Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Civciv, hokkabaz ve kutsal “dava”

Vatan Caddesi’nin başında, şimdiki metro durağının olduğu mıntıkada, yan yana dizilmiş, dar cepheli ama uzun; devasa bir koridoru andıran birahanelerin hepsinin adı Civciv’di. Tuhaf bir durum, başka bir örneği var mıdır bunun, bilmiyorum doğrusu ama on kadar birahanenin işletmecileri farklı olsa da isimleri aynıydı ve biz buluşabilmek için sondan ya da baştan kaçıncı Civciv’de olacağımızı belirtmek zorundaydık. Bazen bu küçük ayrıntıyı unutuverir ve randevulaştığımız insanı o kalabalık salonlarda yarım saatten az olmayan bir süre boyunca aranıp dururduk. Bu Civciv meselesini başka bir yerde denk gelirsek daha etraflıca anlatırım. O dönem moda olan votka bira, İstanbul’da bir anda salgın hastalık gibi yayılan piliç çevirme ve Arjantin birası ve en önemlisi, eski koltuk meyhanelerinden kalma, ayakta içme alışkanlığını ayrıntılı anlatmak isterim ama şimdi piizlenmekten daha kötü bir alışkanlık üzerine konuşmak istiyorum: Kumar…

Ortaokul ve lise yıllarında, yaz tatilinde matbaalarda çalışırdım. 1979 yazının sonunda, okul masraflarımı denklemenin keyfiyle eve giderken yolumun üzerinde bir hokkabaza rast geldim. Aksaray’da, Vatan Caddesi’nin başında, Civciv’e dönen yolun başında, bir manavın önünde kurmuştu tezgâhını hokkabaz. Küçük bir tezgâhın üzerinde üç tane yüksük vardı. Hokkabaz yüksüklerden birini çeviriyor, altına fındık iriliğinde bir top koyduktan sonra bunu diğer iki boş yüksükle birlikte sürükleyerek yerlerini değiştiriyordu bir süre. İlginç olansa bu işi yaparken hiç acele etmiyor ve gözün takip edebileceği bir hızda sürüklüyordu yüksükleri. Altında top olan yüksüğü takip edememek imkansız gibiydi. Biz orada dikilip adamın yaptığı hokka oyununu izlerken, bir süredir orada dikilip hokkabazın yüksüklerle yaptığı acemi yer değiştirme hareketlerini takip eden kıl bıyıklı, bileğinde Oltu taşı tespih takılı adam birden cebinden on lira çıkarıp bir yüksüğün önüne koydu. Ben de topun orada olduğundan emindim ve yanılmamıştık. Hokkabaz başını iki yana sallayarak adamın parasının üzerine ikinci bir on lira attı. Belki miktar gülünç geliyordur sana şu anda ama benim matbaadan aldığım maaşım 80 liraydı ve bunun içinde hafta sonu mesailerim de vardı. Yani hiç de yabana atılacak bir para değildi adamın kazandığı. Kalabalık ve heyecan biraz daha arttı. Hokkabaz yeniden topu koydu ve üzerine yüksüğü kapatıp birkaç tur diğer iki boş yüksükle yer değiştirdi. Kılbıyık bir an bile tereddüt etmeden onun önüne bu kez 20 lira bastı. Kalabalık koro halinde “A!” çekti. Hokkabaz yüksüğü açmaya tereddüt eder gibiydi, bir an başını kaldırıp kalabalığı süzdü. Yine kaybetmişti. Altı ya da yedi kez Kılbıyık, altında top olan yüzüğü bulup benim bir ayda kazandığım parayı kazanıvermişti. Akıl alır gibi değildi. Yaz boyu, yerin iki kat altında, ışık, hava almayan matbaalarda, yağ ve toz içinde çalışarak bir ayda kazandığım parayı adam hiçbir şey yapmadan, gözüyle bir yüksüğü takip ederek cebe indirmişti. Başımı kaldırdığımda bütün izleyenlerin bakışlarında aynı ürkek iştahın ışıltısını gördüm. Para kazanmak ne kadar kolaydı. Artık beşer, onar paralar tezgâha yatmaya başlamıştı. Önce beş lira koydum, sonra on lira… Bundan sonrasını Dosteyevski’nin Kumarbaz romanında okuyabilirsin. Aynı hikâye…

