Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Geç kalmış bir muhalif olarak Abdullah Gül’ün portresi

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kurucuları arasında bulunduğu AKP’yi ekonomi politikaları üzerinden eleştirdi.

Karar gazetesine konuşan Abdullah Gül, dinin siyasetin dışında olması gerektiğini vurgulayarak, “Eğer kendinizi bir dinin temsilcisi veya partinizi bir din partisi gibi sunmaya başlarsanız bütün bu yanlışlıklar, noksanlıklar sonunda dine atfedilir. Bu çok tehlikeli bir durum. Yapacağınız şey, din özgürlüğünün önünde hangi engeller varsa kaldırmaktır” dedi.

Ruşen Çakır, Gül’ün açıklamalarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Merhaba, iyi günler. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Karar gazetesinden Mehmet Ocaktan’la konuşmuş; iktidara yönelik, Erdoğan’a yönelik çok önemli eleştirileri var, ama bu eleştirilerin yeri ve zamânı nedeniyle çok da fazla anlamlı olduğu kanısında değilim. Geç kalmış her şeyden önce, çok geç kalmış eleştirileri, çıkışlar… Arada sırada bir şeyler söylüyordu, ama bu son söyledikleri daha açık ve net. Seçime bir yıldan az bir süre var; Abdullah Gül’ün bu söylediklerinin Türkiye’de seçmen tercihlerine nasıl bir etkisi olacağı üzerine soru sormanın bile çok fazla bir anlamı yok, çünkü Abdullah Gül belli bir ağırlığı vardıysa, onu çoktan fedâ etti. Artık böyle bir ağırlığı kaldığını açıkçası sanmıyorum. 

Şöyle bir şey geldi aklıma: Abdullah Gül’ün Ocaktan’a söylediği sözlerden birisi, “Din siyâsete âlet edilmemeli” sözü. Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığının son dönemlerinde Tunus’a bir ziyâret yapmıştı, gazeteci olarak ben de oradaydım ve Tunus’ta o anda iktidârın en büyük ortağı, En-Nahda Partisi’ydi ve onların lideri de Raşid Gannuşi idi. Raşid Gannuşi dünya çapında bilinen bir İslâmî teorisyen ve İslâm ile demokrasinin bağdaşabileceğini ilk söyleyen isimlerden birisi. O bizim gittiğimiz gün Tunus’ta Selefîler üniversitede Tunus bayrağını indirip siyah bayrak asmışlardı ve Abdullah Gül’ün Gannuşi ile buluşmasına biz gazeteciler de gitmiştik. Ben Gannuşi’nin yanına oturdum ve sordum kendisine, “Selefîler konusunda ne yapacaksınız?” diye. O bana, “Onlar bizim kardeşimiz; biz onlarla konuşup hallederiz” gibi bir şeyler söylemişti. Aradan bir süre geçti, Gannuşi bir açıklama yaptı, dedi ki: “Artık biz En-Nahda olarak İslâmî bir parti değiliz, câmiye siyâset sokmak istemiyoruz”. Aradan geçen zaman dört beş yıl, belki de daha fazla. Çünkü Tunus’ta bir şeyler değişiyordu ve En-Nahda eski gücünü kaybediyordu. Bu çıkışı yaptı; ama hiçbir şeye yaramadı. Şu anda Raşid El Gannuşi’nin yurtdışına çıkması yasak, partisinin etkisi kalmadı ve Tunus yeni bir referandum ile tam anlamıyla bir başkanlık sistemine gitti. %25 oy kullandı insanlar; insanlar oy kullanmaya bile gitmedi. Yani ülkenin içi boşaldı ve o içi boşalan ülke içerisinde ilk tasfiye olanlardan birileri de İslâmcılar, Gannuşi ve diğerleri oldu.

Abdullah Gül’ün söylediği, “Din siyâsete âlet edilmemeli” sözünün bu saatten sonra ne dine –yani İslâm dinine–, ne siyâsete –yani Türkiye’deki siyâsete–, ne de Türkiye’ye bir hayrı var. Abdullah Gül’ü bayağı yakından tanıyan bir gazeteciyim. 1991 seçimlerinde Refah Partisi listesinden, Kayseri’den birinci sıra adayı olduğu zaman, kendisini Kayseri’de görüp röportaj yapmış, sohbet etmiş bir gazeteciyim. Belki de İstanbul’dan gelip onun kampanyasını izleyen ilk gazetecilerden birisiydim, o zamandan beri tanırım ve kendisiyle arada sırada görüşürüm. Bu söylediklerini yıllar önce bana bir sohbette söylediğini de biliyorum; ama bunları bir sohbette söylüyordu. Böyle açık bir şekilde söylemesi için bayağı bir zaman geçmesi gerekti. 

Abdullah Gül’ün geldiği noktada, böyle telaffuz etmese de o ve onun gibi birçok isim aslında laikliği savunuyorlar. Laiklik söylemi, laiklik kavramı ile söylemekte tereddüt ediyor olabilirler; belki bir gün bunun adını da koyarak, laiklik diyerek söyleyecekler. Bu uygulan politikanın, İslâmcı politikaların Türkiye’de en çok İslâm’a zarar verdiğini de birinci elden yaşamış ve bundan ders çıkarmış insanlar. Fakat… İşte, bir fakat var. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile bu görüşler, eleştiriler hep ertelendi ya da yumuşatıldı ya da zamâna bırakıldı ve bir baktık ki artık çok geç. Abdullah Gül biliyorsunuz son başkanlık seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu ve Temel Karamollaoğlu’nun ortak girişimleriyle muhâlefetin ortak adayı olacaktı; ama Meral Akşener adaylığını îlân etti, Muharrem İnce CHP içerisinde îtiraz etti ve bu senaryo da yattı. 

