Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (64): Bay Kemal olayı, Kılıçdaroğlu’nun yarattığı dönüşüm, Erdoğan’a oy verenlerin farklı kaygı ve beklentileri

Adını Koyalım‘ın bu bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Bay Kemal” yanıtını, Kılıçdaroğlu’nun partisinde ve siyasette yarattığı dönüşümü, Erdoğan’a oy veren seçmenlerin kaygı ve beklentilerini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız ve Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte yine bir konuyu –hattâ bu sefer iki konu olabilir– ele alıp değerlendireceğiz. Önce, “Erdoğan’a, AKP’ye, iktidâra kimler, neden oy veriyor?” sorusunu ele alacağız. Buna bağlı olarak, son günlerde ortaya çıkan “Bay Kemal” olgusunu konuşacağız. Aslında birbiriyle çok ilişkili bu iki olay. 

Bu yayının ilham kaynağı, Ayşe Çavdar’ın Medyascope’ta çıkan son yazısı. Ayşe’nin yazısında, bir arkadaşının “Bunlar nasıl hâlâ yüzde 30 oy alabiliyorlar?” sorusu üzerinden söyledikleri var. Aslında oy oranı yüzde 30 olabilir, yüzde 25 olabilir, hattâ yüzde 5 bile olsa, “Hâlâ yüzde 5 oy alabiliyorlar?” sorusu da gelebilir. Bu konuyu bir konuşalım. İnsanlar neden hâlâ Erdoğan’a oy veriyor? Hattâ “Hiç oy vermemiş olup, önümüzdeki seçimde ilk kez Erdoğan’a oy verecek kişiler olabilir mi?” sorusunu da sormak mümkün. Tabii ilk kez oy kullanacak gençlerden olabilir, Ama kastettiğim, daha önce hiç oy kullanmamış ve ilk kez Erdoğan’a oy verecek kişiler olabilir mi? Bunu konuşalım. Ayşe, seninle başlayalım. Sonra Burak ve Kemal’le devam edelim. 

Ayşe Çavdar: Teşekkür ederim. Benim hem o yazıda bahsettiğim hem de bugün bahsedeceğim kategoriler, başlıca dört kategori. Daha da fazla kategoriden bahsedilebilir, ama ben dört tânesi üzerinde duracağım. Bunların hiçbiri, AKP’ye ekonomik sebeplerle destek verenler değil. Hatırlarsanız, AKP’nin ilk yıllarında, gayet liberal bir siyâset, bir tür “muhâfazakâr demokrasi” adını verdikleri daha kapsayıcı bir hâldi. Bütün o çâresizliğin içinde bir çâre, denenmemiş bir yol, bir strateji, denenmemiş bir siyâset olarak ortaya çıktığı dönemde oy verenler değil; bu sözünü ettiklerim, özellikle 2013’ten beri, ekonomi kötüye giderken, siyâsî atmosfer bozulurken, kurumlar içerisinde ve kurumların birbirleriyle arasındaki çürüme artarken ve o ilişkiler bozulurken, her şeye rağmen, bütün bunlar gözlerinin önünde yaşanmasına rağmen oy verenler, ısrar edenler. Dolayısıyla, hayâtının herhangi bir döneminde, bir ya da iki kez AKP’ye oy vermiş olanlardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim insanlar, bütün bu olanlara rağmen, şu yaşadıklarımıza ve 2015 sonrasında bir felâketler dizisine dönmüş ve hâlâ devam etmekte olan yakın siyâsî tarihimize rağmen oy verenler.

Yazıda da anlattım: Bunlardan birincisi, yanıldıklarını kabul etmektense, kendisi dâhil herkesin helâk olduğunu görmeyi tercih edenler. Bunu daha evvel de yazmıştım. Çünkü ben, muhâfazakârların, özellikle dindarların, şehirle, devletle, ekonomiyle, parayla nasıl ilişkilendiklerini araştıran bir etnografım aynı zamanda. Dolayısıyla, bu benim en iyi bildiğim alan diyebilirim. Berlin’de ve daha evvel Almanya’nın başka şehirlerinde de yaşadım. Türkiye’de de, özellikle Başakşehir’deki çalışma sonrasında tâkip ettiğim şöyle bir durum var: Tayyip Erdoğan’ı bir yatırım nesnesi olarak düşünün. Hayatları boyunca tüm yatırımlarını bu insana yatırdılar. Çok uzun süreli bir yatırım bu. Sâdece son 20 yıldan bahsetmiyorum. Tayyip Erdoğan’ın siyâsî sahneye çıktığı günden beri, bir şekilde, kendi îtibarlarını, sosyal sermâyelerini yatırdıklarını söyleyebiliriz. Bunun, gözlerinin önünde mahvolduğunu görmektense ve hayatlarını yatırdıkları şeyin yanlış olduğunu düşünmektense, kabul etmektense, her şeyin yandığını, her şeyin yok olduğunu görmeyi tercih edenler. Meselâ sokak röportajlarında, “Türkiye’de enflasyon çok. Hayat pahalılığı çok. Siz neden bu adama hâlâ destek veriyorsunuz?” diye sorduklarında, “Ama bütün dünyada böyle” cevâbını alıyorsunuz. Bu, bütün dünyada işlerin böyle yürüdüğünü düşündükleri ya da bildikleri için değil; bütün bu yatırıma bir bahâne, daha doğrusu bunun, onların yatırımları ve tercihleri doğrultusunda değil, dünyanın şu hâlinde böyle bir gidişat olduğu için gerçekleştiğini düşünmeyi tercih eden insanlar. Bu, birinci kategori. Dolayısıyla, “Ben hatâ yaptım. Bu kadar uzun zamandır tercihlerimi yanlış birine, yanlış insanlara, yanlış bir düşünceye, yanlış bir inanışa, yanlış bir kabule göre belirledim. Yanıldım” demektense, bütün dünyanın yok olduğunu görmeyi tercih eden bir insanlar grubu. 

İkinci grubu “Kumarbazlar” diye adlandıracağım. Hiç kumar oynamadım, o yüzden o duygunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum, ama filmlerde görmüşsünüzdür: Parasını yatırır, kazanır; bir oynar kazanır, iki oynar kazanır, üç oynar kazanır, dördüncüsünde, beşincisinde, altıncısında kaybetmeye başlar. Artık o kadar kaybetmiştir ki en son kalan bir şeyini de oyuna koyacak, ya kazanacaktır ya kaybedecektir. Bence hâlâ oy vermeye devam edenlerin bir kısmı da, varını yoğunu yatırıp, “Tekrar kazanırım, işler düzene girer” düşüncesiyle… “Kazanırım”dan kastım, ille cebine bir şey girmesi değil. Az önce söylediğim şeye bağlanıyor burada. “Yanılmadım. Ben doğruydum. Yaptığım tercihte haklıydım. Elbette inat edecektim” yatırımını buraya koyabiliriz. 

Üçüncüsü: Hesap vermek istemeyenler. Ama sâdece iktidâra doğrudan doğruya ortak olan ve pay alanlardan bahsetmiyorum. Bu aynı zamanda sokakta, mahallede olan bir şey. Çünkü 2013’ten beri yaşadığımız bu kutuplaşma, yalnızca AKP’ye oy verenlerle oy vermeyenler arasında olmadı. Orası dönem dönem çözüldükçe, değiştikçe, âileler içinde de insanlar, Erdoğan’a veya partiye bu sadâkatlerini sürdürebilmek için, onlarla aynı fikirde olanlarla ya da fikirlerini artık değiştirenlerle tartışmaktansa, onlarla diyaloğu sürdürmektense, yanlış yolda oldukları onlara söylenmesin diye bunu kabul etmemek için ilişkilerini kestiler, duvarlar ördüler. Dolayısıyla birtakım riskler aldılar. Erdoğan’a ya da AKP’ye sadâkat, sâdece onunla o ilişkisi düzeyinde kalmadı. Aynı zamanda, gündelik hayatta da insanların çevrelerinde birtakım tercihler, “temizlikler” yapmalarına, artık tahammül edemedikleri ya da kendilerine tahammül edemeyen insanlarla yollarını ayırmalarına, sert tartışmalar, sert kavgalar yapmalarına neden oldu. Dolayısıyla, bütün bu gidişâtın hesâbını onlara vermek, onlar gözünde kendi karizmalarını sarsmak istemeyenler var. 

