Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Kusurlu demokrasinin kusurlu seçmenlerinin kusurlu kararları…

Kendi demokrasimizin işleyişini kusurlu bulurken, aslında varmaya çalıştığımız idealin de kusurlu bir ideal olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bazıları için seçmenin önüne bir sandık gelmesi ülkede demokrasinin varlığının kanıtı, yönetenler bir şekilde vatandaş tarafından seçiliyorsa bu rejime demokrasi diyebiliyorlar. Yönetenlerin kendi kendilerini atadıkları ya da tahtın babadan oğula geçtiği rejimlere kıyasla daha demokratik olduğu söylenebilir, ama istediğimiz kadar mı? Hayır. Sandığın olması iyi bir şey tabii ki, ama sadece sandık olması da bir rejimi demokrasi kılmaya yeter mi, yetmez.

Churchill söylemiş, “Demokrasi en kötü siyasal rejim, bugüne kadar denediklerimiz hariç”. Gerçekten de bu kadar zamandır kafa yorulan “Ne eyleyelim de bu alemi yönetelim” sorusuna verebildiğimiz daha iyi bir yanıt yok. Milletten apartman yönetimine, vatandaşların iradelerinin hayata yansıyabilmesi için oylama yapmaktan daha iyi bir yöntem icat edilmiş değil. Ancak demokrasiyi “vatandaşların iradelerinin hayata yansıması” olarak tanımladığımızda, rejimin sandığın ötesinde bazı niteliklere sahip olması da şart.

Önce bu iradenin nasıl oluştuğuna bakmamız gerek, serbestçe oluşabiliyor mu? Yani insanlar karar vermeleri gereken konularda etraflıca düşünüp taşınıp önlerine gelen her seçeneği kuyumcu terazilerinde tartabiliyorlar mı? Bu da bizi vatandaşın önüne her seçeneğin gelebilmesi meselesine getiriyor. Her düşüncenin -bazılarını sınırlamak gerekir elbette de, bu bambaşka bir paradoks- serbestçe dile getirilebildiği bir ortamda mıyız? Sistematik olarak baskılanan bazı düşünceler ya da bazı düşünce sahipleri var mı? Her düşünce kendisine bir mecra bulup vatandaşlara erişebiliyor mu? Böyle baktığımızda düşünce ve ifade özgürlüğünün demokrasinin olmazsa olmaz bir şartı olduğu ortaya çıkıyor. Benim irademin serbestçe oluşabilmesi için her seçeneği duyabilmem gerekiyor; yoksa kusurlu bir irade olur.

İrademin serbestçe oluşabilmesi için sadece her seçeneği duyabilmem yetmez, bu seçenekleri tartışabilmem de gerekiyor. Kendi kararımı vermeden önce, kendi tercihimden farklı tercihlere sahip kişilerin de ne düşündüğünü öğrenebilmem gerekiyor ki daha doğru olanı seçebileyim. Müzakere, demokrasinin işlevini yerine getirebilmesi için hayati. Bu işin filozofları müzakerenin karşılıklı fikir beyanından öte bir şey olduğunu söylüyorlar; siyasetçilerin, kalemşörlerin ya da televizyon tartışmacılarının kendi fikirlerini diğerini dinlemeden biraz da kavga-gürültüyle beyan etmeleri müzakere değil. İnsanların fikirlerini değiştirebilecek gerçek bir müzakere, diğerini anlamayı, onun duygularına empati duymayı ve gerekirse “kucaklayabilmeyi” içeriyor ki bundan ne kadar uzakta olduğumuz açık. 

Bu kutuplaşmış ülkenin, kutuplaşmış medya ortamında diğerinin sesini duyamaz hale geldiğimizi biliyoruz. Eskisi gibi her görüşe biraz da olsa yer verebilen medyamız ülkenin siyasi modasına uyarak, hacmen oldukça da asimetrik, ikiye bölünmüş; herkes kendi düşüncesini yansıtan ve doğrulayan mecrayı takip ediyor. Sosyal medyanın da buna çare olmadığını söyledik ancak zaten sosyal medya ateş olsa cürmü kadar yer yakacak durumda; ana akım televizyon ve varsa gazeteler kanaati inşa etmede hale etkili. Siyasetçilerimizin de böyle bir müzakere ya da diyalog arayışında olmadıklarını görüyoruz; kendi kanallarından kendi taraftarlarına bağıran siyasetçiler daha makbul, geçelim.

Hep atladığımız bir mesele, diyelim ki her seçeneğe adil bir şekilde maruz kalıyorum ve bu seçenekleri tartışma fırsatım da var. Aklım buna yeter mi? Dünya gürültülü bir yer ve her şeyi kuyumcu terazisiyle tartabilecek enerjim yok, bunu biliyoruz. Bir tercih yapmam gerekiyorsa, bunu hızlı ve hatalı bir şekilde yapma olasılığım çok fazla, olası kararlardan en az zarar verecek olanı seçsem yeter. Bütün bu sınırlı kavrayışımla, diğerini açık yüreklilikle dinleme fırsatım olsa dahi kararım çok yanlış olabilir. Geçtim bizim eksik demokrasimizi; demokrasinin kusursuz şekilde çalıştığı iddia edilen bazı coğrafyalarda bile bu konu tartışma masasına yeni gelebildi. Demokrasi, Aydınlanma Çağı’nın bir ürünü ve insan hakkındaki varsayımları oldukça da demode. Aydınlanma Çağı’nın insanı, bir hesap makinesi gibi -bugün olsa bilgisayar derlerdi- önündeki seçenekleri en ufak detayına kadar anlayabilen ve değerlendirebilen bir insan, bizim “Homoekonomikus”un atası. Bu değerlendirme sürecine duygularını, önyargılarını ve kimliğini asla ve kat’a karıştırmıyor, o yüzden de doğru karar alabiliyor. Herkesin doğru karar alabildiği bir ortamda da herkes için iyi olanı belirlemek o kadar da zor olamıyor.

