Ayşe Çavdar yazdı: Aklın kurduğu tuzaklar – Bir teori ve salgın klişeler hakkında

Bugün müsaadenizle, iki arkadaşımla, biriyle kafamın içinde, biriyle konuşarak, yaptığım bir hasbihalden söz edeceğim. Bu arkadaşlarımdan biriyle uzun zamandır görüşmüyordum. Hal hatır sorduğu birkaç satırın ardından Türkiye’deki bütün siyasi krizin, solun dünyayı ve ülkeyi okuyamamasından kaynaklandığını öne süren bir email aldım. Gerek yüz yüze sohbetlerde, gerek kimi analizlerde çok duyuyoruz bu iddiayı. Bu arkadaşıma cevap yazamadım henüz çünkü ne diyeceğimi pek bilemedim. Sonuçta memlekette, en az 12 Eylül darbesinden bu yana sağ mutlak olarak iktidarda ve başımıza gelen her işin faili de sağ siyasetçiler ve elitler. Hatta 12 Eylül’ün, bu mutlaklığı kotarmak, başka türlüsünün mümkün olmamasını sağlamak üzere yapılmış sağ-muhafazakâr bir darbe olduğundan kimsenin şüphesi yok. Darbeden zarar gören sağcıların bile, “Biz zindandayız ama fikirlerimiz iktidarda” diyerek kutsadıkları bir müdahaleydi o darbe. Hedefi de solun meyveye durduğu toprakları kurutmaktı. Nitekim bunun tam olarak böyle olmasının sonuçlarını o darbeden itibaren köylülerin ve işçilerin siyasi ve iktisadi güçlerini yitirip paryalaştırılması şeklinde tecrübe ettik. Ekonomik büyüme rakamları yalnız suların başlarını tutanları mesut etmeye yaradı ve tabii onlar da bunu mümkün kılan siyasetçileri korumak, kollamak, beslemek ve payidar kılmak için ellerinden geleni yaptılar. Hal böyle iken, yani bugün yaşadığımız tüm felaketleri örgütleyen faillerin tamamı birbirleriyle rekabet etseler de ortak çıkarları için işbirliği yapmaktan geri durmayan sağ (milliyetçi, İslamcı, hatta Cumhuriyetçi muhafazakâr) partiler, ideologlar vs. iken “hepsi sol yüzünden” tesbihi çekmekten vazgeçmeye mani olan halet-i ruhiye üzerine kafa yoruyorum ister istemez. Şunu da eklemek isterim mevzunun işaret ettiği karmaşayı ve ehemmiyetini iyice vurgulamak için. Başımıza gelen her kötülükten solu mes’ul tutanlar yalnız sağın şu ya da bu fraksiyonundan insanlar değil. Kimi kamuoyunca da yakından tanınan yaşını başını almış, delikanlılık demlerini sol siyasete katkıda bulunarak geçirmiş çok sayıda insan da var. O zaman soruya birkaç kelime eklemek lazım: Birbirleriyle hiçbir konuda anlaşamayacak bu insanları, başımıza gelen her türlü felaketten solu sorumlu tutma konusunda uzlaştıran ruh halini anlamanın bir yolu var mı? Bu “sol suçlayıcılığı” biraz, kadınlara yönelik işlenen suçlarda çokça karşımıza çıkan baş belası bir düşünmeme yöntemine benzetiyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Hani vardır ya; failin failliğini konuşmak yerine, suça maruz kalanın failin işini kim bilir nasıl kolaylaştırdığını sayıp döken alelacayip o akıl yürütme yöntemi: “Kim bilir ne yaptı da uğradı o tacize? O saatte sokakta ne işi varmış canım? Niye ısrarla boşanmak istemiş ki kocasından?” Bana da irkiltici gelen bu teşbihi niye yaptığımı bilahare izah etmeye çalışacağım.

