Uzun bir süredir, biraz bıktırıcı -ve belki de sevimsiz- olma pahasına, güncel hareketliliğin hatta “kısa vadeli umutların”, siyasetin yapısal sıkıntılarını örttüğüne, perdelediğine dikkat çekmeye çalışıyorum. Çoğu zaman “Şimdi bunların sırası mı?” veya “Mükemmeliyetçiliğin lüzumu yok” tepkileri almak beklenen maliyet. Hep aynı şeyi söylemeye devam ettiğimden şikayet edenleri işitiyorum. Ancak aynı şeyler olmaya ve asıl olarak aynı şeyler önemsizmiş gibi davranılmaya devam edilince, aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmaktan kaçınmak da kolay değil. Uzun süredir küresel ölçekte yapısal bir krizin içine gömülmüş siyasetin, bu krize kısa ve hızlı cevap üretme adına yeni bir sığlaşma veya sığlaşmayı uzatma riskiyle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden iki ay önce yine bu köşede yazdığım konuda tekrar yazma ihtiyacı duydum.
Bir hafta önce Prof. Dr. Emre Erdoğan’ın Medyascope’taki yazısı şöyle başlıyordu: “Kendi demokrasimizin işleyişini kusurlu bulurken, aslında varmaya çalıştığımız idealin de kusurlu bir ideal olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.” Gerçekten temsili demokrasinin (hatta demokrasinin) abartılı iddiasıyla açıkça çelişen bünyesel bir zaafiyeti var. Gerçekle pek uyuşmayan bir soyutlamaya iman edilmesini sağlayarak kendini sürdürebiliyordu; dualar cevap vermeyip itikat iyice zayıflayınca kriz idare edilemez biçimde patladı. Bu bünyesel zaafiyet, son yarım yüzyılda dünyaya hakim olan -dayatılan- siyasal mimariyle iyice hastalıklı ve aynı zamanda fazla açık saçık bir hal almış durumda. Genel olarak liberalizmin, özel olarak onun kibirli son sürümü neoliberalizmin, her şeyi yoluna koyacak piyasa gibi, kendiliğinden gelişecek bir rasyonalitenin ülke ve dünya siyasetini kurtaracağı varsayımı fena çöktü.
Cevap veremeyen, kendini sürdüremeyen, krize giren, çöken ve çözülen şey, başka bir dinamiğin önünü açıyor. Ya gelen, yetersizleştiği için tükeneni itip süpürüyor ya da ortaya çıkan boşluk, hazırdaki basitliklerle dolduruluyor. Bazen sarsıcı bir yenilenmenin, bazen de ağır bir çürümenin kapıları açılıyor. “Kendiliğinden rasyonalite” büyük bir yalan olduğu için, bu zeminlerde makul ve mümkün olan da iyice flulaşıyor. Dünya bir süredir küresel ölçekte derin bir siyasi krizle karşı karşıya. Çok sayıda isimlendirmeyle tarif edilmeye çalışılan ağır bir siyasi kriz bu. Farklı coğrafyalarda ve çok farklı deneyimlerin yaşandığı ülkelerde, şaşırtıcı biçimde birbirlerine benzeyen örnekler izliyoruz. Popülizm ve otoriterleşme, çeşitli eşleştirmelerle bu tanımlamaların en çok müracaat edilen kavramları. Kriz öylesine ürkütücü bir dalga üretmiş durumda ki acil çare ihtiyacı, olanı tartışmaya hatta kavramaya bile zaman tanımıyor.
Türkiye, bu sürecin öncü ülkelerinden. Zaten pek sağlam bir zemine dayanmayan, gelişip serpilmeye fırsat bulamamış -ama yine de hafife alınamayacak bir tecrübe biriktirmiş- demokrasi hikayesi ve araçları sınırlı siyasi zemin, nefes alınamayacak kadar daralmış, güdükleşmiş durumda. Bir taraftan, alanı iyice daraltarak iktidar imkanlarını oransız ve engelsiz biçimde genişleten bir performans izliyoruz. Diğer taraftan, bütün kavram ve kurumları imha ve ilga ederek ilerleyen bu sürecin yarattığı bozulmanın yayılmasını, her yere bulaşmasını seyrediyoruz. Bu tahripkar yuvarlanmanın önünde durmaya çalışmak hiç kolay değil. İşte bu ürkütücü tablo, tüm dünyada olduğu gibi burada da bir aciliyet keyfiyeti yaratıyor. Dünyadaki çeşitli çare denemeleri büyük bir dikkatle takip ediliyor, uygun uyarlamalarla formüle dönüştürüyor. Memleket için endişeli aktif bir kalabalık da bu deneyim ve önerilerden umut tedarik etmeye çalışıyor. “Durdurulabilirse değişebilir” inancıyla idare ediliyor.
