok da büyütmeyen bir kamuoyu algısı sâyesinde olması. İkincisi, bu manevraları yapabileceği bir manevra alanı olması. Yani aslında muhâtaplarının hepsi de bu tür manevralara teşne ya da aslında bunlardan fayda bekliyorlar. Meselâ Erdoğan, Kaşıkçı olayında çok acayip bir manevra yaptı. Ama bütün dünya da aynı manevrayı yapmadı mı? Yani Amerika, Kaşıkçı meselesinde Suudi Arabistan’la birdenbire tüm köprüleri attığı bambaşka bir hatta girdi de, sâdece Türkiye mi ayrı bir hatta gidiyor? Selman’la meselesini herkes bozdu, katil olduğu için herkes ona tavır koydu da, bir tek Erdoğan mı koymadı? Hayır. Bu, genel olarak böyle işliyor. Ne yazık ki bu biraz dönem rûhu. Tamam, Erdoğan’ın Türkiye’de iç politikada da, dış politikada da bu tuhaf manevralarını görebiliyoruz; ama bu manevralarının yaşanabildiği, normalleştiği ve karşı tarafların ve bunun karşısında yer alan herkesin de, bu tür pazarlıklara kolayca girebildiği bir düzlem de var. Bu kaçınılmaz olarak önümüzde, bunu görüyoruz. Dolayısıyla bu, sâdece, “Erdoğan bir şey yapıyor, sonra da geri adım atıyor” meselesinden ibâret değil. Bunun karşılıklı bir tarafı var. Ben dış politika meselelerini biraz böyle konuşmak gerektiğine inanıyorum.
Ruşen Çakır: Kemal, istersen Erdoğan’ın manevralarından sonra Türkiye’nin en az manevra yapan kesimine, muhâlefete geçelim. Bu ayın toplantısı Temmuz’a sarktı. Pazar günü öğleden sonra 14.00’de toplanacakları söyleniyordu. En son öyle bıraktık. 14.00’de toplanacak olmalarının bir kerameti vardır diyelim. Önce bir ara, “Herhalde artık adayı açıklayacaklar” diye bir beklenti vardı. Neye istinâden söylendiğini bilmiyorum, ama öyle bir şey olmayacağının işâretleri çıktı. Meselâ Temel Karamollaoğlu, “Şu âna kadar hiç aday konuşmadık” dedi. Hattâ, “Meral Akşener, Kılıçdaroğlu’nun adını açıklayacak” diyenler oldu. Ama hiç öyle bir hava gözükmüyor. Yine birtakım komisyonların çalışmalarının üzerinden geçilecek. Ama sonuçta baktığımızda seçime bir yıldan az bir süre kaldı. Herhalde seçime yönelik birtakım çıkışları net bir şekilde söylerler. 
Benim dikkatimi çeken, Altılı Masa’nın ötesinde, Millet İttifakı’na angaje olma konusunda Karamollaoğlu’nun çok açık mesajlar vermesi. “Bakalım, ne olur” diyor. Çünkü biliyorsun, onlar ilk başta ittifakın içindeydi. Ama yerel seçimde değildi. Şimdiki durumları belirsiz. Ama Karamollaoğlu Altılı Masa’nın bir bileşeninden ziyâde, Millet İttifakı’nın bir bileşeniymiş gibi konuşuyor. Bu bence ilginç. Ama hâlâ Gelecek ve DEVA partilerinin konumu belli değil.
Bu arada, son günlerde kiminle konuşsam bu konuyu da özel olarak soruyorum ve muhtemelen bu Pazar günkü yazımı da bunun üzerine yazacağım: Gelecek ve DEVA partilerinin oy oranları, birbirinden farklı yerlerde, bir yerde takıldı kaldı. Çok geziyorlar, çok ediyorlar, çok çalışıyorlar, ama olmuyor. Bir şekilde olmuyor. Kamuoyu araştırmalarına baktığımız zaman şöyle bir şey görüyorum: CHP + İYİ Parti, AKP +MHP’yi net bir şekilde geçiyor. Ama tabii %50+1 oya yetmiyor. Gördüğüm araştırmaların çoğunda HDP’nin oyu %11-12 arasında bir yerde duruyor. İYİ Parti’nin %15 ve üstü olduğu yolunda birbirinden farklı anketler sonuçlar gösteriyor. Neyse… Bir de tabii meşhur, “Hangi aday ne yapar? İlk turda mı geçer, ikinci turda mı geçer?” meselesi var. Aslında bütün meseleler aynen duruyor, öyle değil mi? Komisyonların neyi nasıl yaptıkları, seçim güvenliği çalışması gibi konuların hepsi bir şekilde yürüyor olsa gerek, ama muhâlefet aylardır hâlâ aynı noktada. Aday kim olacak? Hangi partinin gücü ne? 