Bu yazının ikinci müsebbibi ise dün gece saatlerce sohbet ettiğim ve her bir anından ayrı haz aldığım bir başka arkadaşımın sorusu. Aklına, fikrine, ayaklarının yere basma açısına çok güvendiğim bu arkadaşım, “Ya Ayşe bunlar nasıl hâlâ yüzde 30 oy alabiliyorlar” diye sordu. Ben de dilim döndüğünce birazdan söyleyeceğim bir sebepten bahsettim. Sohbet bitti, pencereleri kapattım, uykudan önce yapılması gerekenleri sırasıyla ifa edip yatağıma uzandım ve tam o an ilk ve ikinci soruların birbiriyle ikiz kardeş oldukları fikrine uyandım. Emailine henüz cevap vermediğim arkadaşımın halet-i ruhiyesi hakkında kafama takılan soru ile, yüz yüze sohbet ettiğim arkadaşımın “Nasıl hâlâ yüzde 30 alabiliyorlar?” sorusunun cevabı aynıydı. İkincisine verdiğim cevabı özetleyerek başlayayım. Daha evvel de birkaç kez söz etmiştim bundan: “Bütün hayatımı yanlış yaşamış olamam, öyle olsa bile bunu kabul edemem” şeklinde özetleyebileceğim bir halet-i ruhiye bu. Kimi zaman, “Evet bütün hayatımı yanlış yaşadım ama sor bak niye öyle yaptım” minvalinde bir öyküye bağlandığı da oluyor. Önceki cümlede gördüğünüz inat, sonrakinde gene inatçı bir edilginliğe bağlanıyor: “Hayır hayatı yanlış yaşayan ben değilim, bilakis bana hayatı yanlış yaşattılar.” Bunu en yüksek mercilerden duymuştuk hatırlarsanız: Biri, “Kandırıldım” deyip çıkıvermişti işin içinden ateşle savunduğu ve bizzat örgütleyicisi olduğu “yanlış”ların yarattığı felaketler serisinin sorumluluğunu üstlenmek yerine.

Ama… Ama… Ama…

Bu iki soruya verilen cevapların birbirine “bilişsel uyumsuzluk” (cognitive dissonance) dediğimiz bir teori üzerinden bağlanabileceğini düşünüyorum. 1950’lerin ortalarında Leon Festinger’in formüle ettiği bu teorinin temel önermesi şunun gibi bir şey: Bir mevzuda, birbiriyle ilişkili ancak aynı zamanda tutarsız birden fazla bilgiye/inanca/değere sahip olduğumuzda rahatımız kaçar. Zihnimiz bu rahatsızlığı bertaraf etmek için çeşitli yollar aramaya, telafi mekanizmaları kurgulamaya başlar (1). Bu mekanizmalar bahse konu mevzuyla ilişkili olmakla birlikte birbiriyle çelişen elementlerden birinden vazgeçilmesi ya da önemsizleştirilmesi ya da daha önemliymiş gibi muamele görmesi veya çelişen iki elementi (bilgiyi ya da inancı birbirine bağlayacak) üçüncü bir element icat edilmesi şeklinde olabilir. Örnek mi: Hırsızlık, birinin ya da herkesin olanı çalmak suç, ayıp, günah. Ama oy verip desteklediğiniz partinin ileri gelenleri bu suçu/ayıbı/günahı ya işliyor ya da örgütlüyorlar. Size de pay vermiyorlar, yani hâlâ güvenli bölgedesiniz diyelim. Gözünüzü ışıklı tarafa çeviriyorsunuz: “Çalıyorlar ama çalışıyorlar!” Hırsızlığı onaylamıyorsunuz ama partiyi desteklemeye devam etmek istiyorsunuz çünkü sürekli kazanıyor ve siz de kazanan tarafta olmayı tercih ediyorsunuz. Bu bilişsel uyumsuzluğu giderecek bütün mekanizmaları iki kelime bir bağlaçtan oluşan kısacık bir cümleyle işe koşmuş oldunuz: Çalıyorlar bu kötü, çalışıyorlar bu iyi. “Ama”da ise uzun bir öykü gizli. Olumlu bir değer yüklediğiniz çalışmayı, olumsuz bir değeri olan çalmaya göre önemli kıldınız. Ama ile, bağlantı elementini de düzleme yerleştirdiniz. Kendinizle çelişerek yaptığınız bir tercihi bağlamlandırdınız. Buna meşrulaştırmak da diyorlar ama aslında tam olarak zıddına tekabül ediyor. Meşruluk, ahlaki dayanak üretmekle ilgili. Burada emin olduğunuz şey vazgeçtiğiniz değerin yerini başka hiçbir şeyin, mesela o cümledeki “çalışma”nın tutamayacağı. Ama yolunuza devam edebilmek için ondan vazgeçmek durumundasınız. Yani yaptığınız şey bu vazgeçişi tahammül edilebilir kılmaktan ibaret. Tahammül etmek zorundasınız çünkü o vazgeçiş sayesinde elde edilmiş hiçbir kazanımın meşru olmadığını gayet iyi biliyorsunuz. Size bu ağır telafi mekanizmasını üretmekte yardımcı olsun diye hazırlanıp sunulmuş öykü kısa, kolay tüketilir türden, ama aslında çok uzun: “Çalıyorlar ama çalışıyorlar.”