Şu ana kadar öğrendiklerimiz, Aydınlanma Çağı’nın bu “hiperakılcı” kişisinin asla var olmadığını ve bir ideal tip olarak ders kitaplarında yer alması gerektiğini gösteriyor. Dünyada var olabilmemizi herşeyi eksiksiz tartıp ölçebilmemize değil, olabilecek kararlar arasından en az zarar vereni hızlı bir şekilde seçebilmemize borçluyuz; söz konusu evrimse, kusurlar avantaj olabilir. Öte yandan, en azından bazı Aydınlanma filozoflarının da değindiği gibi, bir hesap makinesi kadar olmasa da kusursuz düşünmeye yaklaşabiliriz, bu mümkün. Nasıl mı?

Geleneksel ve demode demokrasi tanımının en yanlış varsayımlarından biri, bu siyasal sistemin çalışmasını sağlayacak akli melekelerin herkeste doğuşta olduğu, başka bir deyişle herkesin siyasal oyuna dahil olmasına sağlayacak kapasiteye ve yapabilirliklere sahip olarak doğduğu. Her insanın bir “boş tahta” olarak doğduğu; eğitim, çevre ve deneyimlerin bizi biz yaptığı iddiasına sahip bir dünya görüşü için şaşırtıcı bir varsayım değil. Günümüz deyimiyle insanı bir telefon olarak düşünün, üstüne yüklediğiniz uygulamalarla onu “akıllı” kılan sizsiniz. Tabii, her telefonun akıllılığı da kapasitesiyle, yani biraz da fiyatıyla ilişkili. İdeal demokrasinin ideal vatandaşının da kapasitesi sınırsız değil, üstelik bu sınırsızlık bazı dışsal etkenlerle doğrudan ilişkili ne yazık ki. Üstelik insanın zihinsel kapasitesi genişleyebildiğinden, nasıl bir aileye doğduğunuz, nasıl bir ortamda büyüdüğünüz ve hatta nasıl bir eğitime maruz kaldığınız; zihinsel kapasitelerimiz arasındaki farkları arttırdıkça arttırıyor. Bu görüş ayrımcı gibi mi gözüküyor? O zaman tartışmalı filozof Steven Pinker’ın sorusunu değiştirerek soralım: Zihinsel kapasite farklılıklarını yok sayarak herkese eşitmiş gibi davranmak, avantajlıyı daha da avantajlı kılmak ayrımcılık değil mi?

Daha vatandaşlar arası yapabilirlik farklılıklarına değinmedik bile. Bir özgürlüğün, hakkın verilmiş olması; onun herkes tarafından adil bir biçimde kullanılabildiği anlamına gelmez. Bazıları o özgürlüğü daha rahat kullanırken, bazılarının önünde sayısız engel bulunur. Örneğin, seçmenin serbestçe karar vermesinden bahsettik, her seçmen serbestçe karar vermesini sağlayacak bilgiye eşit derecede ulaşabiliyor mu? Siyaseti takip etmek, çevresindekilerle tartışmak ve kendi kararını oluşturmak, bazıları için çok zor bir iş. Bütün bunları yapabilecek zamana sahip olmak diyelim: Evde çocuklarına ya da yaşlılara bakmakla meşgul bir genç kadının ne kadar zamanı olabilir? Taraflı da olsa haber veren mecralara, televizyon ya da sosyal medyaya erişebilmek için belirli bir maddiyata sahip olmak gerekmiyor mu? Diyelim bu maddi koşulları sağladılar, bu araçları kullanabilmek için bir minimum medya okuryazarlığına ihtiyaç yok mu? Türkçe’den başka bir anadiliniz var, sizin anadilinizde yeterli içerik, tartışma var mı? Sadece bu örnekler bile karar verme sürecinde kadınlar, yoksullar, yaşlılar ve etnik kökeni farklı kişilere karşı ayrımcılık yapıldığını gösteriyor, örnekleri çoğaltmak mümkün.

Henüz vatandaşın karar verme aşamasına baktığımızda bile onlarca kusurla karşılaşıyoruz. Bunun daha oy verme aşamasındaki kusurları var; sandıklar, oy sayma süreçleri var; bu kusurlar belki de çok daha fazla. Kabul edelim, elimizdeki demokrasi kusurlu bir demokrasi ve seçmenin sandıktaki kararı da kusurlu bir karar olacak. O zaman eldeki bu veriler ışığında soru şu olmalı; kusurlu bir demokraside kusurlu seçmenlerle seçim kazanılır mı, kazanılırsa nasıl kazanılır?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.