Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Siyasal iletişimde brütalizm çağı

Ders kitaplarında öğretilen, siyasal pazarlamacıların varsaydıkları ve bizim de erişmeye çalıştığımız “ideal” demokrasi tanımında, siyasal partiler ve seçmenler arasındaki ilişki bir tür manav-müşteri ilişkisi. Bir cadde üzerinde farklı manavlar var, her biri belki de farklı meyve-sebzeleri farklı fiyatlardan satıyor; biz de hoşumuza giden, işimize gelen ve paramızın yettiğinden alışveriş yapıyoruz. Amacımız, en fazla faydayı elde etmek. Bir süre sonra, manavın sattığı maldan memnun değilsek; başka manavdan alışveriş yapıyoruz, hayat da böyle geçip gidiyor.

Siyaset pazarında elbet işler biraz daha karmaşık ama mantık aynı. Partiler politika öneriyor, biz de işimize gelen politikaları yürütecek partiye oy veriyoruz; baktık yaptıkları işimize gelmiyor, başka partiye oy veriyoruz. Temel işleyiş aynı olsa da nüanslar o kadar fazla ki… Partilerin önerdikleri politikaları duyuyor muyuz; duysak bile her partiden alışveriş yapmaya hevesli miyiz -belki bir manavın tipini beğenmiyoruz-; haydi önyargısız yaklaştık, o politikaları anlamaya havsalamız yeter mi? Esas, hangi politika işimize geliyor, hangisi gelmiyor, bunu hesaplayacak işlem kapasitesine sahip miyiz? 

Bu karmaşanın içinden çıkamayan siyaset bilimcilerin bazıları, diğer konularda da olduğu gibi bazı kısayollar kullandığımızı söylüyorlar. En genelgeçer kısayol sol-sağ yelpazesi; bazıları “artık bitti” dese de bir parti solcuysa ne önerir, sağcıysa ne önerir, iyi kötü bir fikrimiz var. Bu yelpazede kendi yerimiz neredeyse ona yakın partiye oy verip geçiyoruz. Başka bir kısayol, liderin ta kendisi. Karmaşık ve sonuçları öngörülemeyecek politikaları yorumlamak yerine, kimin söylediğine bakıyoruz. Söyleyen sevdiğimiz, gönül verdiğimiz bir liderse, çok sorgulamadan onun fikirlerini takip ediyoruz. Lider kısayoluyla iç içe geçen bir başka kısayolsa parti aidiyeti. Tarihsel kırılımlar, ailenin ve okulun verdiği edep, arkadaşlardan öğrendiklerimiz ve tabii ki medyadan edindiğimiz bilgiler; kendimizi bir partiye yakın hissetmemizi sağlıyor. Eh, aidiyet duyduğumuz bir parti varsa, onun doğruları söylediğini varsaymak iç rahatlatıcı bir şey.

Sonuçta siyaset pazarının var olduğu aşikâr, arz-talep kanunlarının mükemmel çalıştığı bir piyasadan ziyade; sayısız kusura sahip, vatandaşlar ve siyasetçilerin de bu kusurları aşmak için bin türlü icat çıkardıkları bir pazar. İktisatçılar bu piyasanın “etkin” çalışıp çalışmadığına kafa yoradursunlar; derdi “kazanmak” olan müteşebbis, kusurlardan nasıl istifade edeceğini ya da o kusurların verdiği zararlardan nasıl sakınacağını düşünür.

Kitabi çözüm, piyasadaki kusurları elemek. İkinci el otomobil piyasasındaki ya da menkul kıymetler borsasındaki kusurları düzenlemelerle elemek mümkün gibi gözükebilir. Ancak Antalya’da üretilen domatesi vatandaşa makul bir fiyata getirmeyi başaramayan bir iradenin siyaset pazarını regüle edebilmesini beklemek hayalcilik olur, hele bu kusurlardan istifade ediyorsa da. O zaman pratiklik şunu gerektirir: Kusur neyse bul ve yararlan.