CHP ve İYİ Parti’nin istikrarlı bir şekilde güçlü oldukları, ama diğer partilerin, oy olarak çok da fazla bir şey katamayacağı gibi bir durum var. Ama bir taraftan da, masada herkesin eşit olduğu gibi doğru bir tavır da var. Böyle zor bir durumla karşı karşıyalar. Bunu aşabilecekler mi? Bu Pazar günkü Altılı Masa toplantısında böyle bir şey bekliyor musun? Açıkçası ben beklemiyorum. Üzerinde, “Ya Kemal, hızlı bir özel yayın yapalım. Bak, masadan şöyle bir şey çıktı” diyebileceğimiz bir şey çıkar mı?
Kemal Can: Bilmiyorum. Her toplantıdan sonra bir metin çıkartıyorlar, bâzılarında spesifik bir konu da olabiliyor. Bu Pazar için öyle bir beklenti var mı bilmiyorum. Bu, muhâlefet partilerinin ya da Altılı Masa’nın suçu da değil belki. Kamuoyu kaçınılmaz olarak öyle bir yere kilitlendi ki, tabii iktidar da biraz bunu kışkırttı ve köpürttü, ama muhâlefetin adayı meselesi öyle bir kilitlenme yarattı ki, o masadan aday çıkmadığı sürece, ne çıkarsa çıksın büyük bir heyecan yaratması zor. Çünkü “Aday çok önemli değil” diyenler için bile, şu anda aday meselesi en belirleyici hâdise. Türkiye’de yaşayan ve bu seçimde ne olacağı konusunda merak duyan herkesin öncelikli meselesi, kaçınılmaz olarak “aday” oldu. Dolayısıyla bunu o masadan çok etkili metinler çıkartarak kırmak çok kolay olmayacak.
İki yöntem söz konusu olabilir: Bir, bunu çok umursamayabilirler, iç işlerine bakabilirler. İkincisi de, bu konudaki tartışmayı biraz daha içeriklendirebilirler. Ama ikincisini çok yapmak istemiyorlar. Çünkü orada birtakım sıkıntılar var. Senin söylediğin gibi, Türkiye’nin aslında siyâseten sıkıştığı, yeni sistemin zorlayarak sıkıştırdığı çoğunlukçu düzen, oraya da sirâyet ediyor. Erdoğan yıllardır şunu yapıyor: “Tabelaya bak kardeşim. Sayısı çok olan her şeyi belirler”. Dolayısıyla sayısı yetmeyenler de, seyretmek ve hattâ ona uymakla yükümlü. Bunun bir benzerini muhâlefetin yaratması çok riskli bir şey. Yani sayısal olarak etkili olan belirleyici aktörlerin her şeye karar verdiği, diğerlerinin onlara tâbi olduğu ya da mecbur olduğu bir düzeni zorlamak riskli bir şey. Çoğulculuk açısından, çok küçük oyları olan partilerin bile dikkate alınması önemli bir şey. “Bunların sayısal bir karşılığı yok. Sayısal karşılığı olan İYİ Parti ve CHP burayı asıl domine eden iki parti, zâten ikisinin toplamı da neredeyse iktidarı geçiyor. Dolayısıyla onların dediğini yapmak lâzım. Diğerleri de buna uysunlar” diyen, hattâ neredeyse HDP’yi bile buraya iten bir tutum var.
Bu, bir mantıkla, sayısal tabloya bakıldığında haklı bulunabilir. Haklı bulanlar çıkabilir. Ya da, bu iki partinin bâzı mensupları bundan bir haklılık üretiyor olabilirler. Ama bu, genel olarak siyâsetle ilişkiyi başka türlü değerlendirmeyi gerekli kılar. Bence bu krizi aşmaları, daha sonra yapacakları açısından çok önemli. Evet, sayısal tabloda çok küçük oyları olan ve kendi iddialarının karşılığını yaratamamış kesimlerin, hâlâ kültürel olarak çoğunlukta olan endîşeli muhafazakârları temsil ettikleri iddiasıyla, kimi zaman da fazla talepkâr bulunarak bâzı şeyleri ısrarla dayatıyor olmaları rahatsızlık veriyor olabilir. Ama bunun karşısında da ifrat tefrite kaçmamak gerekiyor. Bunun karşısında da “Sayınız kaç? Kesin sesinizi” yaklaşımı çok doğru bir yaklaşım değil. Masa bu ikisinin dengesini kurmak zorunda. Çünkü çoğulculuk esaslı bir sistem kurma iddiası var. Bunun dengesini kurmaya çok fazla enerji harcayamıyorlar. Çünkü bir yandan da her parti kendi alan çalışmasına yoğunlaşmış durumda. Bunu daha önce de defâlarca konuştuk. Muhâlefetin biraz ağırdan almasının bugün sıkıştırdığı bir program var. Bu, bir zorluk olarak hâlâ duruyor. Bu artık aylık toplantılarla aşılabilir bir şey değil. Bunun periyodunu da, içeriğini de derinleştirmeleri gerekecek diye düşünüyorum. 
