Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (99): 4 Şubat 2011’de Cumartesi Anneleri – Erdoğan buluşması

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in 99. bölümünde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın başbakanlığı döneminde 4 Şubat 2011’de Cumartesi Anneleri ile buluşmasında yaşananları anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 99. bölümüyle karşınızdayım. 100’e bir hafta kaldı. Öncelikle iyi bayramlar diliyorum ve bugün 99. bölümde benim için çok önemli bir ânı anlatmak istiyorum. 4 Şubat 2011’de, yani bundan 11 yıl önce, İstanbul’da Başbakanlığın Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la Cumartesi Anneleri’nin buluşması: 12 kayıp yakını, iki de İnsan Hakları Derneği Yöneticisi katılmıştı bu buluşmaya. Başbakan Erdoğan’ın yanında, Bakan Güldal Akşit vardı, o sırada Grup Başkanvekili olan Avukat Ayşe Nur Bahçekapılı vardı ve kızı Sümeyye Erdoğan vardı. Başka isimler de vardı. Meselâ siyâsî danışmanı –sonradan bakan da oldu– Yalçın Akdoğan ve birtakım bürokratlar vardı. Saat 15.00 sularında başlayan bu görüşme bayağı sürdü ve 12 kayıp yakını Başbakan Erdoğan’a meselelerini anlattılar, taleplerini dile getirdiler. Ben de oradaydım. Çünkü bu buluşmanın gerçekleşmesinde bayağı bir katkım olmuştu. Bunu anlatmak istiyorum, nasıl olduğunu. 

Önce, 25 Aralık 2010’da, “Hayri Hoca” diye bir yazı yazdım ben. Hayri Hoca (Hayrettin Eren), Türkiye’de gözaltında kaybedilen isimlerin en çok bilinenlerinden birisi. İstanbul’da Siyâsî Şube’de gözaltına alındıktan sonra kaybedilmişti. Hayri Hoca, benim de 70’li yıllarda yakından tanıdığım, çok sevdiğim birisiydi. Cumartesi Anneleri, 300. buluşmalarında, yani 24 Aralık 2010’da, 30 yıl sonra Hayrettin Eren’i, Hayri Hoca’yı sordular. Ben de o gün oradaydım. Hayrettin Hoca’ya, biz de zamânında kendisine ‘‘Hoca’’ derdik; hep öyle denirdi zâten. Ona, bir tür görevimi yerine getirmek için oraya gittim ve Hayri Hoca’yla ilgili bir yazı yazdım Vatan gazetesinde. Daha sonra, bir gün sonra da bir başka yazı yazdım. Orada, Cumartesi Anneleri’nin yaptığı konuşmalardan ve izlenimlerimden hareketle bir yazı yazdım. Şu çok dikkatimi çekmişti: Âileler sırayla konuşurken, hep Erdoğan’a hitap ediyorlardı; çünkü Erdoğan bir yayında Cumartesi Anneleri’nin kullanıldığını söylemişti. Bu onları çok rahatsız etmişti ve Erdoğan’a: “Bize sor, biz size anlatalım” dediler ve hepsi, “Başbakanım” ya da “Başbakanımız” diye hitap ettiler. Çok samîmî bir seslenişti. Ben de bunu yazdım ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Anneler, Recep Tayyip Erdoğan’ı kendi başbakanları olarak görüyor. Şimdi sıra Erdoğan’ın onları kendi yurttaşları olarak görmesi ve gereğini yapmasıdır” diye bir yazıydı — öyle bitiyordu. Ardından Yalçın Akdoğan –o sırada Erdoğan’ın siyâsî danışmanı, daha sonra milletvekili ve bakan da oldu– beni aradı. Yalçın Akdoğan’la biz çok eskiden beri tanışırız, arkadaşız. O beni aradı ve sordu: “Ne dediler, ne oldu?” vs., yazıdan hareketle. Sonra ben de dedim ki: “Görüşmek istiyorlar sizinle. Yani bu o kadar abartılacak bir şey değil. Kim oldukları belli” vs.. Ondan sonra onlar dediler ki: “Ya, olabilir. Tamam, bir şekilde görüşebiliriz” dediler. Ben de Hayri Hoca’nın kardeşi Faruk Eren’i –ki o da benim çok yakın arkadaşım ve gazeteci zâten; berâber de çalıştık–, Faruk’u aradım. Dedim ki: “Böyle böyle… Başbakan âilelerle görüşebilirmiş”. Daha sonra Başbakanlık’tan, “Az sayıda isim, yani temsilen birkaç kişi” dendi. Ama âileler kendi aralarında konuşmuşlar, tartışmışlar ve demişler ki: “Hep berâber gidersek olur”. Şubat ayında bir gün ben Brüksel’de, bir grup gazeteciyle berâber Kemal Kılıçdaroğlu’nun Avrupa seyahatini ve oradaki temaslarını izliyoruz. Yalçın Akdoğan beni aradı, dedi ki: “Yarın âileler Dolmabahçe’ye geliyor”. Ben de: “Çok güzel. Ben Brüksel’deyim” dedim. Dedi ki: “Ama senin de muhakkak olman gerekiyor”. Neye uğradığımı şaşırdım. Apar topar bir bilet ayarladım. Daha doğrusu onlar yardımcı oldular ve benim dönüş biletim alınarak ben de o gün Dolmabahçe’deki o toplantıya katıldım. Geri planda kaldım. Fotoğraf karelerine girmemeye çalıştım ve olayın ardından da yazmadım; “Ben oradaydım, şöyle oldu” filan diye de yazmadım. Ama gerek âileler gerekse Başbakanlık, ayrı ayrı basını bu buluşma hakkında bilgilendirdiler ve ertesi günü gazetelerde bununla ilgili bayağı şeyler çıktı. 