Demek istiyorsunuz ki, “Daha evvelkiler ya da başkaları hem çalıyorlar hem de çalışmıyorlar (idi). Benimkiler hiç değilse çalışıyorlar. O zaman durmak yok, yola devam.” Ama nasıl? Çünkü bu kısacık cümleye sıkıştırılmış uzun hikâyeyi tekrarladıkça yaşadığınız yer ve zamanda herkesi birbirinden şüphe eder hale getirecek bir günaha/suça/ayıba da cevaz veriyorsunuz. Bu suç/günah/ayıp karşısında çaresiz kaldığınızı, onun artık hayatınızın bir normali, hatta kaidesi olduğunu kabul ettiniz. Yani ürettiği güvensizliği normalleştirdiniz, normlaştırdınız. Aslında o suça karşı koyacak maddi ve manevi güce sahip olmadığınızı itiraf ettiniz. Artık bu güvensizlikle yaşamaya devam edeceksiniz. Her an daha ne kadar yoldan çıkacağınızı düşünüp durarak endişelenecek ya da “Battı balık yan going” deyip akıntıya bırakacaksınız kendinizi. Oy verdiğiniz, desteklediğiniz insanlara da güvenmeyeceksiniz ama onları onaylayarak suçlarına ortak olduğunuz için bu güvensizliğinizi itiraf etme hakkınızı da kaybettiniz.

Dahası var, kendinize güveniniz de aşındı çünkü bir değerinizden açıkça deklare ederek, şahitler huzurunda, belki defalarca tekrarlayarak pekiştirdiğiniz bir ritüelle vazgeçtiniz. Sizin de güvenilir bir tarafınız kalmadı, bunu biliyorsunuz. İnandığınızı söylediğiniz tüm değerler aynı şekilde terk edilme riskine sahipler artık. Peki o zaman, sizi siz yapacak ne kaldı? Kendinizde olan neye tutunarak savunacaksınız kişiliğinizi? Bu halle kime eş, kime dost, kime baba, kime anne, kime yar olacaksınız? İnsanlar sizdeki neyi sevip, beğenip, sizin hangi sözünüze neden güvenip sizinle yoldaş olacaklar? Peki ya siz güvenebilecek misiniz insanlara, eşinize, dostunuza, dava arkadaşlarınıza? Hayır, elbette güvenemeyeceksiniz ama artık geri de dönemezsiniz. Bu güvenilmez insanlarla çıktığınız yola devam edebilmek için birlikte tutunacak bir şeylere ihtiyacınız var. Fakat o şey sizin açınızdan bağlayıcı olmamalı. Çünkü siz ve aynı hikâyeyi sahiplenenler kıymet verdiklerini söyledikleri değerlerle aralarındaki bağın ne denli zayıf olduğunu gösterdiler bir kez. Şu halde daha soyut, daha kolay savunabileceğiniz, o değere sadakatinizi somut olarak ölçmenin pek de mümkün olmadığı bir şey seçmeli ve ona sığınmalısınız. İşte tam da böylesi bir ihtiyaç halinde olduğunuz için “ama”yla işaret ettiğiniz hikâye ansızın vazgeçilmezleşecek. “Başkaları da çalıyorlar” değil mi? Başkaları da en az sizin kadar kolay terk ediyorlar değerlerini. Sizden farkları yok. Onlar da kendilerine benzeyenler suç, ayıp, günah işlediklerinde kolayca buluyorlar savunulacak bir taraflarını. Onların da “ama”ları var ve hatta o “ama”lar size işaret ediyorlar. O zaman, o başkalarına asla güvenmemelisiniz. Onların da size güvenmeleri için bir sebep yok. Şu halde tutunduğunuz şeylere daha sıkı sıkıya yapışmalısınız. Asla bırakmamalısınız onları, daha yüksek sesle haykırmalısınız: “Vatan, milllet, Sakarya, başörtüsü, imam hatip, köprü, yol, hastane… Benden olmayanlar benden daha kötü, belki en fazla benim kadar kötüdürler ama kötüler işte… Benden olanların yaptıklarından onlara ne! Önce baksınlar kendilerine!”