Geçtiğimiz gün Tanıl Bora, bugünlerde sık yapabildiğimiz bahçe sohbetlerinden birinde okuduğu Almanca bir makaleden bahsetti. Makale, ABD’de Cumhuriyetçi Parti’de yaşanmaya başlayan yapısal değişim hakkında. Trump etkisinden kurtulduğunda hızla geleneksel (kurumsal) pozisyonuna döneceğine inanılan partide, bu beklentinin tam aksi yönde gelişmeler olduğu anlatılıyor. Elbette bir örnek üzerinden konuşmak yanıltıcı olur ama ben hem dünyada hem Türkiye’de yaşanan sürecin yaratığı kalıcı bozulmanın ve dönüştürme kabiliyetinin biraz hafife alındığı düşüncesindeyim. Bu kalıcı bozulma veya yapısal dönüşüm, sadece popülist/otoriter dalga ve buradan türemiş iktidarların gücünden kaynaklanmıyor. Asıl gerekçe, bu “sapmalara” direneceği ve değişim olduğunda hemen “normali” geri getireceğine inanılan kurumsal ve kavramsal iddiaların zayıflığında. Daha fenası, krizin de sebebi olan bu gerçek dışı soyutlamaların krizden çıkışın anahtarı gibi sunulabiliyor olması.
Otoriter cendereden kurtulan, olağanüstülüğün baskısından çıkabilen ve aşırılığa zorlayanların etkisinden sıyrılanların, hemen özledikleri “makule”, “ılımlılığa” koşacağına inanılıyor. Büyüyüp her şeyi kapsama iddiasındaki orta sınıfla birlikte, yine her şeyi içine alacağı iddiasındaki merkezin büyük bir gürültüyle çökmesi, hala geçici bir afet gibi algılanıyor. Yaşananların günahsız mağduru olmayan, aksine şikayetçi olduğu anormalliği bağrında besleyen merkez siyasetin, kendi yetersizliğinin enkazından silkinip çıkacağı sanılıyor. Ancak otoriter iktidarlara karşı geçici zaferler kazanmış sıkıntılı ittifakların, en az yendikleri yapılar kadar dengesiz olabildiği ve iktidardan düşenlerin de etki hakkını devredip gitmediği örnekleri görüyoruz. ABD (hatta Fransa) örneğinde gördüğümüz gibi yerleşikleşmiş kurumsal yapıların ve teamüllerin değil hasarı tamir, kendilerini ayakta tutmakta bile zorlandıkları ortada.
Siyasi merkez, ılımlılık ve makule yapılan yatırım kadar, devletin kurumsal kapasitesine de taşıyamayacağı, taşımaya niyetli bile olduğu tartışmalı misyonlar yükleniyor. Bunun arkasında, İslamcısı’ndan milliyetçisine, Atatürkçüsü’nden liberaline kadar devletle kurulan garip ilişkinin gölgesi var. Bir de son zamanlarda hem siyasi mesajlara hem de ciddi analizlere konu olan bir varsayım dolaşımda: “Evet iktidar parti devletine doğru çok ilerledi ama hala devletin içinde liyakatli bürokratlar çoğunluk. Ayrıca bugün gücün yanında olmak için iktidara yakın duranlar, gideni gördükleri anda göz açıp kapayana kadar taraf değiştirirler”. Bu öngörünün birinci kısmı, yani devletin büyük ölçüde sapasağlam yerinde durduğu ve onu tekrar asli fonksiyonuna geri taşıyacak “iyilerin” kalabalık -ve hepsinin bu iktidarla sorunlu- olduğu iddiası son derece şaibeli. Ancak asıl büyük problem, bahçe sohbetimizde Tanıl’ın isabetli biçimde işaret ettiği üzere öngörünün ikinci kısmında.
Hiçbir şeye cevap veremediği için derin bir temsiliyet krizi yaratan ve tek seçenek halinde dayattığı “makulü” anlamsızlaştırdığı için her türlü aşırılığın önünü açan “siyasetten” medet umulduğu gibi her devrin insanlarının omurgasızlığının güvence sayılması da çok tuhaf. Bu iktidar yıkılınca, bürokratından iş adamına, gazetecisinden akademisyenine kadar etrafında kümelenen pek çok kişinin taraf değiştireceği iddiası, iktidar değişikliğinin sorunsuz yaşanacağının güvencesi sayılabilir mi? Tam tersine, senelerdir yaşananlardan çıkartılan tecrübeyle edinilmiş bu tespit, sorunun en büyüğü değil mi? Bu korkunç gerçeğin, iktidarın zayıflığının delili olmayıp üzerinde durulmaya çalışılan zeminin çürüklüğünün kanıtı olduğunu düşünmek daha isabetli olmaz mı? Bunu kurumsal süreklilik veya esneklik olarak tanımlamaya kalkmanın izahı daha da güç.