Ruşen Çakır: Hâlâ asgari ücret açıklanmış değil. Erdoğan Dolmabahçe’deymiş, orada görüşüyorlar. Herhalde son rötuşu veriyorlar. Onun üzerine şu hâliyle çok fazla konuşmayalım. Çünkü ne olacağı belli değil. Ama 5000 liranın üzerine çıkacağı beklentisi var. Ne kadar çıkacağına göre değerlendirilecek. Ama tabii ki her zaman olduğu gibi sendikaların talep ettikleri rakam olmayacaktır. Arada bir yerde buluşacaklardır.
Bitirmeden şunu sormak istiyorum. Önceden konuşmadık, ama senin de bildiğin bir konu. Benim geçen hafta yazdığım Meral Akşener yazısını https://medyascope.tv/2022/06/26/rusen-cakir-yazdi-meral-aksener-abla-olarak-kalabilecek-mi/ görmüşsündür. Akşener’i Sakarya’dan sonra Tekirdağ’da da izledim. Bu Pazar günkü toplantının ev sâhibesi de o olacak. Akşener’de çok ilginç bir şey var; aslında bildiğimiz bir şey de, insan düşününce daha netleştiriyor: Hem siyâset yapıyor, hem de sert siyâsî konulara girmiyor. Siyâseti çok daha korunaklı bir alandan yapıyor. Yoksulluk, hayat pahalılığı, liyâkatsizlik, kayırmacılık, KPSS sınavında yapılan mülâkat… Kürt sorunu zâten yok. Ama meselâ Erdoğan’ı muhâtap aldığı zaman da çok sert ve yıkıcı bir muhâtap alma yok. Olabildiğince yumuşak bir sertlikte yapıyor diyeyim. Bu çok ilgimi çekti. İnsanlara mikrofon uzatıp konuşturanları görmüşsündür. İnsanlar konuşuyor ve bunların mizansen olduğunu sanmıyorum. Akşener de sokağa çıkarak insanlara doğrudan hitap ediyor ve bir anlamda onlara doğrudan mikrofon uzatıyor. Sâhiden mikrofon uzatıldığını görünce, konuşmak isteyen birileri çıkıp bir şeyler anlatıyor ve anlattıkları da genellikle, “Çocuğuma yurt bulamıyorum” gibi somut şikâyetler. Sanki bu başarılı da oluyor. Nasıl başarılı olduğunu ölçmek mümkün değil tabii. Burada konuşanlar, hemen seçmen tercihi olarak ona yönelmiyorlar elbette. Ama şunu gözlemledim: Özellikle gittiği dükkânlarda, dükkân sahiplerinin ya da çalışanlarının büyük bir kısmının İYİ Partili olmadığını, Akşener’e çok saygılı, ama hep bir mesâfeyle yaklaştıklarını gördüm. Bir mesâfe var, ama hiçbir zaman da, “Burada ne arıyorsun?” gibi bir tavra girmiyorlar. Ama “Kurtar bizi Meral Abla!” da demiyorlar. 
Şöyle bir izlenim edindim: Gidilen dükkânların çoğu, anladığım kadarıyla AKP’liydi. En azından benim gördüklerim öyleydi. Hattâ bir tânesi il başkanının dükkânıymış. Kendisi yokmuş, ama çalışanlar vardı. Özellikle AKP tabanındaki insanlar, sanki, “Oy vermem, ama bu ülkeyi yönetirse çok da rahatsız olmam” gibi bir şeyi yakalamış gibi geldi bana. Biraz fazla anlam yüklüyor olabilirim, ama o çok canlı canlı olduğu ve üç ilçeye gidip, üç ilçede on dükkân gezdiği için, buradan bir şeyler çıkartmak mümkün. Ne dersin?
Kemal Can: Aslında Akşener’in bu özelliği yeni değil. Akşener ilk ortaya çıktığı anda da aslında çok benzerdi. Hatırla, daha partisini bile kurmadan önce birtakım anketlerde popülaritesi çok yüksek çıkıyordu. Bu, bireysel popülarite anlamında senin söylediğin gibi işe yarayan bir şey. Bâzı liderlerin, kendi destekçilerini büyütmekten çok, etrafında bir alerji ve reaksiyon birikmesini engelleyerek, daha geniş bir popülariteyi ya da en azından herkese konuşabilen bir pozisyon edinmesi mümkün olabiliyor. Ama bu, siyâsî partiler için aynı ölçüde başarılı ve doğru bir seçim stratejisi olmayabilir. Çünkü bir liderin, çok değişik kesimlerle temas edebiliyor olması, senin söylediğin gibi çok keskin politik tercihler ortaya koymadan, genel sorunları ve genel kabuller sınırında dile getirip, “Nasıl çözeceğiz, hangi temel tercihi değiştirerek çözeceğiz?” kısımlarına girmeden, “Tamam, çözeceğiz” diyebiliyor olması, dikenli mevzûların biraz dışından dolanarak, onları biraz daha kültürel bir alanda tutması, çok sert gibi davranıp, ama çok radikal şeyler söylemeden yürümesi, liderin popülaritesini ve genel desteğini taşımaya yetiyor.
