Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in 98. bölümünde geçmişten bugüne Recep Tayyip Erdoğan’ı anlattı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 98. bölümünde Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatmak istiyorum. Daha doğrusu tanıdığım hâliyle Erdoğan’ı anlatmak istiyorum. Kendisini bayağı bir tanıdığımı düşünüyorum. Her ne kadar kendisini en son görmem, Cumhurbaşkanı seçildiğinde Meclis’teki yemin töreni sırasında olsa da –orada en son kendisiyle konuşup tebrik etmiştim– o zamandan beri kendisiyle herhangi bir şekilde aynı ortamda bulunup konuşma imkânı olmadı. Olabilirdi belki; ama olmamasını tercih ettim diyebiliriz. Ama onun öncesinde, daha o Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu andan îtibâren kendisini tanıyan bir gazeteciyim.
O târihlerde Refah Partisi çok önemsenmezdi medyada. Hep birtakım araştırmalara istinâden, “Türkiye’de şerîat isteyenlerin oranı %5-7. En fazla bu kadar oy alabilirler” diye küçümsenen bir partiydi. Halbuki Refah Partisi, özellikle İstanbul teşkilâtının –ki başında Erdoğan vardı– getirdiği yeni yaklaşımla –“yenilikçi akım” diyoruz buna–, yeni kitlelere, geniş kitlelere açılma yolundaydı. Bunun teorisyeni Erdoğan değildi. Özellikle, artık aramızda olmayan merhum Bahri Zengin’in geliştirdiği bir teoriydi. Başkaları da vardı; ama Erdoğan bunu İstanbul örgütünde pratiğe geçiren kişiydi. Yenilikçilik, sanıldığı gibi İslâmcılık’tan çıkmak değildi. Tam tersine daha sert İslâmcılık var; ama kendini sâdece o klasik câmi cemaatiyle sınırlamayan bir İslâmcılık ve bu anlamda Refah Partisi’nin İstanbul örgütü, kendinden olmayan kesimlere de, meselâ meyhânelere, meselâ diskoteklere, hattâ genelevlere kadar giderek, orada insanlardan oy istemiştir. Erdoğan bizzat kendisi de bunu yapmıştır. İl başkanı olarak ya da aday olduğu değişik seçimlerde bizzat bunu yapmıştır. Şöyle söyleyelim: Klasik Millî Görüş militanı ya da bağlısı görünümü olmayan kişilere propaganda yapmıştır. Örneğin Erdoğan’ın, Beyoğlu’nda belediye başkanı adayı olduğu sırada –ben de o târihte Cihangir’de oturuyordum–, bir genç kadın ve bir genç erkek kapımızı çalıp onun propagandasını yapmaya gelmişlerdi. Ama baktığınız zaman, pekâlâ CHP’nin ya da ANAP’ın ya da bir başka partinin çalışanı da olabilecek kişilerdi — üslûpları, kılık kıyafetleri vs. ile. Fakat burada dediğim gibi, bir İslâmcılık’tan çıkma yok; tam tersine, İslâmcılığı iktidâra taşıyabilmek için yeni yöntemler deneme perspektifi var. Bu akıma “yenilikçi” adını ben koydum ve bu yüzden de bana bayağı bir kızmışlardı. Erdoğan da kızmıştı; çünkü “yenilikçi” ve “gelenekçi” ayrımı yaptığınız zaman, sanki Refah’ta ikilik varmış gibi, “Bizi bölmek istiyorlar bunlar” gibi yaklaşımlarla îtiraz ettiler. Fakat sonra kendileri de bunu benimsedi. Hattâ AKP ilk kurulduğunda, parti adı tartışılırken birileri ciddî ciddî, “Yenilikçi Parti” adını da önermiş, o denli benimsendi.
