Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Ekranda kılıç dövüşü…

Bu ülkede yeterince yaşarsanız, “daha saçması olmaz” diyeceğiniz şeylerle mutlaka karşılaşıyorsunuz. Birkaç gündür gündemimizi işgal eden “Zoomgate” skandalı, yani Ekrem İmamoğlu ile bir dizi CHP siyasetçisinin yaptıkları Zoom toplantısının kayıtlarının sızdırılması sonrasında bu konu televizyon haber kanallarının ana gündem maddesi oldu malum. Önde gelen kanallardan birinde şu manzarayla karşılaştım: Ekranda video görüntüsü, ayakta bir konuşmacı elinde çubuk bir şeyler anlatıyor, başka bir konuşmacı çubuğa hamle ediyor, moderatör hanım da ayakta… Her an bir itiş-kakış, bir kavga başlayacak gibi. Görüntünün donmuş hali hafızamda, asla unutmayacağım.

Aslında sıkıştığında sopaya davranmak sadece güncel politik tartışmalara ya da “gelişmekte olan” ülkelere özgü değil. 1946’da iki filozofun, Popper ve Wittgenstein’ın, fikir tartışmasının şömine maşasının da dahil olduğu bir düzeye çıktığı öne sürülür, ikisi de inkar etse de… Meraklıları Popper ve Wittengstein arasındaki fikir ayrılığının düelloya dönüşmemesine şaşmaktalar, Rusya’daki Kant tartışmasının ölümle sonuçlanan bir dövüşle sona erdiğini bildiklerinden. 

Hangi fikir uğruna ölmeye ya da dayak yemeye değer diye sorarsak, herhalde İmamoğlu ve arkadaşlarının konuştuklarını tartışırken değil de, Popper’ı savunurken dayak yemeyi tercih ederim. Hatta futbolla ilgili herhangi bir konu bile uğruna dayak yenilebilecek bir şey, çünkü sahici. “Zoomgate” ve sonrasındaki tartışmalar ise “gaz-pedal” temposunda ilerlemekte, mimikten anlam devşirmeye kadar gider bu iş, çünkü mesele ekmek parası. Öte yandan hemen bir dipnot düşelim, insanların onayı olmadan kaydedilmiş ve sızdırılmış videoları tartışmak pek de etik bir davranış değil. Bilgi düzensizlikleri literatüründe “malenformasyon” olarak tabir edilen, doğru bilgilerin kötü niyetle paylaşılmasına iyi bir örnek oluşturan bu vakada, yapılacak en doğru şey, yok saymak. Malenformasyon da bilgi ekosistemimizi zehirleyen ve manipülatörlerin işini kolaylaştıran bir şey, erkenden engellemek en doğrusu. Ancak öyle zehirli bir ortamdayız ki, düşmanımıza zarar veren her türlü bilgiyi doğru-yanlış bakmadan kullanmazsak “enayi” durumuna düşüyoruz, amaç her şeyi affettirir diyerek Makyavel’in yolundan yürümek norm haline geldi, yapmayana gülüyorlar.

Baktığımızda ortada fol yok, yumurta yok, bir bardak suda neyin fırtınası demek geliyor insanın içinden. Seçimin ertesi günü başlayan “değişsek mi, değiştirsek mi, neyi değiştirsek?” tartışmalarının bir yere varması güç. Sıcaklar gittikçe bastırıyor, vekiller tatile gittiler, kaçabilen bir yerlere kaçıyor. CHP’nin mahalle delege seçimleri bile sıcak bastırmadan, sabah 8:00-9:00 arasında gerçekleştirilebiliyor, demokrasi böyle bir şey. Televizyon kanallarının reytingleri yerlerde sürünüyor, YouTube yayınlarını bile daha az seyredilir halde. Ama yaşam devam ediyor, haber kanallarının “Bizimkiler Yazlıkta” gibi bir dizi çekip hem ekmek paralarını kazanıp hem de tatillerini cümleten aradan çıkarma şansları pek yok. Malzemeye ihtiyaç var, o yüzden de en ufak sinyal bile ilgi nesnesi haline getiriliyor, tek bir “tweet” saatlerce tartışılıyor. Gerilim yok, ama varmış gibi yapmak gerekiyor.