Bu kadar basit değil elbette, çok daha karmaşık bir herc-ü-merç. Üstelik bir hayli travmatik de… Süreğen bir parçalanmadan söz ediyoruz çünkü. Nerede, ne zaman başladığını Allah bilir. Umalım ki parçalanmanın son demlerindeyizdir ve bundan ötesi yoktur. Bu izleği takip ederek kutuplaşmanın evvela her bir insan tekinin kendi zihninde, bilincinde, kıymet verdiği şeyler arasında tercih yapmaya, bazen çıkarı bazen konduramadığı bazen o şerden bir hayra varılabileceği vehmine kapıldığı için en değer verdiği, onu o yapan şeylerden birer birer vazgeçmeye zorlandığı anlarda örgütlendiği sonucuna varabiliriz. Önce kendilerine ve kendilerinin değerleriyle aralarındaki bağlara güvenmeyi bırakan insanlar, giderek güveni sembole indirgenmiş benzerliklerde aramaya başlarlar. Nihayet o “ama”lara sığınmış insanların kimliklerinin, sahip oldukları hasletler arasında savunması en maliyetli olanlardan vazgeçtikleri ölçüde kemikleştiğini, taşlaştığını, hayır hayır, muşambalaştığını görürüz. “Ama”nın kaynağı olan siyasi bağlam evvela kendisine inananların değer sistemini parçalar, o sistem parçalandıkça taraflar oluşur ve aslında taraflar birbirleri gözünde birbirlerinden farksız hale gelirler. Birbirlerine güvenmemelerinin nedeni, bir diğerinin nasılsa kendilerine benzediğini düşünmeleridir. Fakat kuvvetle tutunulan şeyler hem azalmış hem de dokunulmazlaşmıştır. Paragraflar, cümleler, hatta kelimeler anlamlarını yitirir. Şu ya da bu sembol bütün hassasiyetleri ayağa kaldırır. Hassasiyetin sebebi “öteki”nin saygısızlık ettiği bir şeyden çok, hassasiyet sahibinin vazgeçtikleridir. Ayağının son bir kez, o sembole indirgenmiş şeyin üzerinden de kaymaması için mücadele etmektedir. Kendisiyle ve kendi benzerleriyle yaptığı mücadeleyi çoktan kaybettiği için, “başka”sı saydıklarıyla arasındaki kavgaya abanacak, kulaklarını tıkayıp gırtlağının tüm gücüyle bağıracaktır. “Ben, ben, biz, biz, sizzzzzz, onlaaaaaar, bunlaaaaar.”