Fakat asıl önemlisi — ve bunların hepsini birbirine bağlayan kategori: Sadâkati bütün diğer değerlerin yerine koyanlar. Bundan ne kastettiğim herhalde belli. Çünkü Erdoğan 2010 ve 2013’ten beri, iktidârının her aşamasında insanlardan, kendilerini kendi yapan birtakım değerlerden vazgeçmelerini ve bunun yerine, gerekirse onu, bizzat kendisini bir sembol olarak ikame etmelerini talep etti. Bütün siyasal iletişimi bunun üzerineydi. Özellikle 15 Temmuz sonrasında. Hatırlarsanız, AKP’nin ısrarla tekrarlanan sloganı “Recep Tayyip Erdoğan” yani ismin kendisiydi. 

Geçen gün AKP’nin bir il başkanı Twitter’da Medyascope’un sohbet odasına katıldı. Orada, biz solcuların, özellikle Ruşen Çakır’ın sınıfsal bir analiz yapması gerektiğinden bahsetti. Haklı. Sınıfsal bir analiz de yapılmalı. Ama bu bahsettiğim kategoriler, AKP’ye oy veren her sınıftan insanı belli bir duygudaşlık temelinde birbirine bağlayan şeyler. Sınıf ayrımlarına ve çelişkilerine dayanan bir analiz, tabii ki her dönemde, her şekilde pek çok şeyi açıklayacaktır. Fakat şu anda, bu sınıfsal analiz sipârişi, AKP açısından işe yarar bir sipâriş değil. Çünkü AKP sınıf temelli bir siyâset yapmıyor. 

Sanıyorum Metin Külünk’tü, “Bizim yaptığımız şeyler hep yüzde 20’ye, yüzde 10’a yarıyor. Bize asıl oy veren, içinden çıktığımız yüzde 80’nin ihtiyaçlarını karşılayan bir siyâset ve iktisâdî bir politika izlemiyoruz şu anda” dedi. Metin Külünk bile böyle söylüyor. Dolayısıyla, tam da bu sebepten, AKP’nin izlediği bu siyâsetten dolayı, başka gösterenlere bakmak zorundayız. Çünkü AKP’ye, bu bahsettiğimiz, hâlâ direngen yüzde 30’u bağlayan şey, sınıfsal dinamiklermiş gibi durmuyor. Onları birbirine bağlayan başka duygusal hatlar var. Ben de hem yazımda hem de şimdi, biraz bunlardan bahsetmeye çalıştım.

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim. Bu arada, ben bu “%30” lâfının biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Belki bir zamanlar öyleydi, ama bunun giderek azalan bir şey olduğu kanısındayım. Eğer %30 varsa da, bunun bir kısmının aslında bağlarının iyice zayıflamış olduğunu düşünüyorum. Tabii bu benim kişisel görüşüm. Burak, sen ne diyorsun? Kimler AKP’ye oy veriyor, vermeye devam ediyor, verebilir? Buradaki temel motivasyonlar sence nedir?

Burak Bilgehan Özpek: Bu %30 meselesi, aslında birçok şey îmâ ediyor. Çünkü sürekli olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi ne yaparsa yapsın, siyâsetle açıklanamayacak bir bağla lidere bağlı olduğu düşünülen bir seçmen kitlesi var. Seçmen kitlesinde de, işler ne kadar kötüye giderse gitsin, bir şekilde bu işi kurtarabilecek bir Reis düşüncesi var. Reis’in halledebileceğini düşünen bir kitle ve kitlenin bir şekilde kendisinden kopmayacağını düşünen bir Reis var. Bu, aslında kendi içinde bir illüzyon yaratıyor. Bu illüzyon da siyâseti bir anlamda zehirleyen bir şey. Zehirliyor, çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyâsî arayışlarını, siyâsî pragmatizmini ve siyâset yapma şehvetini de öldüren, onu durağanlaştıran bir şey. Halbuki kamu otoritesi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elinde. Kamu politikalarını onlar belirliyorlar ve belirledikleri politikalar sonucunda insanların hayatları doğrudan etkileniyor. Bu etkileri yadsıyarak, inanç gibi, dâvâ gibi, bağlılık gibi maddî olmayan parametreler üzerinden ilerleyerek gerçeği de ıskalıyorlar. 

O yüzden, ben de %30’un aslında çok ezbere bir söylem olduğunu düşünüyorum. Bir dönem %50’nin nasıl ezbere bir söylem olduğunu düşünüyorduysam, şu anda da %30’un ezbere bir söylem olduğunu düşünüyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içinde bulunduğu siyâsetsizlik psikolojisi, yani siyâset yapmadan iktidarda kalma psikolojisi, hakîkaten işleri ne kadar berbat ederlerse etsinler insanların onlardan ayrılmayacağı sanısını da berâberinde getirdi. Bu yüzden, seçimlere doğru koşullar bu şekilde devam ederse, insanların ağırlıklı olarak pragmatik davranacağını ve maddî menfaatleri zarar gördüğü ölçüde başka alternatiflere yöneleceği kanaatindeyim. O yüzden muhâlefetin bir alternatif sunabilme kapasitesi ve ülkeyi yönetme irâdesini göstermesi gerekliliği üzerine de çok vurgu yapıyorum.

Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenlerin ana omurgasını, bu süreçten bir menfaat oluşturanların belirlediğini düşünüyorum. Yalnız bu, şöyle bir şeydir: Menfaatler ahlâkî söylemlerle veya argümanlarla gizlenir. Siyâset de biraz böyle bir şeydir. Doğrudan elde edilen menfaatin biraz ahlâken maskelenmesi durumu vardır. Dolayısıyla insanlar, aslında hem bu dünyada kazanıp hem öteki dünyada cennete gitmek gibi bir eğilim içerisinde oldukları için, hem para kazandıkları bir iktidar altında yaşamak, hem de bu iktidârı desteklemenin ahlâkî bir sorumluluk olduğunu söyleme eğilimindedirler. Meselâ ben, Anadolu şehirlerine gittiğim zaman, fakirlikten dolayı kendisine özgü karakteri olan Anadolu şehirlerinin yerine, birbirine benzeyen bir şekilde yapay olarak başkentten pompalanmış parayla kalkınan şehirler görüyorum. Bu insanlar yirmi sene boyunca oldukça zenginleştiler. Üretim kapasiteleri artmadı, zekâ seviyeleri birdenbire artış göstermedi, bir maden bulmadılar ya da kendi bölgelerini geliştirebilecek olağanüstü bir turizm hâdisesi yaşanmadı. Dolayısıyla bu insanlar yirmi sene içerisinde ciddî anlamda kalkındılar, geliştiler, neredeyse bütün devlet binâları yıkıldı ve yeniden yapıldı. TOKİ büyük yatırımlar yaptı. Yerel ihâle ağları bu süreçte oldukça gelişti ve baktığınız zaman, Türkiye’nin en üretken olmayan şehirleri aslında Türkiye’de en çok kamu kaynağıyla buluşan şehirler.

Bu, aslında bir anlamda kendisini küreselleşmenin yarattığı risklere karşı güvencesiz hisseden insanların, popülist liderlere veya aşırı sağ liderlere yaklaştığına dâir argümanları da destekleyen bir şey. Baktığınız zaman, aslında büyük şehirlerde daha rekabetçi bir ortamda hayatını devam ettirmeye çalışan insanlar var ve bu insanlar, aslında dünyanın her yerinde bu rekabeti göğüsleyebilecek insanlar. Zâten son dönemde yurtdışına gidenler de bunu gösteriyor. O çok çarpıcı bir mesele. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenlere, Edirne’nin ötesine çıktıkları zaman bir şanslarının olmadığını, onların tek anlamlarının Türkiye’de olduğunu söylemenin bir başka yolu. Meselâ bundan çok hoşlanmıyorlar. Ama bizim karşımızda bunu söylüyor: Orada bu güvencesizleri koruyan bir mekanizma var. Küreselleşmeyle rekabet edemeyeceği, küreselleşmenin yarattığı refahtan payını alamayacak insanlara yapay bir cennet sunuluyor, sunuldu ve insanlar bundan dolayı Adalet ve Kalkınma Partisi’ni desteklediler, destekliyorlar.