İzleyiciler oyuna girdiği anda top en umulmadık yüksüklerde çıkmaya başlamıştı ve bu imkansız gibiydi. Hokkabaz’ın hareketleri öyle yavaş ve belirgindi ki altında top olan yüksüğü takip edebildiğimden emindim. Yine de sürekli yanılmıştım. Maaşımdan geriye on lira kalmıştı ve bütün bu hikâye yarım saati bulmamıştı. İşin berbat yanı, oradaki kimse beş kuruş kazanamamıştı. Büyük bir hayal kırıklığıyla olup biteni anlamaya çalışıyordum. Okul kitaplarım, almak için liste yaptığım klasikler, gözüme kestirdiğim bot, gömlek ve kışlık ceket şimdi adamı cebine girmişti. Tezgâhı çevreleyen afallamış insanlarla birbirimize bakınırken Hokkabaz seri hareketlerle; bir piknik masası gibi, tek bir harekette kapanabilen tezgâhını toplayıp, üzerindeki kalın halatla omzuna asıp Civciv birahanelerinin olduğu Vatan Caddesi boyunca sallana sallana yürüdü. Birkaç kişi onun arkasından küfretti ve yoluna gitti. Ben tek başıma adamın peşinden yürüdüm. Neden öyle bir şey yaptığımı bilmiyorum ve o zaman da bildiğimi sanmıyorum. Büyülenmiştim. Adam nasıl bir hile kullanmıştı? Nasıl bir dümenle bizi oyuna çekebilmişti? Birkaç saat önce biri bana “Kumar oynayıp bir aylık maaşının tamamına yakınını kaybedeceksin” dese kahkahalarla gülerdim herhalde. Bunu sağlayan sihir neydi?

Aksaray yönünden sayıldığında dördüncü Civciv’e girdi Hokkabaz. Bir balıkçının önünde oyalanıp midye tava yedikten sonra ben de girdim ve ne gördüm biliyor musun? Bizim Kılbıyık ile Hokkabaz, ayakta dikilerek içilen bir masanın bir ucuna ilişmiş, hararetle konuşuyorlardı. Civciv’in önemli bir özelliğini söylemeyi unuttum sahi. Buradaki masalara, orada bulunanlardan izin almaksızın ilişebilirdin. Her masayı bir bar tezgâhı gibi düşünebilirsin. Sanırım eski koltuk meyhanelerinden kalma bir alışkanlıktı bu da. Bir bira alıp onlara doğru yürüdüm. Beni tanıyabileceklerinden ürktüğüm için ağır adımlarla ilerledim. Böyle bir durumda yoluma devam edip gerideki bir masaya ilişecektim ama iki yaren öylesine derin bir sohbete gömülmüşlerdi ki benim masanın öbür ucuna yerleştiğimi ilk anda fark etmediler bile. Kılbıyık şöyle bir bakındı ama konuşmasına geri döndü. Ben de salonun sonundaki televizyona baktım ve ne olduğunu bile anlayamadığım o programa kaptırmış gibi yaptım. Sanırım ne tanıdılar ne de şüphelendiler.

İlk keşfettiğim şey çok şaşırtıcıydı. Zannettiğim gibi Hokkabaz başrolde oynamıyordu. Tezgâhın asıl patronu Kılbıyık’tı. Tartışma konusu da en az bu keşif kadar ilginçti. Kılbıyık hasılatı hemen çıkarıp vermesini istiyordu. Hokkabaz ise “Paşam, şimdi birileri bizi tanır eder, rezil oluruz, ne acelen var” yollu bir şeyler geveliyordu. Anlaşılan aralarında da bir güven meselesi vardı. Kılbıyık sürekli emir kipiyle konuşuyordu. Sonunda “Niyazi, uzun etme, çıkar artık hasılatı” dedi. Biraz sesini de yükseltmişti galiba. Niyazi, içinde benim maaşımın olduğu tomarı çıkarıp adamın önüne attı. Hareketleri tedirgin ve biraz küskündü. Sigarasını yaktı, birasını yudumlamaya başladı, ikinci kez başını kaldırıp bana baktı, hafif bir baş selamı verdi.

Kılbıyık hasılatı önce yirmi liralıklar, sonra onluklar ve son olarak beşlikler halinde dizip saydı. İşi bitince yancısı Niyazi’nin payını hesapladı ve ayırıp uzattı. Niyazi dönüp patronuna bakmadan, parayı saymadan alıp cebine tıktı. Hareketlerindeki küskünlük daha belirgin hale gelmişti.

“Oğlum bana artistlik yapma lan” dedi Kılbıyık.

“Ne artistliği be usta, güvenmiyorsan nasıl olacak bu iş ya? Başta böyle mi konuştuk?” dedi Niyazi.