Ne kadar bağırırsa bağırsın, işler çığırından çıktığında, çalışmanın çalınanı telafi etmediği iyice idrak edilmeye başlandığında, durup “Ya hu bir şeyler de çok yanlış gidiyor, ben böyle ne hale geldim” demeye başladığında aslında ilk ve en büyük parçanın kendisinden çalındığını da anlayacak. Anlayacak da peki ne yapacak? Öyle büyük, derin ve zamana yayılmış bir parçalanma ki bu… Her bir değer yolun bir mevziine dağılmış, hatta o mevzilerdeki mahalleler de yıkılmış, yerlerine, bazı şeyleri ona benzese de çoğu şeyi benzemeyenler için gökdelenler, siteler yapılmış. Nereye dönecek, o parçaları nasıl bulacak, hem hangi maiyle yapıştıracak onları yerine, o kuvvette bir tutkal üretilmiş midir? Üretilmiş olsa bile kimbilir maliyeti nedir? O maliyeti ödeyecek değer kalmış mıdır elde? Satılıp savılacak, “ama”ya talim etmeyen bir kervana yüklenip komşu pazarlarda okutulacak tek bir hazine bulunabilir mi o parçaların arasında? Çaresiz yeni bir “ama” edinilecek: “Ama çevresi kötü.” Bu, önceki amanın harekete geçirdiği parçalanmanın haz dolu acısını, ağrısını giderecek evsafta bir sığınak değil elbette. Hikâye ettiği sahnede kastedilen “çevre”nin görünürlüğü ölçüsünde şeffaf, geçirgen. Ama dönecek bir yer de yok? O zaman çaresiz kendisinden kalan şeyi bu kısacık cümleye sığdıracak ve bir an önce kıyametin kopmasını, bu hikâyenin geride hatırlayacak hiç kimseyi bırakmayan bir sonla nihayete ermesini bekleyecek.

Arkadaşımın “Hâlâ nasıl yüzde 30 oy alıyorlar” sorusuna verdiğim kısa cevabın uzunu bu. Bu hikâyede kimse mağdur ya da mazlum değil. Herkes önüne çıkan her dönemeçte bir imtihandan geçmiş, tercihini yapmış, bu dünyadaki semeresini görmüş, ceremesini de çekecek elbet. Neyi, niye tercih ettiğinin de farkında zira. Kimse kandırılmadı. Katılımcılar bu oyuna kaldırıldıklarını, sahneye/sofraya davet edildiklerini, sonunda haklı çıkacaklarını, böylece bir zamanlar sahip oldukları değerlerin değilse bile o değerlerden vazgeçişlerinin onaylanacağı bir asr-ı saadet umuyorlardı. Olmadı. Olmayacağını her vazgeçişte bir kez daha idrak ediyor ama vazgeçişten, vazgeçişin verdiği hazdan ve hafiflik duygusundan da vazgeçemiyorlardı.

Aralarından çıkıp gidenler oldu. Partiler kurdular, “Aha şu son dönemeçte biraz ileri gittik, bu kadar parçalanmanın alemi yoktu dediler” ama bunu deme halleriyle bile o ilk ve orijinal, öncül parçalanmaları onaylamış oldular. Oraya dönüp orayla, o ilk vazgeçişlerle halleşmeden sonrakileri sorgulama hakkına sahip olamıyorlardı bir türlü. Hülasa yalnızca kendilerinin artık “Parçalanacağınız kadar parçalandınız, bundan sonra başkalarını parçalayacağız” denilerek denklemin dışına atıldığı andan sonrasına yönelttikleri her türlü eleştiri ve suçlamayla, asıl yüzleşmenin, hesaplaşmanın, farkına varışın, yeni bir hikâye olanağının ertelenmesine katkıda bulundular. Bu da, oradan çıkan siyasi ekipler neden bekledikleri kadar büyük parçalar koparamadılar sorusuna bulabildiğim cevap.