“Adalet ve Kalkınma Partisi, geçmişte bu oyları nasıl aldı?” sorusunun cevâbını biz şu anda verebiliyoruz. Çünkü doların 18 lira olduğu bir ortamda biz, iki sene önce çok ucuz dolar tükettiğimizi anlıyoruz veya çok ucuz benzin tükettiğimizi anlıyoruz. O zaman bizim yaşadığımız huzursuzluk, bu hükûmete dâir eleştiriler, bugün yaşadığımızı yaşamamak için yaptığımız îtirazlardı. Yani soyut bir kaygıya dayanıyordu. Ama aynı soyut kaygıyı hayâtında hissetmeyen, böyle bir düşünceyi somutlaştıramayan, kafasında başını sonunu bir araya getiremeyen, sâdece o günkü hayâtını geçmişle mukayese eden insanlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verdiler. Biz, yaşadığımız günü gelecekle mukayese ederek düşünürken ve kendimizi muhâlif olarak konumlandırırken, bu insanlar yaşadıkları günü geçmişle mukayese ederek, bir şükür duygusu içerisinde AKP’ye yöneldiler. 

Dolayısıyla bu ekonomik krizin o taşraya kırılımı ne olacak, ona cevap vermek lâzım. Büyük şehirleri kötü etkiliyor, hayâta yeni atılan insanları, kendi emeğiyle var olmak zorunda olan insanları kötü etkiliyor. Fakat taşrada, bir şekilde rekabet gücü zayıf insanları, küreselleşme karşısında kırılgan insanları aslında bu fırtınadan koruma kabiliyetinin hâlâ daha var olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Ayşe’nin yazısındaki söylemler çok doğru, çok gerçek. Ona bir şey demiyorum. Bu söylemleri tasnif etmek lâzım. Ama bunun altında yatan ana omurgayı tespit etmek istiyorsak, kendisini dışlanmış gören, bir şekilde elitlerin aldığı eğitime ya da onların üretim kapasitesine erişemeyecek, hem ülke içerisindeki pozisyonunu elitliğe yükseltemeyecek insanların öfkesini sömürdüğünü, hem de küreselleşmenin yaratmayı vaat ettiği ekonomik refâhın trenine bir şekilde binemeyecek insanları koruduğunu düşünüyorum. Herhangi bir Anadolu şehrinin son 20-25 senesine tanıklık etmeniz, oradaki vergi rekortmenlerinin değişmesine tanıklık etmeniz ya da şehirdeki otomobil profilinin değişimine tanıklık etmeniz, zâten bu fikirde olmanızı sağlayacaktır. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenler ağırlıklı olarak hâlen iktisâdî olarak bu sınıf. Benim açıklamam bu. 

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne dersin?

Kemal Can: Ben hem Ayşe’nin hem Burak’ın söyledikleri üzerinden gitmek istiyorum. Yanlışım varsa Ayşe düzeltsin. Ayşe’nin dörtlü kategorisi şu şekilde: “Bir hatâm yok, yanlıştan dönmem, yanarsa yansın”cılar, “Hatâm yok, sonunda ben bunu yeniden döndürürüm, yine kazanırım”cılar, “Hesap vermem, bana kimse hesap soramaz, benim verecek hesabım yok” diyenler, bir de, “Her durumda ne olduğuna bakmam, ben hedefe ve sâdık olduğum şeye bağlılığıma bakarım.” Yanlışım yok, değil mi Ayşe? Dört kategoriyi böyle özetleyebiliriz. Bu dördü, Erdoğan’a oy verenler. Ama aslında bu dört kategori Erdoğan’ın kendisi. Yani böyle bir denklik var. Erdoğan’ın kendisi, kategorideki dört şeyi temsil ediyor. Nasıl ediyor? “Hatâm var” dediğini duyduk mu?

Ayşe Çavdar: Arada “Kandırıldım” diyor. 

Kemal Can: Kandırılmak, öbürünün yaptığı bir şey, kendi hatâsı değil. Öbürünün düzeni, kumpası ya da tezgâhı. “Yanarsa yansın” diyor. Ekonomide de hatâ yaptığını söylemiyor. Diplomaside de hatâ yaptığını söylemiyor. Herhangi bir şeyde hatâ yaptığını söylemiyor. Kumarbaz metaforundan gidersek, “Ben bunu döndürürüm, tekrar kırmızıya oynarım ve kazanırım” diyor. Hesap vermeye asla niyeti yok ve kendisine hesap sorulabileceğine ilişkin bir fikri yok. Yani böyle bir şeyi mümkün görmüyor. 

Bir de sadâkat meselesi var. Herkesten kendisi için sadâkat isterken, kendisi de, aslında o iktidarda kalma ve ne pahasına olursa iktidar olma hedefine sâdık. Daha önce pek çok yayında Ayşe’nin anlattığı “avatar” mevzûu aslında burada karşımıza çıkıyor. Kendisine oy verenler ve Ayşe’nin söylediği gibi artık bütün bu zorluklara rağmen pragmatik gerekçelerle oy vermişler dışında, sadâkatte ve bu hatâda ısrar edenlerin kategorileri, Erdoğan’ın temsil ettiği, Erdoğan’da kendilerinden buldukları şeyle ilişkilendikleri bir duygusal taban var. Duygu siyâseti açısından baktığımızda, kendilerini görüyorlar ve Erdoğan da o tutumunu değiştirmeyerek kendisi gibi olan kalabalığa hâlâ hükmedebiliyor. 

Belki bir kısmınız biliyorsunuzdur, bir zamanlar Rahmi Turan’a atfedilen bir söz vardı. Peş peşe çok başarılı, popüler gazeteler yapıyordu. Birini yapıyordu, sonra başka bir gazete yapıyordu. 80’ler boyunca çok satan, halk gazetesi diyebileceğimiz bulvar gazeteleri yapıyordu. Aşağı yukarı aynı formülü çalıştırarak yürüyordu. O zaman bu başarısı üzerine yapılan bir söyleşide söylediği söylenen, ona atfedilen bir söz var. “Nasıl bu başarıyı yakalıyorsunuz?” sorusuna, “Kendim için gazete yapıyorum. Kendi okuyacağım gazeteleri yapıyorum” demiş. Kendisi gibi çok sayıda insan olduğuna inanırsa, onun çok satacağını, dolayısıyla kendisinin okuyacağı bir gazete yaptığında da bunun başarılı olacağına inandığını ve formülünün bu olduğunu söylüyor. Aslında Erdoğan’ın da siyâsetteki tutumu biraz böyle. Yüzde 30’dur, yüzde 25’tir, daralmıştır, ama sonuçta hâlâ o alana sıkışarak yürüyor. 

Buradan da yine sınıfsal analiz meselesine geçeceğim. Bu sınıfsal analiz talebi, AKP’nin kullandığı popülist dilin arkasındaki bir târih anlatısına dayanıyor. O târih anlatısı da, Cumhuriyet’ten önce başlayan, “Elitler İttihatçı’ydı, onun karşısında olanlar alt sınıflardı. Cumhuriyet’te de yine elitlerin alt sınıflarla ilişkisi sürdü” şeklindeydi. Bu formülasyonu, bu sınıfsal analizi, İslâmcılar yapmadı. Sağcılar da yapmadı. Bunu, ilginç biçimde bâzı solcular yaptı. Yani bu sınıfsal analizi, bu târihsel anlatıyı önemli ölçüde de desteklediler. 