Kılbıyık yancısının kolunu tuttu ve ona birinden söz etmeye başladı. İki yarenin vâkıf olduğu bu meseleyi ilk anda anlayamamıştım ama Niyazi’nin verdiği cevaplarla mesele giderek daha belirgin hale gelmeye başlamıştı. Anlaşılan Kılbıyık’ın önceki yancısı (galiba adı Mesut’tu) “Şahane bir hasılat yaptık”ları gün paraları alıp kaçmıştı. Bu yüzden de Kılbıyık ateş püskürüyordu.

“Benim güvensizliğim sana değil Niyazi, insanlar bozuldu biraderim, bunun seninle benimle alakası yok. Evvelden olsa, bir hafta hasılat sende dursun, şerefsizin evladıyım aklıma en ufak bir şey gelmezdi ama şimdi devir değişti, kardeşim gelsin yanımda dursun, iş bitiminde alırım hakkımı. Bana fiyaka yapma bunun için” dedi Kılbıyık.

Niyazi bir şey söylemeye yeltenince adam yeniden onun kolunu tutup bira bardağını kaldırdı. Yancı kısa bir an tereddüt ettikten sonra ustasıyla şerefe bardak kaldırdı ve iş tatlıya bağlandı.

“Ama bak ben bu sütü bozuk Mesut’un ensesindeyim. Bütün esnaf biliyor hadiseyi. İlk gördüğümde de şişlemezsem bana Osman demesinler. Yaz bunu bir yere. Var mı aga bu âlemde böyle ahlaksızlık? Ona ekmek verdim, altın bilezik verdim, yaptığına bak” diyordu Kılbıyık öfkeyle. Yancı da ustasına katılmıştı artık. İnsanoğlunun ne kadar ahlaksız, şerefsiz olduğunu anlatıyor, eski insanların “bu gibi hususlarda” ne kadar hassas olduğunu, ticaret ahlakı diye bir şeyin kalmadığını saydırıp duruyordu.

Konuşmanın seyrinden, Kılbıyık’ı dolandıran Mesut’un en son Tünel taraflarında ya da Yüksekkaldırım’ın ortalarında bir yerlerde görüldüğünü öğrendim. İki yarenin birası bitmişti. Niyazi, “Abi bir tane daha götürür müyüz?” dedi. Kılbıyık, “Lan oğlum gel o taraflara bir açılalım, bakarsın Mesut şerefsizini görürüz, ne dersin? Olmadı Orman’a takılırız” dedi. Orman, İstiklal Caddesi’nde bulunan, Civciv’in yaklaşık on katı büyüklükte, benzer bir birahaneydi.

Arkalarından bakakaldım. Biramdan iki yudum içmiştim ama canım içmek istemiyordu. İşte illüzyon oyunlarına böyle merak sardım. Yemin ederim sana, orada kaptırdığım 70 liradan çok daha büyük paralar verdim illüzyon sanatını öğrenmek için. Değmez’de anlattığım o illüzyon oyunları satan dükkân gerçektir. Tek sıkıntım o yüksüklerin hangisinin dolu hangisinin boş olacağını nasıl temin ediyordu o Kılbıyık? Her muamma gibi, bunu da çözdüğümde ne kadar gülünç bir tezgâh karşısında yenik düştüğümü görüp kahkahalarla gülmüştüm. Sen benden akıllısın ve muhtemelen başından beri kıs kıs gülüyorsundur. Yine de anlatayım: Her yüksüğün altında o toplardan bir tane vardı ve bunları yüksüğün altına değil, üzerine kapanan yüksüğün içine tıkılıyordu. Yanlardan hafif ezilmiş yüksükleri topun üzerine kapatınca birazcık bastırdığın anda top yüksüğün içine yerleşiyor, havaya kaldırdığı zaman düşmüyordu. Bunu sağlayan şey yüksüğün konik yapısından, belli belirsiz eliptik profili ve tırtıklı yüzeyiydi tabii. Ta ki yüksüğün uç bölümünü hafifçe sıkınca top gevşeyip düşüyordu. Bütün dümen buydu. Bir aylık kazancıma kan doğrayan bir oyunun bu kadar basit oluşunu anlamak, kaybettiğim paradan daha fazla canımı yakmıştı. Ama bu sıradan hikâyeyi unutamayış nedenim bu değil. O iki yarenin sohbetinin son faslı çok çarpıcı gelmişti bana. Öylesine şaşırtıcı bir şey vardı ki orada, geçen kırk küsur yılda hafızamda hep diri kaldı bu ayrıntı. Yarenlerin Mesut’un ahlaksızlığı üzerine yaptıkları öfkeli isyanın sözleri değilse de onların sesi hala kulağımda çınlar. Nasıl tereddütsüz bir inançla ve şevkle lanetlemişlerdi onu! Ne zaman sağ partilerin bu ülkedeki davranışları üzerine kafa yorsam aklıma Kılbıyık ile Niyazi’nin “kazık yemiş, ihanete uğramış, kandırılmış” çehreleri gelir. Ne kadar da benziyorlar!