Sol’un günahı…

Muhafazakâr bir ailede büyüdüm, ilk siyasi deneyimlerini oralarda edindim ve daha 20 yaşıma bile varmadan “Yandım Allah, bu ne böyle” diyerek kendimi becerebildiğim kadar uzağına attım yukarıda tarif ettiğim sahnenin. Belki de hem muhafazakârların hem hayatının bir döneminde, belki hâlâ, kendini solda tarif edenlerin iştahla ve gayretle “Aaah ah bu sol, sol yok mu” yakınmaları karşısında hissettiğim “Ya ama gene mi, hâlâ mı?” bıkkınlığının sebebi budur. Hele gelir adaletsizliğinin bu kadar derin, emek sömürüsünün bu denli yaygın ve can yakıcı olduğu bir ülkede sol siyasetin asla karşılık bulamayacağı yolundaki ezberin sinir sistemim üzerinde yaptığı tahribatı ifade edebilmemin yolu yok. Yine bir bilişsel uyumsuzluk vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum bu ezber sızlanmayla karşılaştığımda. Sebebi ise herkesin bildiği bazı bilgileri yukarıdaki ama’lara sığıştırma gayreti olsa gerek. Ana akımdan kopmamanın yanı sıra, sorumluluk almayı da reddetme arzusuyla kuruluyor o cümleler. Böylece bu minvalde sızlanan ya da sözüm ona çok akıllıca bir şey söylediğini zanneden herkes, yukarıda sözünü ettiğim parçalanmayı on yıllardır yaratan siyasi mihraklar gözünde bir tür saygınlık ya da itibar elde etmiş oluyorlar sanki. Şunun gibi bir şey: “Meseleyi böylece tespit ederek başlarsak, ayaklarımız yere değmiş olur ve bunu söylediğim andan itibaren muhatabımda serdedeceğim düşüncelerin gerçekçi olduğu kanaati hasıl olur.” Muhatap hep sağ, hep muhafazakârlar, dindarlar ya da milliyetçiler. Her ne kadar sol, “aydın kibri” ile etiketlense de kibrin büyüğü burada asıl. Çünkü hemen herkes memlekete dair özlediğimiz her ne varsa ancak sağın, milliyetçilerin ve dindarların dönüşmesi halinde gerçekleşebileceğinin, yani bütün o hayallerin önündeki en büyük engelin onlar olduğunun gayet farkında. Solu suçlamaksa, herkesin bildiği bu gerçeği itiraf etmemek için sapılan bir yol sadece. Oysa o dönüşüm gözlerimizin önünde yaşandı ve bitti saygısızca.

Solu şu yukarıda işaret ettiğim minvalde eleştirenleri, sağın afyon olarak ürettiği parçalayıcı “ama”lara sıkıştıran ihmal edilmiş bilgilerin birkaçı şunlardan ibaret: Hem 12 Mart, hem 12 Eylül darbeleri doğrudan doğruya solu hedef aldı. Bu topyekûn bir hedef alıştı üstelik. Halen de devam etmekte, hem de olanca gücüyle. Çünkü sol, dindar, milliyetçi ve kimi cumhuriyetçi muhafazakârların arzu ettikleri kalıcı güce, birbirleriyle memleketin “müesses nizamı” olma yolunda yaptıkları kıyıcı rekabette harcamak üzere muhtaç oldukları kudret/kan arasındaki başlıca mania. Bu kadar köşeye kıstırılmış haliyle bile… Çünkü başka mania yok. Memleketin köylüsü, işçisi, ezileni hakkını koruyacak birilerine ihtiyaç duyduğunda solun kapısını çalıyor. Sonra sağcılar bu cümleyi tekrar edip “Ama onlara oy vermiyorlar” diye gevrek gevrek gülerken kendileri hakkında ne dediklerinin farkında bile değiller. Solu suçlamak üzere onların geliştirdikleri, onlardan olmayanlarınsa ödünç aldıkları bilişsel uyumsuzluğun ya da tutarsızlığın kaynağı da bu farkında olmayış, kendini bilmeyiş, aynaya bakmayış.

Oysa bütün bu koşullar altında gene iyi dayandı, yeni kuşaklar çıkardı, yeni söz de üretti sol, kimse kusura bakmasın. Eğer o söz olmasaydı, yukarıdaki parçalanmayı örgütleyen zevat gevrek gevrek “Türkiye’de sol sağdır, sağ da sol” gibi bir abuklamayı sürdürme arzusu duyar mıydı? Bu tam da, sağ siyasi aktörlerin, soldan kulaktan dolma öğrendikleri birkaç cümleyi vitrine koymadıkça kendilerinden bir halt olmayacağını bildiklerini itiraf ettikleri bir cümle değil mi?