Bu târihsel anlatının çok sorunlu tarafları var. Uzun süre boyunca Türkiye’de çok geçerli bir anlatı olarak işledi. Bunun üzerine bir sürü tahliller yapıldı. Hattâ 2000’lerin başında AKP iktidârının ilk on yılında da, bunun, kendiliğinden demokrat, sınıfsal zemin analizleriyle, demokrasiyi getirecek birtakım sosyoloji iddialarıyla ilerletildiğini gördük. Dolayısıyla tekrar bu sınıfsal analizi çağırmalarının nedeni, artık anlamsızlaştığı ve önemli ölçüde de doğru olmadığı anlaşılan bu anlatıyı tâzeleme ihtiyâcı. Çünkü Türkiye’de temel popülist tez, demin sayılan, çoğu kültürel, inançsal ve bir kısmı da irrasyonel zeminlere dayanan şeyi sınıfsal bir içerik hâline dönüştürmek. O zaman da bu anlatıyı tekrar işler hâle getirmek. Aslında AKP’linin talep ettiği bu; bu sınıfsal analizi istiyor: “Ne güzel, biz eskiden kazanıyorduk. Bizim kazanmamızı da birtakım solcular çıkıp bu sınıfsal analizle çok güzel anlatıyorlardı. Biz de ‘Bak işte, alt sınıflar o yüzden elitlere karşı böyle bir şey yapıyor’ diyorduk.” Ama kendileri asla bu sınıfsal pencere üzerinden ne siyâset yaptılar ne kendilerini böyle tanımladılar. Ama bunun yapılmasından her zaman faydalandılar. Bu anlatıyı tekrar istiyorlar. Çünkü bu anlatının hem kendisi birtakım zaaflar içeriyor, hem bugünü anlatmakta çok yetersiz. Bugün o popülist dille tekrar kurulduğunda, anlamsız, hattâ komik ve saçma durduğu tarafları var.

Burak’ın söylediği şeyden gidersek, özellikle Anadolu taşrası konusunda şunu söyleyebilirim: Bir tür TOKİ toplumu inşâ edilmiş durumda. Aslında TOKİ şehirleri, sâdece bir estetik kaygının, kötü şehirleşmenin değil, siyâsî ve toplumsal olarak başka türlü bir biçimlenmenin de zemini. Dolayısıyla orada oluşan zemin, Burak’ın söylediği gibi, geçmişe bakarak bugününü kıyaslayan, geçmişe göre daha iyi durumda olduğunu düşünen ve bunun peşini süren bir sürü menfaat. Bu menfaat sâdece maddî menfaat olmayabilir. Meselâ kentte yaşamak, meselâ birtakım şeylere ulaşıyor olmak… Erdoğan’ın bâzen alay konusu olan “Eskiden buzdolabınız mı vardı?” dediği kesimlere işâret ediyor aslında. Çünkü öyle birileri var. Erdoğan, onu bir alay konusu olmasına rağmen boşuna söylemiyor. Birilerine söylüyor. Sâhiden onlara yeni ulaşmış, hiçbir şeyi yokken biraz daha fazlasını elde etmişlere konuşuyor. 

Dolayısıyla TOKİ şehirlerinin içinde serpilmiş olan TOKİ toplumu, biraz önce Ayşe’nin saydığına ilâve olarak söylediğim profili besliyor. Bu profil, bunu temsil eden şeyle, kopması zor bir ilişki kuruyor. İki nedenle kopabilir: Bir, onun anlatısının ideolojik arka planının, ahlâkî arka planının ya da kültürel arka planının artık yeterli gelmemesiyle mümkün olabilir. İkinci bir kategori de şu: Artık başka bir perspektifle, sâhiden sınıfsal bir perspektifle, kendisine anlatılan tuhaf ve biraz da yamultulmuş bir sınıfsal târih analiziyle değil, sâhiden kendi içinde bulunduğu durum îtibârıyla bir sınıfsal perspektifle baktığında bundan kopabilir. Bunun da özellikle genç olanlarda, geçmişle kıyas imkânı olmayanlarda daha hızlı geliştiğini görüyoruz.

Bu ideolojik yapıştırıcılık meselesi, bu dâvâ kültürü de biraz tuhaf. Şimdi İslâmcılık, milliyetçilik gibi daha sert gibi görünen ideolojik formlarda bu dâvâ hikâyesi çok yapıştırıcı; ama unutmayalım ki, merkez sağın en önemli kitle partilerinin, yani Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ve hattâ şimdi de merkez yaklaşımının hep bir dâvâsı vardır. Bir dâvânın partisidir bunlar. Bu dâvâyı nasıl târif ettikleri hep tartışma götürür, ama bunların dâvâ eksiği yoktur. Hep “Bizim dâvâmız” diye bir şeyden bahsederler. Dolayısıyla Türkiye’de devletle ilişki bağlamında karşılığı olan bir dâvâ hep gündemde. Bu devletle ilişki dâvâsı açısından, şu anda AKP’nin en eleştirilen ve muhâlefetin en haklı biçimde kullandığı, “parti devleti” olmasının, bir kısım insanın ısrarcı davranmasına yarayan bir tarafı da var. Çünkü hem gücün yanında olmak, hem devlet olmak iddiasıyla örtüşen bir tarafı var. Bir yandan, birileri için parti devletine dönüştüren, bütün kurumları tahrip eden iktidar, Erdoğan, AKP, bir tepki çekiyor. Ama bir yandan da, bu gücü elinde bulunduran, bunu sağlayan bir güç merkezine bağlı kalmanın menfaat ya da avantaj teşkil ettiği konusunda bir algıyı da yaratıyor. Böyle bir kategorinin de, bu ısrarcıların içerisinde olduğu kanaatindeyim. Şimdilik böyle çerçeveleyeyim. 

Ama demin söylediğim gibi, bunun kırılabilmesi, ancak başka parametrelerle, başka kategorilerde düşünmeye başlamakla ve siyâsetin bunu çağırmasıyla mümkün. Şu anda muhâlefet aktörlerinin çok azı bu anlamda sâhici bir sınıfsal perspektif açıyorlar ya da seçmenin başka türlü düşünmesi için çok fazla kışkırtıcı ve cesur adımları atmıyorlar. Hâlâ yerleşik kalıpların kendi sınırları içerisinde esnetilmesine göre bir siyâset tanzim etmeye çalışıyorlar. Siyâsî parametreyi, o paradigmayı tamâmen kıran ve artık başka türlü düşünen bir seçmen yaratan bir tabloya gidilmiyor. Muhâfazakârları iknâ etmek, öbürküleri yatıştırmak, endîşelileri sâkinleştirmek üzerine kurulu.

Bir de, çok umut beslenen pragmatikler meselesi de açıkçası riskli bir şey. Çünkü seçmen olarak da bürokratik kadro olarak pragmatikler, çok da güvenilir değildir ve her şeyi pragmatikler üzerine kurmak da hayırlı bir şey değildir. Bu hafta sonu yazdığım yazıda da biraz ona değinmeye çalışmıştım. Bunu da eklemiş olayım.

Ruşen Çakır: Şöyle bir durum var: Erdoğan her zaman partisinden daha ilerideydi. Kılıçdaroğlu ise partisinden daha geride kalıyordu. Tabii bu partilerin birisi CHP, diğeri AKP olduğu için de oluyordu belki. Şimdi son dönemde, Kılıçdaroğlu’nun performansı ve Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu ile kurmaya çalıştığı ilişkide bayağı bir değişiklik var. En son, Erdoğan’ın küçümseme ve aşağılama olarak kullandığı “Bay Kemal” tâbirini Kılıçdaroğlu’nun sâhiplenmesi, ardından yaptığı video… Sanki bir şeyler değişiyor ve Kılıçdaroğlu da artık partisinin dışında kendi seçmen tabanını oluşturuyor gibi karışık bir durum var. Bana göre, Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı adaylığını bu yolla iyice perçinliyor. Biraz da bunu konuşalım. Tabii ki Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan üzerinden konuşmak işimizi daha kolaylaştırır. Ayşe, seninle başlayalım. 