Şöyle oldu: Âileler sırayla dizilmişlerdi, büyük bir masanın etrafında. Berfo Ana tabii ki oradaydı — sonra rahmetli oldu. Zâten oraya katılan âilelerden 5 kadın: Berfo Ana, Kiraz Şahin, Elmas Eren ( Elmas, Hayri Hoca’nın annesi olan), Beycan Yedigül, Kadriye Ceylan. Yani o katılan 12 âileden 5’i artık aramızda değil ve isteklerinin gerçekleştiğini göremeden hayâta vedâ ettiler maalesef. Şöyle oluyordu: Önce İnsan Hakları Derneği’nden Sebla Arcan çıkıyordu; kendisi Kayıp Komisyonu Başkanı –ki yıllardır bunu çok büyük bir başarıyla yürütüyor–; Sebla, önce âileyi tanıtıyor. Meselâ Berfo Ana’yı anlatıyor, kısa bir giriş yapıyor. Ondan sonra o kişi, Berfo Ana derdini, beklentilerini Başbakan Erdoğan’a söylüyor. Erdoğan’ın yanındakiler notlar alıyorlar. Erdoğan sorular soruyor âilelere. Böyle bütün masanın etrâfında, sırayla tek tek, önce Sebla tanıttı, sonra âileler olayı anlattı. Eşleri, çocukları ya da artık neyse, akrabalarının başına ne geldiğini, ne zaman geldiğini, sonra cenâzesini bulup bulamadıklarını, kaldırıp kaldıramadıklarını vs. sırasıyla anlattılar ve Erdoğan’a her biri ayrı ayrı, yakınlarının cenâzelerine ulaşmak istediklerini söylediler, tabii ki bunların soruşturulmasını istediler. Arada 12 Eylül’ün yargılanması gerektiğini söyleyenler oldu – ki daha sonra bir şeyler yapıldı o konuda biliyorsunuz. Çok ilginç, çok duygusal ve çok yoğun bir atmosferde bir buluşma gerçekleşti. Çok çarpıcıydı. Ben ağzımı hiç açmadan, ayakta bütün bunları izledim. Biliyordum birçoğunun öyküsünü; ama hepsinin peş peşe böyle anlatmasını ve orada, Bakan Güldal Akşit notlar alıyordu; ama o hiç konuşmadı. Erdoğan konuştu, Erdoğan sordu. Ama onlar notlar aldılar. Dediğim gibi, kızı Sümeyye de oradaydı — o sırada da epey gençti. Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Âilelerin, annelerin ya da eşlerin büyük bir kısmı zâten başörtülüydü. Bayağı yoğun bir olay yaşandı. Sonuçta âileler o istediklerini, doğrudan Erdoğan’a dertlerini anlatmayı başarabildiler, bu gerçekleşti ve bir beklentiye girdiler; ama o beklenti hayâta geçmedi. Kendileri devlet katında kabul edildi –ki bu başlı başına önemli bir olaydı–; ama sonra beklentilerinin büyük kısmı gerçekleşmedi. 

