Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: “Ütopyalar güzeldir!”

Hazır yaz bitmek üzere -ne bitmesi, en az bir ay var daha-, siyasetçilerin ve siyasetperverlerin gündemimizi ve kafamızı işgal etmelerine biraz daha vakit var, arkaya rastlanıp tefekküre dalmak için iyi bir fırsat olabilir bu günler… Bütün siyaseti adaylar/partiler arasında bir at yarışı olarak tarif eden, olanın arkasındaki kısa ve uzun vadeli etkenleri anlamaktan ırak, bizim gençliğimizin “reyting Hamdisi” kıvamındaki siyaset haberciliği; düşünmemize izin vermiyor ne yazık ki. Sosyal medyanın da etkisiyle, ünlü deneydeki farecik gibi adrenalin bağımlısı olmuşuz, belki yem gelir diye bastıkça basıyoruz pedala, yem “beğeniler” de olabilir, etrafımızdaki insanların takdir dolu bakışları da… Bu zaafımızı çok iyi bilen medya da verdikçe veriyor gazı, hatta bir televizyon kanalı bu işi o kadar çözmüş ki, iki farklı kişinin karşılıklı bağırmalarını “kim haklı?” formatıyla sunuyor bize… “Yaşam siyah-beyaz değildir, griliklere odaklanın” gibi mottolar öğreten eleştirel düşünceyi külliyen imha etse de bu format, on binde beşlik reytingiyle seyircisinden kanal yöneticisine herkesi tatmıyor demek ki, geçelim.

Son dönemde siyaseti bir yap-boz, bir tür Rubik Küpü olarak görme eğilimi arttı gibi gözüküyor. Doğru parçayı yerine koyduğunuzda resim yerine oturuyor, doğru hamleleri arka arkaya yaptığınızda o rengarenk müthiş küp yeniden oluşuyor. Siyasetteki durum bir tür normalden sapma hali, normale döndürmek de siyaset mühendislerinin işi. Türkiye’de belki hep olan bu siyaset tasviri neredeyse çeyrek asırdır seçim kaybetmeyen bir iktidarın varlığının “anormal” bir durum olduğu algısı nedeniyle iyice yerleşmiş durumda. Dünyayı batıl ile hak, iyi ve kötü veya Ying ile Yang arasındaki bir mücadele sahnesi olarak anlayan “Manişeist/Manici” dünya görüşü de bu algıyı iyi pekiştiriyor, malum bu dünya tasvirinden en fazla istifade edenler Popülistler ve masada bir popülist varsa, herkes popülist olmaya meyleder.

Oysa siyaset, kısa vadeli dalgalanmalardan çok uzun vadeli gelişmelerin birbirleriyle etkileşimlerinin bir sonucu… İçinde yaşadığımız toplum da “kendini yetiştirmiş mühendis/müteahhit” kardeşimizin bir gecede inşa ettiği betonarme binadan çok, dalgaların ve diğer doğa koşullarının biçim verdiği bir coğrafya… Bir peribacasının oluşumu binlerce yıl sürüyorsa, fiyortlar binlerce yıl önceki buzullardan arta kalanlar ise ve konuştuğumuz dilde binlerce yıl önceki bazı sözcükler bulunuyorsa; yaşamın bu şekilde evrilmesinin bir sonucu… Bu tür evrimsel süreçlere ani müdahalelerde bulunmak pek başarılı sonuçlanmıyor, örneğin söz konusu dil olduğunda “otugaçlı götürgeç” bir kent efsanesi olsa da benzeri girişimlerin nasıl boşa düştüğünü hatırlamakta yarar var, “genel ağda” (internet) ararsanız, bulursunuz. Siyaset mühendislikleri de daha başarılı değiller.

Eğer bir olay uzun vadeli çok sayıda gelişmenin birbiriyle etkileşiminin sonucuysa, insanlar “dalgaların arasında fındık kabuğu gibi sallanan”, iradesiz, hükümsüz nesneler midir? Kaderlerinin ipini ellerine almaları ve içerisinde yaşamaya mahkûm oldukları toplumu dönüştürme şansları hiç mi yok? Tabii ki var, çünkü düşüncelerin dünyayı biçimlemek gibi bir işlevi var. Ülkemizde pek sevilmeyen filozof Karl Popper’ın üstünde yaşadığımız dünyayı üç katman olarak tasvir etmesi zihnimizi açabilir: Dünyalardan birincisi fiziksel nesneler ve süreçler dünyası, burada atomlar, gezegenler, yıldızlar ve canlı organizmalar gibi maddi varlıklar bulunmakta. İkinci dünya, düşüncelerimizin, fikirlerimizin ve duygularımızın dünyası, öznel deneyimler dünyası… Üçüncü dünyaysa insan iletişimi yoluyla paylaştığımız bilgi dünyası, bu dünyayı sonsuz bir kütüphane olarak düşünebiliriz, içinde makalelerden bilgisayar yazılımlarına kadar her şey bulunur. İşte bu dünyalardan ikincisi, düşünceler ve duygular dünyası üçüncü dünyada somutlaşır ve birinci dünyayı biçimler. Bu yüzden düşünceler ve kitaplar tehlikeli görülür, çünkü gerçeğe dönüşmek gibi bir tehdit oluştururlar; bu yüzden filmler, kitaplar, internet siteleri ya da oyunlar yasaklanır.