Ayşe Çavdar: Ben bu “Bay Kemal” atraksiyonunu beğendim. Kılıçdaroğlu’nun onu almasını ve tersyüz edip, Erdoğan’ın üzerine neredeyse boca etmesini sevdim. İnsanın içinde bir hoşluk oluyor, içi soğuyor böyle şeyler karşısında. Ama olduğundan daha büyük görülmemesinden yanayım. Dün geceki ÖTV videosunda olduğu gibi. Çünkü bunlar hâlâ gerçek meseleler değiller. Gerçek meselelerden bir tânesi: Seçim. Seçimler olacak mı? Nasıl olacak? İkinci mesele de: Seçimden sonra, Parlamenter Sistem’e geçiş sürecinde, zâten gayet krizli ilerleyecek o yolda, ülke yalnızca iktisâdî ve bürokratik açıdan değil, toplumsal anlamda nasıl bir ruh hâli içerisinde gidecek ve bunu nasıl kotaracağız? Kestirmeden söyleyeyim: Kürtler’le toplumsal barışı nasıl inşâ edecek? Bu soruya aşağı yukarı bir cevap vermeden, “Seçim nasıl kazanılacak?” konusunda da, Erdoğan’ın performansının ne kadar da kötü olduğu, artık ondan umudu kesen pragmatikler sâyesinde nasıl olsa muhâlefetin oy kazanabileceği gibi varsayımlar üzerine dayanarak yolunu yürümek zorunda bir muhâlefet ittifakı var. 

“Bay Kemal” meselesi, tamam, güzel, iletişimcilerinden biri iyi bir strateji yakalamış. Bir rövanş almış. Burada iç soğutan şeylerden bir tânesi de şu: Erdoğan’ın yıllardır Kılıçdaroğlu’na yönelik kullandığı dil, herhalde yalnızca, az önce sözünü ettiğim kategoriler üzerinden bir duygusal bağla bağlananlar için olumlu bir şey ifâde etmiştir. Geriye kalan herkesin, her tekrar edildiğinde yüzünü kızartan bir şeydi. Dolayısıyla bunun rövanşının bu şekilde alınması, Erdoğan’ın söylediği en azından bir şeyin, âdeta tepesine geçirilmesi, tabii ki hoş ve insana iyi geliyor. “Karma” diyorsun, “ilâhî adalet” diyorsun. Zekâ da var işin içerisinde. Ama seçim bunlarla kazanılmayacak. Kılıçdaroğlu bununla başkan olmayacak. Ya da, Altılı Masa yoluna bununla devam etmeyecek ve Türkiye’nin sorunları da bununla çözülmeyecek. Asıl meseleler konusunda daha direkt konuşulması lâzım. Biraz da acı konuştuğumun farkındayım. Niye böyle konuşuyorum? Selahattin Demirtaş’ın mektubu, geçen hafta verdiği söyleşi, kaç haftadır yazdığı pek çok şey, yaptığı Türk açılımı… Bugün yayınlanan röportajında Kemal Kılıçdaroğlu yalnızca, “Devâmını bekliyoruz” diyebiliyor. Kendilerinde onun nasıl bir karşılığı olduğuna dâir bir şey söyleyemiyor. Öyle olunca da insan, “Daha ne yapsın bu insanlar?” diye düşünüyor. HDP bu kadar baskı altında, bu kadar köşeye sıkıştırılmış haldeyken, HDP’nin cezâevindeki siyâsetçileri ve “Anayasaya aykırı ama dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘Evet’ diyeceğiz” denilen bir siyâset üzerinden cezâevinde olan HDP’nin eski genel başkanı, yol açmaya, diyalog için zemin oluşturmaya çalışıyor. Öbür taraftan gelen cevap, “Devâmını bekleriz. Partinin diğer kurulları da söylesin bunu” gibi, bu yapılanı neredeyse önemsizleştiren ve kendi cevâbını kaçamak hâle getiren bir açıklama. Dolayısıyla, tamam, güzel; ama eksiği çok ve asıl meselenin hâlâ etrafında dolaşıyor. Çünkü Türkiye’nin asıl meselesi, Kılıçdaroğlu’nun başkan olması değil. 

Kılıçdaroğlu’nun başkan olması tabii önemli. Onun açısından da, mevcut düzenin değişmesi açısından da, Kılıçdaroğlu’nun ya da Altılı Masa’nın seçim kazanması öncelikli mesele değil. Altılı Masa’nın ve Kılıçdaroğlu’nun, “Bunun olması ne işimize yarayacak?” sorusuna cevap vermesi gerekiyor. Bu cevabı vermemek için yapılan işler bunlar. Çünkü mesele yalnızca AKP’yi yenmek, Cumhur İttifakı’nı alt etmek değil ki. Meselâ, bu girdiğimiz darboğazdan kurtulabilmek. Bu darboğaz yalnızca iktisâdî ve siyâsî bir darboğaz değil. Aynı zamanda toplumsal barışa ilişkin bir darboğaz. Çeteler vs. bütün bunlar, esâsında bu darboğaza girilen yollardaki birtakım tıkaçlar. Fırlıyorlar. Biz de hâlâ, “Bay Kemal meselesi iyi oldu”, “Altılı Masa da güzel devam ediyor. Hiç değilse yan yana oturabildiler” söylemlerinden bahsediyoruz. Bence biraz geç kalıyor. Halkla ilişkiler ya da siyâsî iletişim, propaganda, bu tür zekâ oyunları, her şey demek değil. Çünkü gerçek meseleler gerçek çözümler bekliyorlar.

Başa döneyim: Dediğim gibi, “Bay Kemal” meselesini gördüğüm anda içim soğudu, çok hoşuma gitti. ÖTV ile ilgili atraksiyonu gördüğümde de çok hoşuma gitti. Ama bunlar, o andan 10 dakika, yarım saat sonrasına ya da bugünküne benzer bir söyleşinin çıktığı âna kadar devam eden şeyler. Asıl meseleler konusunda hâlâ ürkek, hâlâ AKP’nin kırmızı çizgileriyle davranılan bir siyâsî ittifak ve Kılıçdaroğlu söz konusu. Asıl sevinci ve asıl umudu, meselenin aslına dâir bir şeyler konuşabildiğimizde deneyimleyeceğiz. 

Ruşen Çakır: Ayşe, teşekkürler. Burak, seninle devam edelim. Bu “Bay Kemal” inisiyatifine, arkasından gelelere ve gelebilecek olanlara ne diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Dün bu tartışma çıktıktan sonra, arşive baktım. Çünkü “Bay Kemal” ibâresinin evveliyatı, “Bay Recep”. 2011 senesinde Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a, “Recep Bey” diye hitap etmesi üzerine…

Kemal Can: Daha eskisi de var: Türkeş’in kullandığı “Bay Ecevit” var.

Burak Bilgehan Özpek: Tabii, 70’lerde “Bay Ecevit” de vardı. Ama Erdoğan ve Kılıçdaroğlu polemiğinde, 2011 senesinde Kemal Kılıçdaroğlu Erdoğan’a “Recep Bey” diye hitap ediyor. Sanıyorum bu sözün bir patenti varmış, bunu kullanması yasaklanıyor. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu, “Biz de ‘Recep Bey’ demeyiz, ‘Bay Recep’ deriz” diyor. 2018 senesinde çok etkili bir konuşma yapıyor: “PYD’yi terör örgütü olarak görüyorsanız, Eş Başkanı Salih Müslim’i niye Ankara’da ağırladınız?” diye sorarken, orada da, “Bay Recep” hitâbını kullanıyor. Çok ilginçtir, 2019 Mart başında, yerel seçimlerden önce, Kemal Kılıçdaroğlu Ahmet Takan’a bir röportaj veriyor. O röportajda, “Arkadaşlar bana ‘Bye bye Recep’ sloganını önerdiler, ben bunu kabul etmedim. Şık olmaz” diye açıklıyor. Böyle bir tavrı var Kılıçdaroğlu’nun. 