Erdoğan’la benim tanışmam, gazeteciliğe başladıktan hemen sonra olmadı. Çünkü benim gazeteciliğe ilk başladığım 1985’te, cemaatler, radikal gruplar, İslâmî gruplar daha fazla ilgimi çekiyordu. Refah Partisi’ni bir şekilde, “Nasıl olsa o yasal bir parti, yeri yurdu belli. Onlar hakkında bilgi edinmek daha kolay” diye bunu geri plana itip, medyadan tâkip etmeyi tercih etmiştim. Onun yerine, birtakım cemaatleri –Nurculuk, Nakşibendîlik gibi–, bunları tâkip ettim ya da İran yanlısı gençlik gruplarını filan. Ama bir yerden sonra, özellikle Erdoğan’ın liderliğinde İstanbul’da katettiği mesafeler üzerine, tabii ki bir şekilde Refah Partisi’ni de ele almak durumunda kaldım. Beyoğlu’nda bir binâları vardı. “Ömer Hayyam” dediğimiz yerde, Tarlabaşı’nın altında. Oraya bir iki kere gittiğimi hatırlıyorum; ama Erdoğan’la konuşmadım. İstanbul yönetiminden bâzı isimlerle bayağı bir sohbet etmiş ve bayağı da şaşırmıştım. Erdoğan’la tanışmamız 90’lı yılların başlarında, özellikle 1991 seçimiyle berâber oldu — ki o seçime Refah Partisi, daha sonra MHP adını alacak olan Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’yle berâber girmişti. Erdoğan ve İstanbul’dakiler bundan sanki biraz rahatsız olmuştu. Çünkü onların perspektifinde Kürt meselesi de bayağı bir yer alıyordu. Daha sonra, 1994 yerel seçiminden önce İstanbul’da yeni belediyeler oluşturuldu. Buralarda belediye başkanlığı seçimleri yapıldı ve Refah Partisi büyük bir başarı gösterdi: Güngören, Bağcılar, Bahçelievler, Esenler, Kâğıthane gibi yeni ilçeleri kazandılar. Çok şaşırdı birçok insan. Ben çok şaşırmadım ve Milliyet gazetesi için gidip, bu ilçelerin belediye başkanlarıyla da röportajlar yaptım. O sırada, Milliyet’e bu röportajları hazırlarken, Erdoğan, İl Başkanı olarak Milliyet’e ziyârete gelmişti ve sitem ediyordu: “Bizim hakkımızda hiç haber yapmıyorsunuz” diyordu. Onun üzerine –Genel Yayın Yönetmeni Umur Talu’ydu yanlış hatırlamıyorsam–, o beni göstererek, “Sizinle ilgili yazı dizisi sipâriş ettik zâten” filan dedi. Orada da bir ayaküstü konuşmamız olmuştu. Ama bir sonraki 1994 yerel seçimlerinde, Erdoğan çok daha fazla öne çıktı — daha aday olmadan önce. Refah Partisi’ne yeni yeni katılımlar oldu. Meselâ “başı açık” diye lanse edilen, sarışın bir diş hekimi ya da eski manken Gülay Pınarbaşı. Ben bunların hepsini izleyip haberleştirdim. Kendisiyle de sohbet edip, başka transfer isimleri de öğrendim ve orada, onun istemediği bir şekilde bir şeyler yazdığım için bana kızmış olduğunu hatırlıyorum. Şimdi detayları hatırlamıyorum. Ama esas önemli olay, 1994’te belediye başkan adayı oldu. Nasıl olsa kazanamaz diye düşünüyordu o zamanki ana akım medya. Ben de Milliyet’te çalışıyordum. Bütün diğer merkezdeki adaylarla röportajlar yapıldı, tam sayfa yayınlandı. Erdoğan’la yapılmak istenmedi. Ama sonra “Yapalım” dendi. Beni görevlendirdiler. Hiç unutmuyorum; Kadıköy’de iskelede, bir muhallebicinin üst katında buluştuk. Çünkü kendisi, Kocaeli’ndeki partili adayın kampanyasına destek vermeye oraya gidecekti. Sabah saatinde orada buluştuk. Bayağı uzun uzun konuştuk ve ben de röportajı teslim ettim. Sonra pul gibi ufak yayınladılar, rezil oldum ve sonra belediye başkanı seçildi. Onun da tabii ki sorumlusu, bir şekilde ister istemez siz oluyorsunuz. Böyle bir gücüm yoktu. Yani ağlamaklı bir durum oldu. Saklayarak, sanki kazanmasını engelleyeceklerini düşündüler; tam tersi oldu.