İçinde yaşadığımız toplumu inşa edemesek bile, gidişatına müdahale edebilmemiz için deney yapma şansımız yok ne yazık ki… Modern(ist) bilimin yaslandığı görgüllük nedensel ilişkilerin keşfedilebilmesi için muhtemel üçüncü faktörlerin izole ya da kontrol edildiği bir laboratuvar ortamındaki deneyleri elzem görmekte… Oysa nesnesi insan olan sosyal bilimlerin böyle bir laboratuvar ortamı  yaratması imkansız, şansı varsa çok fazla etkileyebilecek üçüncü faktörlerin neler olduğu hakkında fikri olduğundan onları kontrol etmeye çalışıyor. Böyle durumlarda tam tersi yönde hareket etmekte, yani somut verilere dayanmaktansa, hayal gücümüzü çalıştırmakta yarar olabilir, içinde bulunduğumuz dünyaya alternatif bir dünya düşünmek işe yarayabilir, böylelikle o alternatif dünyada var olanlar ve olmayanlar; gidişatı değiştirmemiz için nereye bakmamız gerektiği hakkında bir fikir verebilir.

Modernite’nin hakkı yenmiş filozoflarından Thomas More -Kral Sekizinci Henri ile kapışıp kellesini kaybetmesi kadar büyük bir şanssızlık- “Ütopya” adlı kitabında tam da bu işe girişir, var olan dünyadan farklı, alternatif bir dünya tarif eder. Atlas Okyanusu’nun tam ortasında bir ada olan Ütopya’da bulunanların ve bulunmayanların bir listesi, More’un dünyasını anlamamıza yarar. Bulunanlar eşitlik, barış, üretkenlik, din/siyaset/ekonomi özgürlüğü, kadın hakları; bulunmayanlar özel mülkiyet, din ayrımı, kast sistemi, savaş ve şiddet. Bu ütopyada kiliseye yer olmadığını da söyleyelim. More, ütopyası içinde yaşadığı toplumsal düzensizliği nasıl bir düzene evrilmesi gerektiğini bize açıkça söyler: dini, sınıfları, özel mülkiyet çıkar; özgürlükleri ekle…

Kelimeyi icat eden More olsa da, tek ütopya yazarı o değil. Bacon’ın “Yeni Atlantis”, Campanella’nın “Güneş Ülkesi” ve Ayn Rand’ın “Hayatın Kaynağı” kitapları birer ütopya girişimi olarak raflarda yerini bulur. Marx’ın ütopya ile ilişkisi karmaşık, kendisinin sınıfsız, sömürüsüz ve özgür bir toplum ideali bulunsa da, bunun gerçekleşeceğinden emin olduğundan ütopya olarak görmemekte… Bir de ütopyaların tam tersini anlatan “distopyalar” var, en ünlüsü Orwell’ın 1984’ü, Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”, Bradbury’nin “Fahrenheit 451” ve Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” bu distopyaların en bilinenleri, tabii bir de Matrix var. 

Ülkemiz yazarlar ütopya meselesinden uzak durmamışlar tabii ki… Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Hüseyin Cahit Yalçın Osmanlı’nın çöküş dönemini sergilerken; Yakup Kadri’nin Ankara’sı başlı başına bir kategori oluşturabilir, kendisi Kadro Dergisi’yle rejimin inşasının entelektüel mimarisine el attığından, Ankara romanı teşhislerini daha “vülgarize” biçimde anlatmakta ne kadar mahir olduğunu bize açıkça gösteriyor. Bir dizi edebiyat eseri, mesela “Sıcak Kafa” kitabı/dizisi de bir distopya sayılsa da, toplumsal mesajının çok da renkli olmadığını söyleyelim.

Peki bugünlerde bir ütopyamız, ya da ütopya sayılabilecek bir metnimiz var mı? Ütopyaların mutlaka edebiyat eseri olması gerekmiyor, akademik yayınlar da bu işlevi görebilir, Keynes’in çeşitli yayınları Bretton Woods sistemini inşasında önemli rol oynarlar, ama böyle bir çalışmaya henüz ben rastlamış değilim.

O zaman işimiz belli gibi, ana muhalefet partisinin parti içi çekişmeleri çok daha ilginç gelse de bir ütopya tasarlamakla işe başlanabilir. Nasıl bir dünyada yaşamak isteriz, bu dünyada neler mutlaka olmalı, neler asla olmamalı? Tamam sömürü olmasın, çevre kirliliği de doğal felaketler de ama ekonomik büyüme de mi olmamalı? Yoksulluğu kaldıralım, iyi fikir; öte yandan girişimcilik olacak mı? Bu ütopyada eğitim nasıl olmalı? Daha da temel bazı sorular var tabii, bizim bazı derslerimizde sorduğumuz gibi, ütopyamızda olmasını istemediğimiz, aynı adayı paylaşmak istemediğimiz kişiler var mı?

Ütopyamızı tasarlarken mekanı gökyüzünde neşeli bir meyhane olası Ferhan Şensoy üstadın şarkısını mırıldanmakta yarar var: “Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi/bir gün gelecek elbet/ütopyalar güzeldir, ütopyalar güzeldir.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.