Şimdi yeniden böyle bir polemik ortaya çıkıyor. Bana sorarsanız son derece anlamsız. Ayşe’nin söylediği gibi, okurken biraz ilginizi çekiyor. Fakat bunun tekabül ettiği bir yer yok. Yani bu polemikten ya da Kemal Bey’in tavrından dolayı heyecanlanıp CHP’ye oy verecek olan veya Kemal Bey’in başkan adaylığını destekleyecek olan bir kişinin bile olduğunu zannetmiyorum.  2011’de de boş bir polemikmiş. Şu anda da boş bir polemik. Sâdece, Kemal Bey’in 2019’daki bu “Bye bye Recep” sloganını kabul etmemesini doğru buldum. Çünkü aşağılama diliyle, siyâseti bu kadar basitleştirerek, nezaketten arındırarak ilerlemenin doğru olmadığını düşünüyorum.  

Ayşe Çavdar: Şimdi de CHP’liler twitter’da, “Bay Kemal” yanına “Bye bye Erdoğan” etiketini ekleyerek paylaşım yapıyorlar. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Ama siyâsetin bu polemiklerle ilerlemesi bize hiçbir şey kazandırmaz. Ama Kemal Bey’in yeni bir “persona” ile karşımıza çıktığı doğru, bunu söylemek lâzım. Bu “persona” da başkan adaylığı “persona”sı. Bu öyle bir şey ki, bu haftaki yazımda da yazdım bunu: Benim kafamda oturmayan bir AKP tepkisizliği var ve benim kafamda yine bir türlü oturmayan Altılı Masa’nın diğer üyelerinin tepkisizliği var. Kemal Bey’in etrâfında, sanki Kemal Bey bu “persona”ya bürününce her şey hallolacakmış gibi bir düşünceye sâhip danışman ve halkla ilişkiler ekibi varmış gibi bir izlenim uyandırıyor. Sanki bütün mesele, Kemal Bey’in şu âna kadar temsil ettiği “persona”ymış ve şimdi başkan adayı gibi iddialı olunca, herkesin sesini kısacakmış gibi bir zan içerisindeler. Bu bence oldukça yanlış. Şunun için yanlış: Altılı Masa’nın kuruluş amacı, zâten başkan adayının kendisini önemsizleştirmek üzerineydi. Adayın profilinin, siyâset yapma içgüdüsünün, yönetme şehvetinin, yol haritasının önemsizleştirmesi üzerineydi. Böyle bir karakter üzerinde örgütlendi Altılı Masa. Başkan adayını tarif ederken bile, “Demokrasi âşığı” gibi, 80 milyonu olabildiğince kapsayan ifâdeler kullanıldı. Dolayısıyla, Altılı Masa’nın rûhu, ülkeyi yönetmemek ve derhal Parlamenter Sistem’e geçmek üzerineydi. Baktığımız zaman, bu eleştirdiğimiz bir şey. En azından ben bunu eleştirdim. Çünkü yönetme arzusu olmadan seçimi kazanmak da çok mümkün değil. Ama Kemal Bey bizzat bu rûhun temsilcisiydi. Dolayısıyla, olabildiğince somutlamayan, somutlaştığı anda birbirinden ayrılacak aktörleri aynı masada toplayarak, bir norm üzerinde ittifak kuruldu. Öyle bir Altılı Masa atmosferi yaratıldı ki, siyâset yapmaya hevesli ve yetenekli insanlar da, hızlı bir şekilde, “İkinci bir Erdoğan mı geliyor?” korkusuyla, Altılı Masa’nın normatif psikolojisine çekilmeye çalışıldı. 

Daha somut konuşayım: Bugün Ekrem İmamoğlu’nun aday olmaması için zâten Altılı Masa o normatif rûhu ortaya koydu. Ekrem İmamoğlu’nun Parlamenter Sistem’e dönmeyeceği, başkan seçildiği takdirde hırslı bir şekilde yöneteceği ve bunun da, bize ikinci Erdoğan’ı çağrıştıracağı için hoş karşılanmayacağı gibi bir durum söz konusuydu. Altılı Masa aslında İmamoğlu’nun adaylığı karşısında, “Demokrasi âşığı, Parlamenter Sistem’e dönecek bir yapı kuruyoruz” yaklaşımıyla konumlandırıldı. Tamam, bu da olabilir, buna da bir şey demiyorum. Ama durum böyleyken, Kemal Bey’in kendi adaylığını zâten bir somutluk olarak öne sürmesi ve olabildiğince, diğer partilerin müstakil politikalarını çok fazla hesaba katmadan, seçildiği takdirde hangi adımları atacağını açıklaması benim kafamı çok karıştırıyor. Ali Babacan’ın ifâdesine göre, Altılı Masa’da Parlamenter Sistem dışında başka hiçbir şey konuşulmadı. Zâten Altılı Masa’nın kendisi de Parlamenter Sistem dışında bir yol haritasının, karizmatik, yönetme hevesine sâhip bir başkan adayının olmaması üzerine kurulduysa, Kemal Bey’in büründüğü bu “persona”, bizzat bu Altılı Masa’nın rûhuyla çelişiyor. 

Şu çok yapılan bir şey: Son 20 yıldır Tayyip Bey’e de yaptılar. Aynı isimler şu anda Kemal Bey’e de yapıyorlar. Kemal Bey’in karşısındaki bütün isimleri bir şekilde, sâdece siyâset yapma yetenekleri yüksek olduğu için karikatürize ederek, Kemal Bey’i sanki siyâsetçi değilmiş de göklerden zuhur eden bir peygambermiş ve demokrasiyi Türkiye’ye müjdeleyecek bir karaktermiş gibi sunuyorlar — aynı insanlar. Bakın, aynı grup, aynı tayfa, aynı zihniyetteki kişiler demiyorum. Aynı insanlar, bundan 15 sene önce, Türkiye’ye demokrasiyi Tayyip Bey’in getireceğini söylemişlerdi. Dolayısıyla, Kemal Bey’i siyâsetçi kişiliğinden ve tutkularından arındırarak, diğer başkan adaylarını elimine etmek gibi bir tavır içerisine girdiler. Halbuki biz şu anda Kemal Bey’in ortaya koyduğu “persona”dan, Kemal Bey’in başkan adayı olacağı, seçileceği ve kafasındaki plan dâhilinde bir süre ülkeyi yöneteceğini, buna dâir bir hevesi ve arzusu olduğunu anlıyoruz. O yüzden, ısrarla Tayyip Erdoğan’la polemiğe girerek, kendisini onun karşısında konumlandırarak, sürekli olarak tempoyu yüksek tutarak, sürekli olarak somut projeler açıklayarak, fiilî olarak bir durum yaratmak gibi bir politika olduğunu düşünüyorum. Anlam veremediğim nokta, bu politikaya AKP’nin ve Altılı Masa’nın diğer üyelerinin tepkisizliği. Çünkü Kemal Bey’in destekçilerinin iddia ettiği gibi, Kemal Bey seçimi kazanacaksa –ki ben buna inanıyorum, bu ihtimâlin yüksek olduğunu düşünenlerdenim–, AKP’nin bu durumu seçim gününe kadar tepkisiz bekleyeceği ve bütün bu başkanlık yetkilerini Kemal Bey’in eline teslim edecekleri kanaatinde değilim. Kemal Bey’in merhametine, Parlamenter Sistem’e dönüş tutkusuna güvenmeyecek kadar siyâseti bildiklerini düşünüyorum. AKP’nin şu andaki tepkisizliği, bana biraz garip geliyor. 

İkincisi de, Altılı Masa’nın diğer üyelerinin tepkisizliği. Çünkü şu durumda, Altılı Masa’nın amacı Kemal Bey’i parti içerisindeki diğer adaylardan kurtarmaktan başka bir şey olmuyor. Bilmiyorum ben mi çok abartıyorum, ama bir siyasetbilimci gözüyle baktığım zaman, hayâtı güç ve çıkar gibi iki kavram çerçevesinden okuduğum zaman, Altılı Masa’nın, doğrudan Kemal Bey’in adaylığına mâni olabilecek diğer adayların önünü kesmek için kurulmuş bir perdeleme mekanizması olduğunu görüyorum. 