Daha sonra, 1994 seçimlerinin ardından 28 Mart günü, ben gitmek istemedim nedense, ama Topkapı’daki Refah Partisi Genel Merkezi’ne gazeteden bir arkadaşımın ısrârı üzerine gittim. Orada gazetecilere haber vermişler, basın açıklaması yapacaktı Erdoğan; ama içeri bırakmıyorlardı. Fakat Erdoğan’ın danışmanlarından benim yakından tanıdığım birisi, beni görünce aldı ve Erdoğan’la buluşturdu. Kendisini tebrik ettim. O buluşturan insan da Erdoğan’la aramızdaki limonî durumu bildiği için, “Sayın Başkanım, Ruşen Bey sizi tebrik etmek istiyor. Artık barışın” vs. gibi bir şey söyledi. O da dedi ki: “Tamam, affettim”. Ben de: “Kimi affediyorsunuz?” dedim ve çıktım — onu da hiç unutmam. Daha yeni belediye başkanı seçilmişti. Çıkıp gittim, “Affedilecek bir şey yapmadım ki” gibi bir lâf ederek gittim. Ondan sonra bir daha da İstanbul Belediye Başkanı’yken makamına filan hiç gitmişliğim yoktur. Ama daha sonra değişik faaliyetlerde, özellikle Refah Partisi faaliyetlerinde tabii çok karşılaştık. Ama en büyük olay tabii ki Erdoğan’ın arkadaşlarıyla birlikte AKP’yi kurması oldu. O andan îtibâren çok daha fazla öne çıktı. Bir başka olay tabii ki Çin gezisiydi. Erdoğan yasaklıydı. Yasaklı olmasına rağmen, seçimden sonra bâzı bakanlarla Çin’e gitti ve gazete beni de görevlendirdi. Daha öncw anlattığım için uzun uzun anlatmayacağım. Yani Erdoğan’ın uçağı değildi; THY’nın uçağıyla, çok sayıda iş insanı, gazeteci, bürokrat gitmiştik. Kazâ tehlikesi atlattığımız olaydır o. Dönüşte uçakta kendisiyle sohbet etme imkânı bulmayı umuyorduk; ama dönüş yolundaki o kazâ tehlikesi nedeniyle iptal oldu.
Yine bir başkası: Avrupa Birliği’nin Kopenhag Zirvesi. Erdoğan yine yasaklı. Başbakan Abdullah Gül ve Erdoğan, Washington’a gidip Beyaz Saray’da Bush’la görüşerek Bush’un desteğini almıştı — ki o desteği alması, o dönem Fransa Cumhurbaşkanı olan Chirac’ı çok kızdırmıştı; “Bize baskı mı yapıyorsunuz?” diye. Erdoğan Washington’dan Kopenhag’a geldi. Biz de çok sayıda gazeteci Türkiye’den Kopenhag’a gittik. Abdullah Gül ve kurmayları ayrıca geldi. Ahmet Davutoğlu’nun Başdanışman olarak katıldığı ilk büyük olay oydu, orada karşılaşmıştık. Dönüş yolunda hep birlikte bütün gazeteciler, siyâsetçiler aynı uçakta döndük. Erdoğan da oradaydı. Hattâ orada bir fotoğrafımız vardır: Benim yanımda Ahmet Sever, onun yanında Ömer Çelik. Ayaküstü bir el sıkışma fotoğrafı; ama Erdoğan, ben talep etmeme rağmen benimle uçakta, o dönüş yolunda konuşmamıştı. Başka gazetecilerle konuşmuştu; ama ben o sırada diğerlerinin yanında herhâlde biraz daha genç ve az önemli ya da önemsiz kalıyordum, her neyse. Ardından NTV’de çalışmaya başladım. Daha doğrusu Vatan gazetesinde yazıyordum, NTV’de de yorum yapıyordum. NTV’deki bütün seçim öncesi yayınlara –ki Erdoğan en son yayını NTV’ye verirdi– hepsinde belli bir târihe kadar –NTV’den ayrılmak zorunda kalana kadar