Bu ülkede sağ yapıların temel özelliği, kendi günahlarına bütünüyle kör oluşudur. Kör derken, işlenen cürmün derin bilgisi kara kutularında vardır ama görmemeyi tercih ederler. O derin bilgi, “dava” adı verilen o tezgâhta, yüksüğün içine yerleşen toplar gibi görülmez hale gelir ki sağ yapılar, hangi topun hangi yüksüğün içinde olması gerektiğine karar verebilsin. Kuşaklar boyu sürecek günahları örtecek kadar büyük, güçlü ve kadiri mutlak bir “dava” ile donanmanın sağladığı güvenle hareket eder sağ. Onun bu “dava”sını oluşturan bütün bileşenler soyut ve romantiktir. Vatan diye kodladıkları şey aslında dev bir arsadan ibarettir. “Dava sahipleri”nin bu arsayı yağmalamak için çevirecekleri her türlü dolap, yalan, hile, şiddet meşrudur. O kutsal “dava”nın dışındaki herkes, “dava” uğruna soyulmayı, aşağılanmayı, itilip kakılmayı, hapse tıkılmayı, öldürülmeyi hak eder. Kadınlar zaten doğuştan dava-dışı varlıklardır. Solcular, cinsel azınlıklar, cumaya gitmeyenler, enteller vs vs… Bunların hepsi “dava” sahiplerinin rahatlıkla dolandıracağı, ötekileştireceği, yağmalayacağı, sömürebileceği varlıklar ordusunu oluşturur. İman da, asgari ritüellere, hurafelere, uyduruk hadislere dayalı bir biat manzumesinden başka bir şey değildir. En az vatan kadar soyut bir konfor alanı yaratmaya hizmet eder. “Ezan susmasın, bayrak inmesin” hamasetinden ibaret bir refleks çevresinde döner her şey. Birileri ezanı susturmak ya da bayrağı indirmek istiyor mu? Bunun böyle olduğu varsayımını destekleyecek milyar tane “kanıt” bulup “dava”sının sığınağını güçlendirmeyi başarabilir bu coğrafyanın sağ yapıları. Bir kadının giyimi, bir LGBTİ bireyin yürüyüşü, bir hayvanseverin isyanı vs. sağ yapının kendi “dava”sını konsolide etmesine yeter. “Dava”nın periferisindekiler de bu durumu sorgulamaz çünkü o konfor alanının dışına düşmekten korkar. Böylesi kaypak ve soyut zeminde “dava” dışına düşmek öyle kolaydır ki! Yani Türkiye sağı için çemberin içi de bir konfor alanı değildir aslında. Bu çember, kaynaklarla orantılı olarak sürekli daralır. Kendi ötekilerini yaratır bu “dava”. Bir zaman sonra geriye bir vurgun çetesinden başka bir şey kalmaz tabii. Ha, bir de kendilerinin bile inanmadığı, soyut, paravan bir “dava”. Her zaman tırnak içinde yazacağım zırva bir kavram olarak…

Sağın tek “dava”sı bu ülke insanının alın terine, emeğine, malına-mülküne çökmektir. Bunu engelleyecek herkes düşman, terörist, dış güç vs. olarak yaftalanır. Onlara zulmetmek için devlet aparatı hazrolda bekler zaten. Bu ilkel refleks Osman Kavala’nın savcı karşısına çıkmadan yıllarca özgürlüğünden mahrum edilişini de açıklar, kışkırtılmış cehaletin tıp insanlarını hedef alan şiddetini de, İstanbul Sözleşmesi’nin keyfi iptalini de, ihale yasasındaki değişkenliği de… Ve pek çok şeyi; say sayabildiğin kadar!

Her yüksüğün altında bir top varsa aslında hiçbir yüksüğün altında top yoktur. Bunu öğrenmek bana hayli pahalıya mal oldu. O kış ayaklarımın nasıl üşüdüğümü bir ben bilirim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.