Siyaset piyasası bu kadar kusurluysa ve dahi vatandaşın farklı politika alternatifleri arasında eleme yapma kudreti hayli sınırlıysa; siyasetçiler neden politika önerirler? Verdikleri sözler anlaşılmıyor, kakofoniye ve yığınla önyargıya kurban gidiyor. İktidara geldiklerinde bu sözleri tutmak zorunda da değiller, yarısını yerine getirseler başarı. Zaten iktidara gelmiyorlarsa da bu sözlerin hiç anlamı yok. Yine her seçim öncesi sayısız vaatte bulunuyor, bu vaatler de kimsenin okumadığı parti manifestolarında ve pahalı reklam kampanyalarında yerini alıyor.

Seçmeni ikna etmek konusunda işe ne kadar yaradığı tartışmalı politikaların geliştirilmesi şart, eninde sonunda birileri bir seçim kazanacak; kazandığında da ne yapacağını daha önceden düşünmüş olmasını umarız. Ancak politika önerilerinin seçmeni ikna etme konusunda azımsanmayacak bir işlevi de var, unutmayalım, resmi tamamlamak.

Diyelim, yağlıboya bir resim yapabilecek yetenektesiniz ve ancak çizdiğiniz resmi sadece miyoplar görecek. Sizin için çok kıymetli olan ince dokunuşlar, zarif nüanslar ya da tonlar arası yumuşak geçişler; anlamsız. Resme bakanlar, kalın çizgilere, kontrastlara ve köşelere odaklanacak; kendi kafalarındaki kakofonide ne anlam verebileceklerse, onu anlayacaklar. Eğer bu resmin bir mana iletmek gibi bir derdi varsa; onun da bu tür kaba sayılabilecek bir tekniğe başvurması kabul edilebilir, zarafeti bir kenara bırakarak. 

Siyaset piyasasında da hâkim olan üslubun bir tür kaba sabalık, bir tür  “brütalizm” olduğunu söyleyebiliriz. Eski zaman meclislerindeki centilmenlerin zarif atışmalarının yerini neredeyse sokak ağzına indirgenmiş bir bağrış-çağrışın aldığını salı konuşmalarından anlayabiliriz, sadece ülkemize de özgü değil bu durum. Siyasetin kişiselleşmesi ve magazinleşmesinin üzerine sosyal medya nadanlığı sosu da döküldüğünde; siyasal retoriğin söz sanatlarına pek yer vermediği malum. O zaman elinizde bir fırça varsa, nüanslar üzerine çalışmak yerine resme bir kalın çizgi daha çizmek; en azından konuşulmanıza ve kendinizi ayrıştırmanıza yarayabilir.

Ülkemiz bu tür siyasal iletişim üstatların sayısı açısından şanslı, uzun zamandır nüanslara önem veren hakiki bir siyaset arayışını bıraktık; kim daha çok bağıracak diye yarışıyoruz. Siyasal iletişim tarihimize bakanlar, en açık tezahürünü “Açın Türkiye’nin Önünü!” sloganında bulan bir tür boş gösteren, hoş gözüken iletişimin egemen hale geldiğini açıkça görürler. Zamanın ruhuna uygun bir davranış bu; siyaset pazarımız Kadıköy Salı Pazarı’ndan daha farklı değil, bağıran kazanır.

Bu bağlamda, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok ses getiren ÖTV indirimi önerisini düşünelim. Çağın gereklerine uygun olarak evinin mutfağından, amatörceymiş gibi gözüken bir çekimde, benim neslimin en az dört defa şahit olduğu “kolları sıvanmış beyaz gömlek” giyimiyle duyurulan bu çağrı hayli yankı yarattı diyebiliriz. Bazıları önerinin iktisadi mantığını sorgularken –“Bu vergi kaybını nereden karşılayacak bakalım?”-, bazıları içinse fikir arkaikti: “Bu devirde karbondioksit emisyonu düşünülmez mi?”. Başkaları da bu teklifin kaç oy getireceğinin muhasebesine koyuldular: “Şu kadar kişi otomobil alacak olsa…” Bütün bu yaklaşımların ortak paydası teklifte iktisadi anlamda bir rasyonalite arayışında bulunmaları. Oysa, teklifin manası iktisadi rasyonalitenin ötesindeyse, bir de bunu düşünelim.