diyelim–, hepsinde, Erdoğan’la seçim yayınlarında –ki referandum öncesi yapılan yayınlar da buna dâhil– orada soru soranlardan oldum. Bizzat yaşadığım için çok iyi biliyorum: Erdoğan, her türlü soruyu kabullenebilen bir siyâsetçiydi. Artık böyle bir şey olmuyor. Hattâ bâzen televizyonlarda görüyorum, insanlar soru sormaya korkuyorlar; soramadıkları için Erdoğan onlara soru tüyosu veriyor — öyle diyelim. Ama bizim NTV yayınlarının hemen hemen hepsinde –ki bunların bâzılarını “Gomaşinen”lerde anlattım, meselâ “gemicik” olayı, “ama öldü efendim!” olayı gibi– bunların hepsinde, benim de dâhil olduğum arkadaşlar, halkın, seçmenin çok merak ettiği bütün soruları sorduk ve o da tüm bu sorulara, kimi zaman insanları şaşkınlığa uğratan cevaplar verdi. Ama bayağı da iyi oldu ve hiçbirisinden sonra da böyle bir tatsızlık vs. yaşanmadı. Normalde benim bildiğim Erdoğan hep böyleydi. Ama özellikle “tek adam” aşamasından sonra, özel olarak tercih etmediğini düşünüyorum, gerçek, sâhici soruları. Çünkü arasına çok ciddî mesâfe koymayı tercih ediyor artık. O târihlerde iyi kötü bir eşit ilişki kurabiliyordu. Tabii ki kendisi Başbakan’dı vs. ama biz de gazeteciydik ve meşrû bir soru sorma hakkımız vardı. Zâten oraya, yayına geldiğine göre bunu kabul etmiş oluyordu — ki bu yayınlar genellikle stüdyo dışı yerlerde oluyordu. En son Ağrı’da, o meşhur “ama öldü efendim”in olduğu olay, oraya kurulan bir çadırda yapılmıştı. Yani değişik değişik mekânlarda yapılan seçim öncesi röportajlarda, bayağı çatır çatır sorularımızı sorabiliyorduk. Erdoğan’ın danışmanlarıyla, kimi zaman âile fertleriyle, onlarla da yayın öncesi ve sonrası –bâzen reklam araları da veriliyordu, sonradan o araları iptal ettirdi Erdoğan– o aralarda sohbet etme imkânı da oluyordu.
Onun dışında kendisini en çok gördüğüm yer; Meclis grup toplantılarıydı. Ben bir ara, neredeyse her Salı Ankara’ya gider, grup toplantılarını izler ve genellikle de gece dönerdim ve orada bütün partileri, yani CHP, HDP, MHP ve AKP, hepsini izlerdim bir aksilik olmadığı müddetçe. Hepsinin liderleriyle de en azından selâmlaşır, el sıkışır, hattâ bâzen ayaküstü sohbet de ederdik. Erdoğan’la da o târihlerde, Başbakan iken, grup toplantıları girişinden ziyâde çıkışında sohbet etme imkânı, ayaküstü de olsa soru sorma imkânı pekâlâ olabiliyordu. Artık oluyor mu çok emin değilim. Kendisi bir şey söylemek istediği zaman, danışmanları gazetecilere, “Sayın Cumhurbaşkanı soru alacak, şu konuyu sormanızı istiyor” filan diye haber veriyorlar anladığım kadarıyla. Ama başbakanlığı döneminde, biz gazeteciler orada Erdoğan’a soru sorardık. İstediğine cevap verir, istediğine vermezdi. En azından selâmlaşma vs. imkânları vardı. Artık onların eskisi kadar kolay olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir de güvenlik önlemlerinin sayısı katlanarak artmış durumda. Onu da söyleyeyim.