Saatli Maarif Takvimi’nin arkasında yazan ananevi bilgiler gibi bir şey, siyaset Eylül-Ekim aylarında ısınır, herkes evine döndüğü, meclisin açıldığı ve el mahkûm evlere tıkıldığımız günlerde… Yıllarca önce bir siyasi hareket bu gündem boşluğundan yararlanmak kastıyla temmuz ayında hayata geçmişti, gerçekten de başlarda hayli ilgi gördü medyadan ancak sonbaharla birlikte, mekanın esas sahipleri gelince tavsadı, unutuldu. Böylelikle de bir ders alınmış oldu, medyanın sevgisi pazara kadar, mezara kadar değil. Bu nedenle de eskilerin sözünü dinlemek lazım, sonbahara kadar bir şey olmaz muhalefet cenahında, sonbahardan sonra olur mu, o başka bir mesele…

Emre Erdoğan’ın hazırladığı network grafiği.

Ancak atılan taş ürkütülen kurbağaya değmeyecek olsa bile, ekranlarımızdaki bu ortamın sayısız sakıncası bulunuyor. Yaşamdaki çoğu şeyi doğrudan deneyimlemiyoruz, temsillerle oluşturuyoruz algımızı. Diğeri hakkındaki algımız da öyle, siyaset hakkındaki düşüncelerimiz de. Habercilerin insanları karşılıklı oturttukları, “bir sen söyle, bir diğeri söylesin” şeklinde oturumu yürüttükleri bir ortam siyaseti siyah-beyaz, doğru-yanlış, iktidar-muhalefet ikiliğinde algılamamıza yol açıyor, grilikleri ve ortaklıkları unutuyor, ikili, “Manikyen” bir siyaset varmış gibi algılıyoruz. Malum, popülistlerin en önemli özelliklerinden biri siyaseti “Manikyen” bir şekilde, Tanrı ile şeytan arasındaki bir mücadele şeklinde sunmaları. Siyaset bu şekilde tanımlanınca, bizimle aynı fikirde olmayan “sapkın” kişiye her türlü davranış reva oluyor, ötekileştirme de bu kadar kolay tetikleniyor.

Son dönemdeki siyasal gelişmeler, özellikle de medyadaki kutuplaşmanın artması, bize “ikili” yapıyı aratır hale getirdi. Artık medya, kamplardan sadece birisine sesleniyor, o kampın mensuplarının kendi doğrularına inançlarını arttıracak şekilde haberleştiriyor ya da yorumlattırıyor. Karşı görüşe yer veren, kendi doğrusunu sorgulatan mecralar neredeyse yok, bu da zamanın ruhuna çok uygun. İnsanlar zaten düşünürken bile aksi yöndeki kanıtları görmezden geliyorlar, medyanın bu hali de gece rahat uyumalarına izin veriyor.

Öte yandan bu “tekçileşme” hayırlı bir şey mi, tabii ki değil. Gerçek dediğimiz şey zaten insan havsalasının alamayacağı kadar karmaşık, onu tek bir doğruya indirgediğinizde olan bitenin sadece kötü bir izdüşümünü görebiliyorsunuz. Dünya, bir hayal perdesi gibi eksik, yanlış ve daha kötüsü taraflı bir şekilde gözlerinizin önünde şekilleniyor. Gerçeği kavramayı başaramamamız sadece bir felsefi bir mesele değil, pratik sonuçları da var. Eksik bilgiyle -asla tam bilgiye sahip olamayız ama- alınan kararlar çoğunlukla yanlış ve zararlı oluyor. Bilgiyi tamamlamanın yolu, maruz kalmadıklarımıza da erişebilmekten geçiyor; o da ne bizim ne de bizi yönlendirmekten çıkarı olanların istediği bir şey değil.

Sonuçta bir şekilde kendi eylemlerimizin sonuçlarından etkileniyoruz, başkalarının eylemlerinden de etkilendiğimiz gibi. Hiçbir insanın ada olmadığı, çanlar çaldığı zaman herkes için çaldığı gerçeğini idrak ettiğimiz zaman kendimize sormamız gerekiyor: Eylemlerimle kendime ne kadar zarar verdim, başkalarına ne kadar zarar verdim? Eylemlerimizi gerçekten ziyade onun eksik bir temsiline dayanarak gerçekleştirdiğimizde hem kendimize hem de diğerlerine daha fazla zarar veriyoruz. Bu salgından karlı çıkanlar var mı, var. Gündemde kalan siyasetçisinden iki “tık” fazla alan “influencer” kişisine kadar geniş bir yelpaze bu işten karlı çıkıyor, biz sıradan insanlar hariç. O zaman Horatius’u hatırlamakta yarar var, “ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayen!”. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.