Sonra ne oldu? Bu olaydan 7 yıl sonra, yani 2018’de, Başkanlık Sistemi’ne geçildikten birkaç ay sonra, Cumartesi Anneleri’nin Beyoğlu’nda bizim Galatasaray Lisesi’nin önünde toplanmaları da engellendi. Zorla uzaklaştırıldılar. O zamandan beri toplanmalarına izin verilmiyor. Bir önceki hafta tekrar gelmek istediler, tekrar âilelere ve İnsan Hakları Derneği yöneticilerine yönelik polis müdâhalesi oldu. Çok sayıda kişi gözaltına alındı, sonra bırakıldı. Sonuçta, aradan geçen süre içerisinde hiçbir şey değişmedi maalesef. Hiçbir şey değişmedi. Bir beklenti oluşmuştu. O beklentinin ardından bir şeyler olur diye beklendi ve olmadı. Ama en azından Erdoğan, Cumartesi Anneleri’ni kabul ederek, onların toplanmasına bir meşrûiyet vermiş oldu ve bu da onların daha rahat toplanmasına, daha fazla ilgi görmelerine, medyanın kendilerine daha fazla ilgi göstermesine yol açtı. Fakat dediğim gibi 7 yıl sonra, Cumartesi Anneleri tekrar devlet katında düşman olarak görüldüler ve toplanmalarına izin verilmedi. O da bütün bu süreç içerisinde, aslında Erdoğan’ın grafiğini görmemizde bize yardımcı oldu — öyle diyelim. Bir dönemler, 2010 sonu 2011 başında, Erdoğan her türlü toplumsal muhâlefet nezdinde meşrûiyete ihtiyaç duyan birisiydi. Onları yanına çekmek, en azından onların gözünde meşrû olmak istiyordu; ama çok fazla da bir şey vermiyordu. Verir gibi yapıyordu; nitekim yaşanan açılımların hepsinde de, açılımlar yapıldı ama kısa bir süre sonra hiçbir şey verilmeden kapandı, — Alevî açılımı, Kürt açılımı, Roman açılımı. Bunların hepsi bir anlamda, “dostlar alışverişte görsün” olayı oldu. 

Şimdi burada bu buluşma gerçekleştikten sonra da birçok kişi bunun aldatıcı olduğunu, Erdoğan’ın asla böyle bir şeye yanaşmayacağını, sırf göz boyamak için –ki o târihlerde bir seçim vardı, yerel seçimdi yanılmıyorsam–, seçim yatırımı filan olduğunu söylediler ve o buluşmanın önemini azaltmaya çalıştılar. Bence doğru bir yaklaşım değildi. Sonuçta bakıldığında, haklı çıktıklarını söyleyebilirler; ancak o âilelerin böyle bir şeyi: “Ya bunlar bizi kullanacak mı? Bunlar bizim üzerimizden seçim yatırımı mı yapacak?” diye reddetmeleri söz konusu olamazdı. Çünkü hep talepleri: “Bizi dinleyin. Bizim sorunlarımızı bizden dinleyin ve taleplerimizi yerine getirin”di. Dolayısıyla muhâtap alınmak istiyorlardı ve muhâtap alındılar. Ama bir sonuç elde edemediler maalesef ve birçokları da bunu göremeden aramızdan ayrıldı. Bu aslında çok paradoksal bir durum. O târihte, belli ki âileler de kendi aralarında bunu çok tartışmışlar — buluşma çağrısı önce hükûmetten gelince. Sonuçta buna tabii ki îtiraz edenler, birtakım çekincelerini dile getirenler olmuş; ama sonuçta buluşmayı kabul ettiler. Çok heyecanlıydılar. O buluşmaya Diyarbakır’dan gelenler vardı meselâ. Ama sonuçta bir hüsran oldu maalesef ve bu acı bir olay oldu. Şimdi ben de size yıllar sonra bu olayı anlatıyorum. 

Burada tabii benim açımdan şöyle bir husus var: Bir gazeteci böyle işlerde yer alır mı? Bunlara, böyle süreçlere dâhil olur mu? Bu öteden beri hep tartışılan bir olaydır. Ben açıkçası Cumartesi Anneleri’nin buluşmasında katkım bulunduysa, hiçbir zaman pişman filan olmadım. Yaptığımın doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada, o işin gerçekleşmesine katkıda bulanabilecek bir konumdaydım. Çünkü hükûmet içerisinden birileri benim yazımı önemsediler, beni buldular, bana güvendiler ve ben onları bir araya getirdim. Bir anlamda daha sonra kendi aralarında buluşmayı gerçekleştirdiler. Aradan çekilmek istedim; ama beni de oraya apar topar Brüksel’den çağırdılar. Aslında o olayda bulunmak, o toplantıda bulunmak da önemliydi. Ama dediğim gibi, bunu orada bir vatandaş olarak, özellikle de hayatlarını gözaltında kaybeden kişilere ve onların âilelerine yönelik bir vazîfe olarak yaptım. Bunlardan bir tânesi, başta dediğim gibi, Hayri Hoca gibi tanıdığım, çok sevdiğim birisiydi. Âilesini de tanıyorum – ki onları da çok yakından biliyorum. Ama hepsi için geçerli bir şeydi. Olmadı. Erdoğan, Başbakan olarak verdiği sözleri yerine getirmedi ve Cumhurbaşkanı, daha doğrusu Başkanlığa terfî ettikten sonra da Cumartesi Anneleri’nin sonuna kadar meşrû olan direnişlerini ortadan kaldırmaya çalıştı. Ama tabii ki başarılı olamadı. Cumartesi Anneleri orada devam edecekler. Büyük bir ihtimalle de Erdoğan iktidârı kaybedecek; ama Cumartesi Anneleri direnişlerinden vazgeçmeyecekler. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.