Bir de Erdoğan’ı en çok gördüğüm yer mitingler tabii ki. Çok miting izledim. Refah Partisi’nin, ama özellikle AKP’nin çok mitingini izledim. Daha sonra, Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra gittiği birtakım mitingleri de izledim. Özellikle kampanyalar sırasındaki mitingleri izledim. Meselâ 2007 seçimi öncesi, hani erken seçim kararı alınmıştı, orada 30’dan fazla AKP mitingi izlediğimi hatırlıyorum. Hiçbirisinde konuşma imkânı filan olmadı. Çünkü mitingler grup toplantıları gibi değil; ama bâzılarında böyle birbirimizi gördüğümüz, daha doğrusu ben onu görüyordum da, onun da beni gördüğü olurdu. İlginç bir olayı çok iyi hatırlıyorum. “Gomaşinen”lerde galiba anlatmadım bunu. Hangi seçimdi şimdi emin değilim; ama 2007 olabilir. Sakarya’da Erdoğan’ın bir mitingini izliyorum ve de şansıma ön sıralarda bir yer bulmuşum. O sırada Erdoğan, mitinglerde halkı azarlıyor. Böyle bir şeyler söylüyor: “Niye bunu yapmıyorsunuz? Niye şunu yapmıyorsunuz?” filan diye azarlıyor. Bizim Vatan gazetesinde yazı işlerindekiler de manşetten bunları çıkartıyor: “Erdoğan halka yine şunu dedi” vs. diye. Belli ki Erdoğan da bundan rahatsız oluyor. Çünkü bunu yapan pek yok o sırada. Ama bizim gazetede böyle garip şeyler yapabiliyorlardı, özellikle etkileyici manşet bulabiliyorlardı. Şimdi, Erdoğan Sakarya’da konuşurken TOKİ ile ilgili bir şey söyledi. TOKİ deprem evleri yapmış ve evleri satamamış, hâlâ satılamamış evler var ve yine bir fırça attı. Dedi ki: “Niye almıyorsunuz? O kadar ev yaptık size, niye almıyorsunuz bunları?” dedi. O sırada, yaşlı denilebilecek, başı bağlı bir kadın şöyle bir lâf etti: “Paramız yok Sayın Başbakanım”. Hani bâzı anlar vardır ya; herkes susar ve bütün miting alanına o ses yayılır. Bütün miting alanını o ses doldurdu. Herkes böyle şok oldu. Bunun üzerine Erdoğan: “Nasıl olmaz? Hele siz o (meşhur) yastık altındaki paraları bir çıkartın bakalım” filan diye konuşurken bana döndü: “Ruşen Çakır, bunu da yaz” dedi — bizim gazetenin manşetlerine gönderme yaparak. Bütün kafalar bu sefer bana döndü. O sırada da şans eseri teybe alıyordum, cep telefonları o kadar revaçta değildi. Varsa bile kayıt için revaçta değildi. Bizim minik teyplerimiz vardı, o sesi de oraya kaydetmiştim. Neye uğradığımı şaşırdım. Tabii sonra gülmeye başladım vs..