Ama iş, bu liderliğin taşıdığı siyâsî misyonun ne yapacağına ilişkin bir cevâba geldiğinde, daha somut sorular ortaya çıkıyor. Bu sorular boşlukta kaldığında iki temel zaaf meydana geliyor: Birincisi, o seçmen, ancak geçici bir imkânın arkasındaki amorf bir kalabalık olarak kalıyor. Bir seçmen tabanı halinde katılaşmıyor ya da gelişmiyor. İkincisi, tabanın bu özelliği olmadığı için, teşkilât yapısı, yani partileşme de, temel ideolojik tercihler, kadro tercihleri, politik seçimler netleşmediği için, bu konular bilinçli olarak muğlak bırakıldığı için bir olgunlaşma zaafına neden oluyor. Bu ikisi, zaman zaman birbiriyle çelişen şeyler. 
İYİ Parti, başlangıçtan îtibâren bu nispeten gevşek pozisyonu sâyesinde daha geniş bir çevrede destek tutabildi. Ama aynı zamanda bu, partileşmesini de yavaşlattı. Bu ikisini bir denge içerisinde yürüten tek aktör Meral Akşener. Partinin bütün sermâyesi de açıkçası Akşener’in yürüttüğü bu yönteme yüklenmiş durumda. Onun dışında birtakım şeyler oluşturmaya çalışıyorlar. Ekonomi grubu çalışıyor, bir çerçeve program çıkartmaya çalışıyorlar. Onlar nasıl sonuç verecek bilmiyorum, ama henüz İYİ Parti politik olarak kendisini bir siyâsî iddia olarak taşımaktan çok, Akşener’in desteğinde yürüyen, Akşener’i desteklemek üzere yürüyen bir heyet hâlinde devam ediyor. Onun içerisinde zaman zaman sıkıntılar da doğuyor. Ama daha sonraki dönemde, eğer seçim geçilirse, baş ağrıtacak meselelerden biri. İYİ Parti’nin kendi içinde de mesele olacak diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Ben de zâten, “Meral Akşener ‘abla’ olarak kalabilecek mi?” derken, şu anda muhâlefet içerisinde bulunduğu sınır dâhilinde kalamayacak; iktidâra gelmesi veya iktidârı paylaşması hâlinde, bütün siyâsî sorunlar önüne gelecek ve o konuda bir şeyler yapmak zorunda kalacak demiştim. Şu hâliyle sâdece kendini belli konularla sınırlı tutup, insanlarla sıcak ilişkiye girerek iktidâra gelmek mümkün. Ama sonra, Kürt sorunu konusunda da, başka konularda da tavır alması ve adım atması gerekecek. Bürokrasinin yeniden yapılanması gerekecek. O zaman işler…
Kemal Can: Meselâ benzer bir örnek Mansur Yavaş hikâyesinde var. Mansur Yavaş’ın oyu en yüksek çıkıyor ya? Aslında politikasızlıktan çıkıyor o. Sivri meselelerde bir şey demediği için alerji üretmiyor. Ama aslında tam da aday olmak denen şey, bütün o dikenli mevzûlarda bir şey demek ve bir şey yapmak zorunda olacak bir pozisyon. Dolayısıyla bu böyle tuhaf bir mesele. Çok benzer şeyler diye söylemedim. Sâdece bunlar benzer mekanizmalar olduğu için söyledim. Yoksa aynı değiller.
Ruşen Çakır: Yayını kapatıyoruz, asgarî ücret henüz açıklanmadı. Olabildiğince çalışanların lehine bir rakam açıklanması dileğiyle…
Kemal Can: Çünkü asgarî ücret, artık asgarî ücret değil. Ortalama ücret…
Ruşen Çakır: Evet, öyle oldu.
Kemal Can: O yüzden herkesin, bütün çalışanların gelir seviyesini belirleyecek bir düzey bu. Onun için çok daha önemli.
Ruşen Çakır: Evet. Kemal, sana tekrar çok geçmiş olsun. 
Kemal Can: Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: İzleyicilerimize de teşekkür edelim. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İyi günler, haftaya tekrar buluşmak üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.