Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Unutmak, en iyi bildiğimiz…

“Unutursak kalbimiz kurusun!” Bu ülkede yeterince yaşamışsanız, bu feryadı defalarca duymuşsunuzdur kesin. Coğrafyamızda eksik olmayan yangın, heyelan, sel, deprem gibi doğal felaketlerin yanı sıra insan eliyle mümkün kıldığımız trafik kazaları, terör saldırıları, tren çarpışmaları ve benzeri yıkımlar karşısında çok da haklı bir feryat, çünkü yaşananları unutursak, sorumlularından hesap sormazsak tekrarlanacağını ve bu kez bizim başımıza geleceğini biliyoruz. Ve, unutuyoruz. Yine bu ülkede yeterince yaşamışsanız, her şeyin ve herkesin kolayca unutulduğunu ve her felaketle karşılaştığımızda ilk defaymışçasına şaşırdığımızı da bilirsiniz. Bu ülke çocukları için unutmak, yaşamanın yegâne yolu, Kötü insanlar olduğumuzdan değil, insan olduğumuzdan… 

Kötülüğü bir meslek, bir yaşam tarzı haline getirmiş olanlar var tabii, onları ayrı bir kategoride değerlendirmek gerek. İnsanlığı Yahudi soykırımıyla yüzleşmeye çağıran Arendt, kötülüğün sıradanlığına dikkat çekmişti, bir “aile babası” bile -Eichmann’dan bahsediyor- koşullar elverdiğinde eli kanlı bir katile dönüşebilmekteydi. Kendi halinde vatandaşların Nazi şartlamasıyla nasıl canavarlara dönüştüğünü anlatan “Hitler’in Gönüllü Cellatları” ve “Sıradan Adamlar: 101. Yedek Polis Taburu ve Polonya’da Nihai Çözüm” gibi kitaplar bize herkesin içinde bir canavar sakladığını detaylıca anlatıyor. Kötülüğü anlamaya çalışan 1950’lerin Milgram ve Zimbardo gibi sosyal psikologlar insanların ellerine otorite geçtiğinde nasıl acımasız hale geldiklerini deneylerle gösteriyorlar, daha sonra bulgularının geçerliliği ve yöntemleri hayli tartışılsa da… Golding, “Sineklerin Tanrısı” kitabında, çok masum gözüken çocukların bile nasıl “zıvanadan çıkabildiklerini” anlatıyor bize. Bütün bu çalışmalar, her insanın kolaylıkla kardeşini öldüren Kabil olabileceğini öne sürüyorlar, hayli de inandırıcılar…

Öte yandan, herkesin eşit derecede kötülüğe teşne olmadığını öne sürenler de var… Nazi devletinin eli sopalı haydutları SS’lerin ya da Gestapo üyelerinin o kadar da “normal” insanlar olmadıklarını, çoğunun daha önce sayısız suça karışmış psikopatlar, mimlenmiş sosyopatlar olduğunu gösteren biyografik çalışmalar var. Nazi rejim suçluları, ellerine geçen fırsatı kendileri lehine kullanan kişiler, herkes eşit derecede suçlu değil. Sadece Nazi Almanyası’nda değil, başka zaman ve coğrafyalarda kötü olmamayı seçen, kötü olmanın verdiği fırsatları reddeden hatta kendisi kötülüğün nesnesi haline gelmiş insanlar var, onları istisnai vakalar, bir tür azizler olarak görmek haksızlık olur.