Uygulanıp uygulanmayacağı belirsiz böyle bir teklifi ulu orta yaparak, iletişim tuvaline ne tür bir fırça darbesi vurmuş olabilir Kemal Kılıçdaroğlu? İçeriden bilgi almadıkça kastını bilmemiz mümkün değil, bunu kampanya mühendislerinin tartışmalı anı kitaplarına bırakalım. Ama niyet okuyabiliriz. Teklif, popülist bir teklif, hem de üç manada: Devletin önemli gelir kaynaklarından vazgeçmekten bahsediyoruz, bu açığın nasıl kapatılacağı belli değil, bu bakımdan mali olarak popülist bir teklif. İkinci olarak, otomobile sahip olma arzusunu ötelemiş sayısı belirsiz seçmenin nabzına göre şerbet verdiği için popülist. Ama en önemlisi, son dönem popülistlerin maharetle kullandıkları “biz-onlar” ikiliğinde, “yozlaşmış elitler-temiz halk” ayrımında halktan yana yer aldığı için popülist. Bu bağlamda halkın alın teriyle kazandığı azıcık gelire haksız vergiler koyan ve o vergileri “çarçur” eden iktidara karşı; halk için konuşan bir lider görüyoruz. Devlet-vatandaş ilişkisinde vergi ödeme-ödememe gerilim hattında bir tür itiraza ses verdiğini bile söyleyebiliriz, koca Fransız krallığı bir vergi konusundan yıkıldı gitti, hatırlayalım. Bir de buna kendi mutfağından seslenen liderin halk tipi görünümü de eklendiğinde; popülist iletişimin bütün kalıplarını görebiliriz.

Başta Donald Trump olmak üzere, dünyanın her yerinde çoğu da aşırı sağdan gelen popülist liderler yükseldiğinde, “Nasıl mücadele edilebilir?” konusu çok tartışıldı. Popülizmi aşağılayıcı bir sıfat olarak kullananlar için yılanın başı küçükken ezilmeliydi, olmadı. Bazıları popülist politikacıyla “Sana tokat atana sağ yanağını uzat!” stratejisiyle mücadele edilmesi gerektiği kanısındaydı; makul çoğunluk elbet bir gün ikna olacaktı. Şu ana kadar zorlama birkaç vaka haricinde pek de işe yaradığını görmedik. Daha karamsar bir grup içinse “Kötü para iyi parayı kovar” misali, bir popülist siyasetçi masaya oturursa, herkes onun gibi davranır düşüncesi geçerliydi. O zaman, mücadele silahı da belliydi, “Sopaya davran!”, yani onun tarzını kullan.

Şu andaki kutuplaşmış ve kakofonik iletişim ortamımızda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “brütal” fırça darbesinin de bu söylemi üretmek, bu kez “yozlaşmış elitler” safına iktidarı ve destekçilerini koymak olduğunu söyleyebiliriz. Farklı saha çalışmalarında CHP seçmenlerinin daha fazla popülist tutum sahibi gözüktüklerini de göz önünde tutarsanız, neden olmasın? Tabii popülist tutum sahibi olmak ne demek, o ölçekler neyi ölçüyor vesaire gibi siyaset biliminin sıkıcı yöntemsel tartışmalarını bir kenara bırakırsanız, uzun bir mevzu o.

Sonuçta bu konuşma kaç oy getirir, kaç tane de götürür bilinmez. Ama eğer siyasal iletişimi tarif ettiğim ortamda yapmak zorundaysanız, “brütal” çıkışların her zaman geri dönüşü olur, bu kesin. Demokrasinin içsel zaaflarını ve bizim demokrasimizin kusurlarını giderir mi, hayır. Sonuç ne olursa olsun, bu yola girilmesi daha gürültücü potansiyel liderlerin yolunu açar mı, evet. Ülkemizi kısa dönemde kimin yöneteceği, orta vadeli bu tür zararlardan daha önemli gözüküyorsa, o zaman zaten tartışılacak bir şey yok; niyet bu ise, tutulan yol, doğru bir yol.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.