Evet, daha böyle çok şey var, anlatacak çok şey var; ama bir yerde bitirmek lâzım. Yalnız şunu söyleyeyim: Erdoğan’ın gezilerine gazeteci alması olayına hiçbir şekilde dâhil olmadım. Bunun nedeni bir tavır değil. Daha doğrusu ilk başlarda, başbakanlığında, ilk dönemlerinde beni hiçbir şekilde çağırmadı. Çağırmasını açıkçası beklerdim, çağırmadı. Ama yapacak bir şey yoktu ve belli bir yerden sonra artık alıştım. Bir yığın insan bindi, indi. Birileri bir daha hiç binemedi filan ve uçaktaki o fotoğraflar bayağı bir konuşulur oldu. Sonra bir tanıdığım danışmanı oldu. Bana dedi ki: “Sen artık uçağa gel. Ben de başladım.” vs. Ben: “Yok artık. Bu saate kadar gelmedim. Bundan sonra da gelmeyeyim” dedim. O danışman gittikten sonra bir başkası geldi bir süre sonra – ki o benim çok daha yakın bir arkadaşımdı. Artık konuşmuyoruz o ayrı; ama o zamanlar öyleydi. O da benzer bir şey söyledi: “Hadi artık gel, şeytanın bacağını kır” filan. Ben de dedim ki: “Ya, yok, böyle daha iyi.” Çünkü o uçağa binenlerin gazeteciliğine fazladan bir şey eklenmiyor. Hattâ tam tersi bile olabiliyor. Binmedim. Yani bindiğim, aynı uçakta iki kere Çin ve Kopenhag dönüşü, ama onlar da çok kalabalık büyük uçaklardı. Başbakanlık ya da Cumhurbaşkanı uçağı değildi. Onun dışında bir kere de AKP’nin kuruluş sürecinde Muş, Muş-Bitlis arası mı, öyle bir yerde, bir yerden bir yere giderken mitingler yapıyordu, onları izlemiştim. Otobüsle gidiyordu o sırada. O otobüse binmişliğim var; ama orada da kendisiyle konuşmadım. Arkada danışmanları ya da ekibindeki insanlarla –ki onların büyük bir kısmı şimdi Gelecek ya da DEVA’da siyâset yapıyorlar– sohbet etme imkânımız olmuştu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Evet, normal şartlarda hemşehri sayılırız. O aslen Rizeli, ben Hopalıyım. Yani kilometre olarak çok az var ve Doğu Karadeniz olarak anılıyoruz, — etnik olarak farklı olsak da. Aynı zamânda İstanbul’da da bir anlamda hemşeri sayılabiliriz. Çünkü o Kasımpaşa’da doğup büyümüş; benim de hayâtımın önemli bir kısmı Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken geçti ve özellikle de okul sırasında sol hareket içerisinde, Kasımpaşa’nın da dâhil olduğu yerlerde bayağı bir bulunmuşluğum var, yani liseye ek olarak ve bu arada birbirimizi bir şekilde bayağı bir tanıdık. Bir de Fehmi Çalmuk’la berâber kitap yazdık. Fehmi, Millî Görüş geleneğinden gelen bir meslektaşım. O, Erdoğan’ın kişisel öyküsünü, hayât hikâyesini derledi; ben de siyâsî hayâtını yani siyâsî görüşünü, gelişimini vs. derledim ve Recep Tayyip Erdoğan: Bir dönüşüm öyküsü kitabını, tam da AKP kurulduğu sırada, Metis’te Siyahbeyaz dizisinden çıkartmıştık ve o kitap, özellikle Fehmi’nin yazdığı bölüm; ailesiyle ilişkileri, çocukluğu vs. bölümleri, birçok kişi tarafından o kitaptan alıntı yapıldı. Bayağı da bir ilgi gördü. Hâlâ belli bir ilgi gördüğünü düşünüyorum. Ama Erdoğan’la bir süredir görüşmüyoruz. Kendisi hakkında uzaktan hep bir şeyler söylüyorum, yayınlar yapıyorum. Uzun bir süredir onun çok ciddî bir krizde olduğunu söylüyorum. Muhtemelen bunları en azından başlık şeklinde biliyordur ve çok da hoşlanmıyordur. Olabilir. Ama zâten o da benim nasıl bir Karadenizli, Doğu Karadenizli olduğumu bildiği için, herhâlde alışmıştır benim bu durumuma diyorum. Tabii benim kendisini daha yoğun gördüğüm dönemlerdeki Erdoğan’la şimdiki Erdoğan arasında çok büyük fark var. O günkü Ruşen Çakır’la bugünkü Ruşen Çakır arasındaki fark nedir? Tabii ki hepimiz değişiyoruz, ama benim için en büyük fark; ben artık gerçek anlamda bağımsız bir medyada gazeteciliğimi yapmaya devam ediyorum. Erdoğan ise fethetmeye çalıştığı sistem tarafından fethedilmiş bir siyâsetçi olarak iktidârını korumak için sürekli kendinden vermeye devam ediyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.