Bizim unutkanlığımız nasıl bir kötülük bu durumda? Gerçekten de yaşayabilmemiz unutabilmemize bağlı büyük ölçüde, unutmasak yaşayamayız. Her türlü hatıramız, acı-tatlı, yeniden beslenmedikçe silikleşmeye, kendisinin bir gölgesi haline dönüşmeye mahkûm… Hatta, artık hatırlamanın raftaki bir kitabı çekip almaktan çok, bir film sahnesini yeniden kurgulamak olduğunu biliyoruz. Ana hatlar doğru olsa bile, gerisi dekor… Travma yaşamış kişilerin travmatik anılarını silmeye eğilimli olduğunu biliyoruz, bu silme işlemi daha sonra adına “travma sonrası stres bozukluğu” verilen bir dizi rahatsızlığa yol açsa da… Toplumların yaşadıkları travmaları unutabilmeleri gerektiğini savunan Nietzsche gibi filozoflar da var, “aktif unutma” devreye girmese, bir toplumun “bizlik” duygusunu sürdürebilmesinin olanaksız olduğunu söylüyorlar. Yüzleşme fikrinin kâğıt üzerinde iyi olduğu, ancak toplumsal yüzleşmenin travmanın nesnesi olmuş kişilerin iyileşmesine hiçbir faydası olmadığını da söyleyenler var, bireysel iyileşmeye yol açmıyorsa, neden hatırlayalım ki o zaman? Böyle baktığımızda unutmak, unutabilmek yaşayabilmenin en iyi yolu gibi gözüküyor, başka bir tür “insanlık hali” deyip geçebiliriz, malum “insana dair hiçbir şeye yabancı değiliz.”

Bununla birlikte, unutmanın bir siyasi boyutu yok mu? Yani her türlü insan zaafında olduğu gibi, unutmaya teşne olmamızdan çıkar umanlar, unutturarak kendi suçlarının üstünü örtenler, unutmak istememizi kendilerine bir siyasi dayanak olarak kullananlar yok mu? İnsanlığın “o güne kadar” gördüğü en büyük suç olan Yahudi soykırımının sorumluları Soğuk Savaş ortamının sayesinde muteber vatandaşlar olarak Almanya’da yaşamaya devam etmediler mi uzun süre? Büyük bir kısmı Sovyet karşıtı faaliyetlerinden dolayı ödüllendirilip yeni Almanya’nın siyasi basamaklarında teker teker yükselmediler mi? Sessizlik, ama asla utanç dolu olmayan bir sessizlik hüküm sürmedi mi uzun yıllar? Keza, İspanya’da, demokrasiye geçişten sonra diktatör Franko dönemindeki suçların kovuşturulmayacağına dair bir “Pacto del Olvido (Unutma Anlaşması)” imzalanmadı mı? Ülkemizde de sayısız suç “unutalım en iyisi” diyerek geçiştirilmiyor mu? Unutmak insani bir zaaf, ama unutturmaktan çıkar sağlayan o kadar çok kişi var ki, hatırlamayı savunmak gerekiyor, çok farklı coğrafyalarda hafızayı savunan sivil toplum kuruluşları var, tabii ki muhataplarına kıyasla çok güçsüzler… Unutmak sadece iyileşmek anlamına gelmiyor, yanında da cezasızlığı da getiriyor muktedirler için.

Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden 6 ay, Marmara Depremi’nin üzerinden 24 yıl, neredeyse bir çeyrek asır geçti. İlkinde en az 50 bin kişi, ikincisinde de 20 bin kişi yaşamını kaybetti, binlerce kişi yaralandı ve yüzbinlerce kişi yaşamını yeniden kurmak zorunda kaldı. Her ikisinde de “Unutursak, kalbimiz kurusun!” dedik, ikisini de unutuverdik. Ateş düştüğü yeri yakıyor, 6 Şubat’ta ocağı yıkılan kişilerin unuttuklarını öne sürmek haksızlık olur, onlar asla giderilemeyecek bir boşlukla karşı karşıyalar şimdi, yemek masaları asla tam olmayacak. Ama zamanla anılar silikleşecek, kaybettiklerinin seslerini hatırlamak için çaba harcadıklarını fark ettikleri bir gün de gelecek, o kadar yabancılaşacaklar kendilerine… Marmara Depremi mi? Eğer yıldan yıla yapılan anma törenlerini saymazsak, çoğunluk yaşantısını yeniden kurdu bile. Yalova’daki deprem anıtı yeni yapılmış parkların, kalabalık kafelerin ve akşam yürüyüşlerinin ortasında ortamla ilişkisiz bir yabancı gibi ziyaretçilerini bekliyor. Depremde yıkılan binaların yerine yenileri yapıldı bile, hatta Yalova’ya özgü “yazlıkçı hayatı” sanırım eskisinden de canlı geri geldi. Hiç olmamış gibi…