Ruşen Çakır: Bunları çok konuştuk, daha da konuşacağız gibime geliyor. Bir gazeteci olarak, hakîkaten, artık bir an önce adayın kim olduğunu açıklasınlar, biz de işimizi yapmaya başlayalım diye düşünüyorum. Kemal, sen ne düşünüyorsun “Bay Kemal” olayı hakkında?

Kemal Can: “Adını Koyalım” programının epeyce bir bölümünde birbirimizin fikirlerine katılıyorduk. Ama bu sefer, ben yine eskiye dönüp katılmadığım şeyleri söylemek istiyorum. Çünkü bizim “Katılmıyorum” cümlesiyle başlayan cümlelerimiz çoktu. “Bay Kemal” konusuna döneceğim, ama bu konuda Burak’a da, Ayşe’ye de katılmıyorum. Ama önce Burak’ın son söylediği şeyden, yani Kemal Kılıçdaroğlu’nun, bence 1 sene içerisinde değil, aslında 5 sene içerisinde geldiği nokta îtibârıyla başka bir profil çizdiği çok açık. Daha önce eleştirildiği noktaları bu sefer abarttığı için, bir ifrat-tefrit süreci yarattığı için, daha önce eksik bıraktığı tarafların fazla olduğu iddiasıyla yine eleştiriliyor. 

Burak’ın, şu anda Altılı Masa’nın reaksiyonunu okurken söylediği ve kısmen doğru olan, “Diğer adayları elimine etmek üzerine bir siyâsî zemin kurulması” meselesinde şu soruyu sormak istiyorum: Diğerlerinin siyâset yapma yeteneğinin fazla olduğu vehmi nereden çıkmıştı ve o vehim herhangi bir biçimde doğrulandı mı? Şimdi önü kesildiği iddia edilenler, aslında çok yetenekli olup birileri önlerini kestiği için mi, yoksa kendilerini özel yeteneklere ve ulaşma kabiliyetine sâhip birileri olarak bu muhâlefet ortaklığına sunmak konusunda aceleci, agresif ve seri hatâlarla davranan aktörler olmalarıyla ne kadar bağlantılı, bunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Kılıçdaroğlu fazla önce çıktığı için değil, Kılıçdaroğlu’ndan önce, birileri fazla öne çıkıp, o öne çıkmanın şehvetine kapılıp, vardıkları noktada tosladıkları duvarlara da bakmak lâzım. Bunun örneklerini saymayacağım. Neden bahsettiğimi herkes biliyor sanırım. Biraz kendilerini de böyle konumlandıran bir süreç yaşandı. O zaman da, o adaylara yapılan yatırımlar konusunda yine bir ölçüsüzlük konusuydu. Bir yandan bilgelik, çok ahlâkî duruş, bir taraftan da çok yetenekli, çok müthiş, herkesle temas kuran bir profil çizilmişti. Ama sonunda gördük ki çok da o profilde çizilenle karşı karşıya değiliz. Dolayısıyla, muhâlefetin çıkartacağı aday, büyük ölçüde, ihtiyaç duyulan durumun üreteceği bir seçenek olmak zorundaydı. O doğallığı yaşamadığı için bu sıkıntılarla baş başayız. 

Şimdi bu “Bay Kemal” meselesine döneyim. Bay Kemal’in, sadece bir iletişim hatâsı olarak okunmasının çok doğru olmadığı kanaatindeyim. Bu tabii ki bir siyâsî iletişim numarası. Muhtemelen öyle bir danışmanın aklından çıkmıştır. Bundan sonra böyle de kullanılabilir. Ama aslında başka bir karşılığı olabilir. Bu, hesaplandı demiyorum. Ama ben okuduğum zaman şunu görüyorum: Burak’ın söylediği kronoloji de doğru. “Bay” öneki, dediğim gibi 70’lerde Türkeş’in kullandığı zamandan beri bir küçümseme nitelemesi olarak gündeme geliyor. Ama AKP iktidârı ve Erdoğan’ın çizdiği portre, zâten ilk turda da söylediğim gibi, asıl olarak kendini biricikleştiren ve kendini herhangi bir şeyle denk ve eşit görmeyen bir pozisyon. Dolayısıyla, “Bay Kemal” tâbiri, o aşağılamanın, ama kendisine çizdiği ayrıcalıklı pozisyonu işâret eden bir şey. Yani, kendisinin karşısına çıkan rakiplerin hepsine bir sıfatla davranmak, onu bir denk lider adayı olarak isimlendirmemek, daha isimlendirmeden, bir ayrıcalık târif etmek. Böyle bir amaç için kullanılan “Bay Kemal” tâbirini, tam da farkı ifâde eden, “Evet, senin târif ettiğin gibi, ben başka biriyim. Eğer benim farklılığımı işâret etmek için, senin gibi kibirli olmayan, senin gibi muktedir olmayan, senin gibi ezici ve aşağılayıcı konuşmayan biri olarak senden farklı olanın adıysa bu, o zaman ben bunu kabul ediyorum. Sonuçta senin aşağılama diye kullandığın şey, benim övündüğüm bir fark olarak gündeme gelir.” 

Bunun siyâsî iletişim açısından sonuçları, “Bu kime oy getirir?” meselesi tamâmen başka bir şey. Ama Erdoğan’a oy verenler ve Erdoğan’ın siyâset yapma tarzı açısından, onun elinden giden her türlü aşağılama, küçümseme enstrümanı, muhâlefet için faydadır. Yani onun “Bölücülük ve yıkıcılık” suçlamasını elinden almak faydadır, “Elit” suçlamasını elinden almak faydadır, “Bay Kemal” suçlamasını elinden almak faydadır. Tersten bir faydadan bahsediyoruz. Bunu böyle yaptığı için, “Bay Kemal” ismini almak Kılıçdaroğlu’na bir şey yazmaz, ama Erdoğan’ın elinden “Bay Kemal”i almak işe yarar. Bu tıpkı, “Beş benzemez”, “Bunlar bir arada duramaz, iki güne dağılırlar” lâflarının kaybedilmesi gibi. Elinden, kendi ayrıcalığını işâret eden her türlü tanımlama ve kavramsallaştırmanın alınması açısından okunursa, fark işâret etme açısından, basit bir siyâsî iletişim meselesinden daha farklı bir zemine oturabilir. Ben bunu, Kılıçdaroğlu’nun birkaç video önce yaptığı, “Ben ne olmayacağım?” videosuyla bağlıyorum. Başkan olduğunda, birinci tekille ne yapacaklarını söyleyen Kılıçdaroğlu, bir videosunda, “Ben ne olmayacağım”dan bahsetmişti. Bununla ilişkilendirildiği zaman, hem Burak’ın açtığı, Altılı Masa adayının ne işe yarayacağı, neyi temsil edeceği ve nasıl vaziyet edeceği konusuna da cevap oluşturabilir; hem de yine ilk turda anlattığım, o yanlış tarihsel anlatının, popülizmin, kolayca hedef saptıran sınıfsal kılıklı pozisyonunun kırılması anlamında bir karşılığı olabileceğini düşünüyorum. O yüzden, sâdece basit bir iletişim numarasından fazla bir şey.