Dahası önümüzdeki dönem, AKP ile birlikte yerle yeksan olan devleti, kurumları toparlayıp yurttaşlarla arasında saygın bir ilişki kurmak gerektiğinde sola ihtiyaç olmayacak mı? Türkiye’deki herhangi bir sağın böylesi yurttaşla devlet arasında saygın bir ilişki kurgulama iddiasında bulunacak yüzü ya da inandırıcılığı kaldı mı? Sağın iktidarda ya da muhalefetteki fraksiyonlarında siyaset yapan ve birbirlerinin yüzlerine bakmaktan aciz insanlar, hepimizin utanmadan birbirinin yüzüne bakabileceği bir geleceği örgütleyebilirler mi? Hal böyleyken, bütün bu hakikat de ortadayken, “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” ya da “Ama çevresi kötü”dekine benzer sloganları birer telafi mekanizmasına dönüştüren parçalanma öykülerine tartışılmaz gerçeklermiş gibi muamele etmenin tek bir anlamı olabilir: “Memleketten umudu kestim ama tabii susacak da değilim, konuşmayayım da delireyim mi? Öte yandan eğriye eğri, doğruya doğru diyecek kadar yemedim aklımı peynir ekmekle… Herkesin söylediğini tekrar edeyim ki sözümü herkeslere dinletebileyim…”

Yazının tonunu böyle planlamamıştım aslında. Daha sakin olacaktım. Ama galiba biraz doldum. Sağı sarıp sarmalayan ve yukarıda anlattığım parçalanmayı tek makbul hayat hikâyesi sayan kibir yüklü mağduriyet hikâyelerinden de yıldım. Solu suçlamanın dayanılmaz hafifliğine kapılıp giden kolaycılıktan da sıkıldım. Ha sol ne yapacak, potansiyelini ne kadar hayata geçirebilecek, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim şu: Sıradaki genel seçimde, parlamento çoğunluğunu ve başkanlığı, gayet sağ bir birlik görünümündeki Millet İttifakı’nın kazanması durumunda olabildiğince güçlü bir sol muhalefete ihtiyaç duyacağız. Böylesi bir muhalefetin olmadığı durumda vay halimize. O muhalefet bugün, üçüncü ittifak halinde şekillenmekte. Umarım bir an önce aralarında yaptıkları anlaşmayı hepimize duyurur ve umut verirler. Böylece siyaset sözüm ona hiç de fraksiyonist olmayan, amanın pek de bir gerçekçi, ayakları gerçeklikle bağlarını koparacak kadar yere basan, her biri bilmem kaç lidere gebe, çok yerli aşırı milli, halkını neresinden tutup parçalayacağını gayet iyi bilen sağ partilerin birbirleriyle yarışarak karşılıklı radikalleştikleri bir sahne olmaktan kurtulur. Hem bu yeni ittifak hem de seçim ve sokakla temas deneyimi solun bunca zamandır ne biriktirdiğini de ortaya koyacak, ayrıca el mahkûm kendisini yenilemeye zorlayacaktır. Yani mevzu etiketlere, ezberlere sığıştırılıp kenara atılacak türden değil. Sızlanmanın da, öğrenilmiş çaresizlikten başka bir anlama gelmeyen basmakalıp “ama bu memleket” sayıklamalarının da iyice bir gözden geçirilmesi lazım. Hepimizin önünde zorlu bir seçim duruyor gene, sınanacağız en ince yerlerimizden: Ezberlerimizi mi seçeceğiz, yoksa o ezberlerin bizi getirip sıkıştırdığı bu yerden çıkmak için gayet iyi bilsek de vazgeçtiğimiz hasletlerimizi mi hatırlayacağız? Hodri meydan!

(1) Eddie Harmon-Jones ve Cindy Harmon-Jones, Cognitive Dissonance Theory After 50 Years of Development, Zeitschrift für Sozialpsychology, 38(1), 7-16.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.