Hiç olmamış gibi yaşamayı anlayabilmemiz gerek, daha önce değindiğim üzere insana dair ve sanırım faydalı bir kusur bu… Ama yaşananların sorumlularının kimler olduğunun unutulması, bu kabul edilebilir mi? Marmara Depremi sonrasında tek bir müteahhit bütün günahların keçisi oldu ve lanetlendi, ancak yaptığı binalar teker teker yıkılan büyük inşaat firmaları ve onların sahipleri muteber insanlar olmaya, ticarette ve siyasette paylarını almaya devam ettiler, isimlerini sosyete sayfalarında kolaylıkla bulabilirsiniz. Sadece o “müteşebbisler” değil, fay hattının dibine yüzlerce konutun inşa edilmesine izin verenler, bunu mümkün kılan siyasetçiler ve bürokratlar da hesap vermediler, unutma arzumuzun arkasına saklanarak siyasi ranttan paylarını aldılar. Hesapta “dördüncü kuvvet” olan medya ticari ve siyasi ilişkilerini korumak amacıyla susmayı tercih etti, çoğulcu bir medyanın var olduğu iddia edilen zamanlar bunlar. Sivil toplum her zamanki gibi aciz kaldı, ilk başlarda sesi çıkan birkaç örgüt zamanla kayboldu, şehirler imar edilirken ve rant yeniden dağıtılırken ya fikirleri sorulmadı ya da kendileri de masada yerlerini aldılar. Bütün bunlar olurken hepimiz oradaydık, sustuk. 2002 seçimlerinde siyasetin müesses nizamı yerle bir olurken, sebep böyle bir yıkıma yol açmaları ve deprem sırasındaki beceriksizlikleri değil; ekonomiyi çökerterek cebimizdeki üç kuruş parayı çalmalarıydı, onun bedelini ödediler. Hoş, birçoğu sonradan yeniden “akil insan” olarak siyasete geri döndü, o başka…

17 Ağustos Deprem Anıtı, Yalova.

Marmara Depremi -ve sayısız felaket sonrasında- böyle oldu diye, tarih tekerrür etmek zorunda mı? Yani Kahramanmaraş depremi sonrasında bu kadar çok can yanmışken, hesap sorulmayacak mı, sorumlular bedelini ödemeyecekler mi? Ya da kimseyi bir daha kolon kesmeye cesaret ettiremeyecek kadar ağır cezalar veremeyecek miyiz, sorumluluk sahipleri insan içine çıkamayacak kadar lanetlenmeyecekler mi? Her gün yaklaştığı söylenen İstanbul Depremi ya da öngöremediğimiz diğer felaketlere karşı ne tür tedbirler alacağını söyleyemeyen politikacıları alaşağı etmeyecek miyiz? Sadece kendi kabilesinin hoşuna gideceklerini söyleyen, doğruyu aramaktan çok geçimine bakan sözde dördüncü güç medyanın yüzündeki maskeyi indirmeyecek miyiz? Yoksa, hiçbir şey değişmeyecek, her şey aynı mı kalacak?

Unutmak bu kadar kolay ve işlevselken, “yaraya tuz basmak” zor iş, bunu kabul edelim. Ancak tamamı “aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey” tadında yaşanmış bir hayat, ne kadar doğru bir hayattır? İçinde hesap verme sorumluluğu olmayan bir siyaset; hataların bedelinin ödenmediği, yapanın yanına kar kaldığı bir toplumsal düzen, ne kadar iyi bir düzendir? Yeni olmak, değişimi arzulamak çürük temeller üzerine inşa edilmiş bir köhne binanın ön cephesine makyaj yapmaktan mı ibarettir? Sadece bir gün anıyoruz, o gün de bu soruları soralım, huzurumuz kaçsın; belki bir gün başkalarının da huzurlarını kaçırmayı başarabiliriz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.