Benim içimi soğutan şey, “Erdoğan’a nasıl da çaktı?” yaklaşımından biraz daha fazla bir şey. Ben, Altılı Masa’nın, biraz soyut olmakla suçlanan, “Biz nasıl bir iktidar olacağız?” fikriyle bağlantısı olduğunu düşünüyorum. “Bay Kemal” kavramı, Bay Kemal’in başkan olduğunda neleri yapmayacağının taahhüdünü verdiği çerçeveye dönüşürse, Burak’ın söylediği gibi, bir başkanlık mottosuna dönüşebilir. “Bu faydalıdır, zararlıdır” tartışması başka bir tartışma olduğu için o konuya girmek istemiyorum. Ben Erdoğan sınırında kalmak istiyorum. O yüzden, Erdoğan’ın elinden gidene baktığında, basit bir iletişim meselesi olmayabileceğini, böyle de kullanılabileceğini düşünüyorum. Öyle de kalabilir, ama bir iletişim numarasıyla kısa bir ömrü olacak gibi olmayabilir. Bunu biraz daha derinlikli ve işe yarar hâle sokmak, önünü arkasını doldurmak mümkün diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Ayşe, Burak, ekleyeceğiniz bir şey var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Ben bir şey söylemek istiyorum: Benim temel olarak îtirazım, dünyevî olanla uhrevî olanı birbirinden ayırmak üzerine. Bu ikisi birbirinin arkasına gizlenince, ortaya çok başka bir şey çıkıyor. Kemal Bey aday olabilir, bence hakkıdır. İyi yönetebilir, buna potansiyeli de vardır. CHP’nin kadroları da yeterlidir. Ancak, Kemal Bey’in bir lider olarak, başkan olarak ortaya çıkmasının yolu, yöntemi ve mekanizmaları bence çok sorunlu ve demokrasiyle çelişen bir tarafı var. Ben bunu söylemeye çalışıyorum. Siyâsî partilerin bir araya gelip, siyâsî paylaşım üzerinden mutâbık kalmaları, bunun üzerine bir aday çıkarmaları ve kendi oyları nispetinde milletin irâdesini temsil etmeleri çok doğaldır. Böyle olmalıdır bu işler. Kemal Bey İYİ Parti’yle oyu nispetinde, diğer partilerle de oyları nispetinde bir koalisyon hazırlığı içerisinde olsa, onlara adaylığını beyan etse ve bir şekilde, adaylığı durumunda CHP’nin, İYİ Parti’nin ve diğer partilerin ne kadar alacağını, vereceğini söylese, bence bu, çok “seksi” demokrasi lâflarına tav olmayan birçok insana göre doğal bir süreci işâret eder. Çünkü siyâset budur. 

Fakat biz bambaşka bir şeyi yaşıyoruz. Bir tarafta, ortada çok uhrevî bir demokrasi söylemi varken, öteki tarafta, yönetim irâdesi ve yönetim süreci ile ilgili devam eden bir siyâsî süreç ilerliyor. Ve bu siyâsî sürecin içerisinde Altılı Masa’nın diğer partileri yok. Ya da, en azından bir kısmı yok. Veya biz hangisinin var olduğunu, hangisinin var olmadığını bilmiyoruz. Dolayısıyla, burada şeffaf işlemeyen, millet irâdesinin hilâfına devam eden bir süreç var. Bana sorarsanız, CHP Genel Başkanı’nın aday olma hakkı, “Ben 12 senedir çok zor süreçlerden geçtim. Dolayısıyla aday olmalıyım, bu benim hakkım” demesi, “İmamoğlu ikinci Erdoğan” benzetmesi yaparak, Altılı Masa’yı demokrasi havarisi îlân ederek derlemekten çok daha düzgün, demokrasiye daha çok hizmet eden bir süreç. Ben böyle bir süreç olduğunu düşünüyorum. Bu sürecin sonunda da, Kemal Bey’in çizdiği bu “persona”nın, iktidâra gelecek, hakîkaten yönetecek ve mührü eline aldıktan sonra da müzâkere yapıp yapmayacağını kendi irâdesinde saklı tutacak bir “persona” olduğu kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen bir şey söylemek istiyor musun?

Ayşe Çavdar: Ben de Kemal’e katılmıyorum. Neden katılmadığımı da söyleyeyim: Fark önemli Kemal. Kılıçdaroğlu’nun kendisinin, Erdoğan’dan farklı olduğunun altını bu şekilde çizmesi önemli. O açıdan “Bay Kemal’i sâhiplenmesi, bizim Gezi’de ‘Çapulcu’yu sâhiplenmemize benzer bir referans da içeriyor. Keşke tutarlı bir iletişim stratejisi olsa. Kemal Kılıçdaroğlu bir taraftan, her yerde “Ben, ben” demese ve o açıdan Erdoğan’la ayrılsa. Erdoğan’ı Erdoğan yapan şeylerden bir tânesi, sürekli, “Ben, ben ben… Benden başka kimse yok. Her şeyi ben yaptım” tarzı. Daha dün, o ayarlanmış cevaplara sorular şeklindeki röportajlardan bir tânesinde de Babacan ve Davutoğlu için, “Onlar lâyık oldukları için o yerlere gelmediler. Ben getirdim onları o yerlere” dedi. 

Şöyle bir yerden gittikleri için kafalar karışıyor: Erdoğan nasıl birisi? Erdoğan hep seçim kazandı. Hep kazanıyor. Başta CHP olmak üzere, Altılı Masa’nın asıl rehin alındığı yer burası. Onların kafasındaki soru, “Erdoğan nasıl başardı, nasıl kazandı?” Liderdi, dediğim dedikti, Esprisi de vardı, şunu da yaptı, bunu da yaptı. Popülistti, falan filan… Aynı yolun izini kendi cümleleriyle tâkip ederek, bir şekilde, onu yenecek bir siyâset üretmeye çalışıyorlar, ama olmuyor. Çünkü taklit olduğu ortaya çıkıyor. Bir de, her şeyden önce, Erdoğan kendine yenilmiş bir lider. Henüz kimse yenmedi onu. Kendi inadına, kendi kumarbazlığına, kendi sadâkatine yenildi. 

Burak’a da şu konuda katılıyorum: Kemal Kılıçdaroğlu öyle bir “persona” çiziyor ki. Ben kendisinin öyle birisi olduğunu da düşünmüyorum. Bu gerçekten bir siyâsî strateji. Öyle bir strateji çiziliyor ki, “Ben bunu da yapacağım, ben şunu yapacağım, ben, ben, ben…” Altılı Masa’yı geçtim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun söyleminin içerisinde ahâli yok. Kendi partisi bile yok. Bir türlü “Biz”, “Hep berâber şunu yapacağız” yaklaşımı yok. Sokak röportajlarında vatandaş bile, “Hemen kalkamayacağız bu krizlerin altından. Çok zaman alacak” diyor. Ne kadar gerçekçi. Bakın, vatandaş söylüyor bunu. Kemal Kılıçdaroğlu, “Ben geleceğim, ertesi günü şunu yapacağım. Ben bunu yapacağım, ben şunu yapacağım…” diyor. Bu gerçekçi değil. Kimse buna inanmaz. O da inanmıyor zâten. Ben bu mevzûlara çalışmış birisi olarak söylüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu “ben” diline geçtiği zaman, sakil duruyor, olmuyor. Çünkü o böyle biri değil, bu çok belli. Ama ona çizilen o “persona” oraya gitmiyor. O yüzden de, farkı koymak isterken farksızlaşıyor olabilir. O nedenle ben bu iletişim stratejisinin geçerliliğinden o kadar emin değilim. 

Kemal Can: Şunu eklemek istiyorum: Ben iletişim stratejisinin doğru olduğunu değil, başka bir yere evrilebilme potansiyeli olduğunu söylüyorum. İkincisi de, tutarlılığı biraz daha geniş ölçekte düşünmek gerektiğini söylüyorum. Tamam, Kılıçdaroğlu’nun “ben” diyerek bir şeyi kurması problemli. Ama zâten herkes bu durumda. Şöyle düşünelim: Altılı Masa’nın bir lideri başbakan olacağını iddia ediyor. Öbürü, ekonomiyi çok iyi idâre ettiğini ve kaldığı yerden alıp aynı yere götüreceğini iddia ediyor. Bir diğeri “Vız gelir, tırıs gider” diyor. O zaman tutarlılığa biraz daha büyük ölçekte bakmak lâzım. Zâten, sana ve Burak’a şimdi katılacağım nokta, Altılı Masa ile ilgili defâlarca söylediğimiz gibi, bunun sistematiğinin ve orada bunun bir siyâsî projeye dönüşmemesinin sorunlarını yaşıyoruz. Şu anda, muğlak bir siyâsî projenin içerisinde hareketli olmaya çalışan ve kendine çalışan siyâsî aktörler var. Bu, ortak bir siyâsî proje değil. Problemi bu zâten. 

Ayşe Çavdar: Programın sonunda birbirimize katıldık galiba. 

Ruşen Çakır: Çok iyi. Burada noktayı koyalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.