O zaman da bunları çok konuşmuştuk, Abdullah Gül o süreçte, yani kendisinin muhâlefetin başkan adayı olarak hazırlandığı süreçte de konuşmamıştı; o olay yattıktan sonra, adaylıktan vazgeçtiğini, bunun söz konusu olamayacağını söylediği bir basın açıklaması yapmıştı — ben de izlemiştim diğer gazetecilerle birlikte. Orada da bunu bütün yönleriyle anlatmadı. Hep bir şeyleri bekledi, bekledi, bekledi. Daha sonra kendisinin denetiminde olduğunu hepimizin bildiği DEVA Partisi’nin kuruluşu yaşandı, Ali Babacan lideriydi. Bunun bir yerinde Abdullah Gül’ün olduğunu hep bildik. Ama orada da, parti üyesi olması bile bu partinin kuruluşuna aktif bir şekilde destek verdiğini de alenen beyan etmedi. Buna kendince değişik gerekçeler buldu; kendince haklı olabilir, ama kamuoyuna bakıldığı zaman pek de iknâ edici gerekçeler değil bunlar. Ali Babacan ilk başta, DEVA Partisi kuruluş sürecinde belli bir ilgi uyandırdı ve bir proje olarak DEVA projesi bir şeylere yol açacak gibi oldu; ama sonra bir baktık ki DEVA da geldi bir yerde tıkandı. DEVA’nın da tıkanmasının nedenlerinden birisi, benzer bir şekilde Abdullah Gül’ün izlediği o ürkeklik, temkinli olma, hep ince ayar yapmaya çalışma. 

Ama orada şöyle bir sorun var: Tayyip Erdoğan artık her türlü inceliği falan bir kenara bırakmış, tam böyle sert bir şekilde gidiyor, her şeyi yapıyor: Ayasofya’yı tekrar cami yapıyor, Merkez Bankası başkanlarını sürekli değiştiriyor, bakanları sürekli değiştiriyor, şu oluyor bu oluyor, hep “Ben” diye konuşuyor, “Benim bakanım”, “Benim valim” diye konuşuyor, “Ben devletim” diye konuşuyor. Erdoğan’ın bu incelikten tamâmen uzak siyâsetine karşı, son derece incelikli olma iddiasındaki bir îtiraz örgütlenmeye çalışıldı ve buradan pek bir şey çıkmadı. Şimdi Abdullah Gül’ün tekrar, özellikle ekonomi konusunda söyledikleri –ki kendisi ekonomisttir biliyorsunuz, iktisatçıdır–; iktisatla ilgili, ülke ekonomisiyle, enflasyona karşı mücâdeleyle ilgili Mehmet Ocaktan’a söylediği şeylerin çoğu, muhâlefet tarafından ne zamandır söyleniyor. Ama onun da röportajın bir yerinde söylediği gibi: “Artık Türkiye’nin vakti yok”. Artık enflasyonla mücâdele, ekonomik krizle mücâdele konusunda Türkiye hep birlikte kaybediyor. 

Şu saatte yapılan eleştiri, bir işe yaramayacağı büyük ölçüde belli olan bir eleştiri. Yani sürece müdâhale imkânı olmayan bir eleştiriyle nasıl bir sonuç alınabilir? Bir anlamda, “Evet, ben uyarımı yaptım” demek için bir şeyler söylenmiş oluyor; ama buradaki en temel sorun geç kalmak, sözü doğrudan söylememek. 

Örneğin Abdullah Gül’ün görev süresi bitip Erdoğan cumhurbaşkanı seçildiğinde, normalde AKP’nin başına Abdullah Gül geçecekti, ama ne yaptı Erdoğan? Ahmet Davutoğlu’nu çağırdı, o da koşarak gitti tabii ve görev teslim töreninden önce partiyi Ahmet Davutoğlu’na bıraktı. Kongre’de Abdullah Gül’ün aday olması cumhurbaşkanı olduğu için mümkün değildi, yani resmen onu ters köşe ettiler ve Davutoğlu Erdoğan’ın bu planının bir parçası oldu; çünkü Erdoğan kendisinden sonra başbakanın ve AKP genel başkanının Abdullah Gül olmasını istemedi çok net bir şekilde. Ama sonra ne oldu? Abdullah Gül buna hep dar çevrelerde îtiraz etti, gönül koydu vs.; ama o andan îtibâren bir çıkış yapmadı. Yani cumhurbaşkanlığı bittikten sonra, Erdoğan cumhurbaşkanı olup Ahmet Davutoğlu AKP genel başkanı ve başbakan olduğu andan îtibâren Abdullah Gül bir siyâsî çıkış yapmış olsaydı, herkes açısından ve Türkiye açısından bambaşka sonuçlar doğurabilirdi. Şimdi kaderin garip cilvesi, Davutoğlu ile Abdullah Gül –Abdullah Gül olmasa bile onun önünü açtığı Ali Babacan– birbirine paralel iki partide Erdoğan’a karşı mücâdele yürütüyorlar. Mücâdeleleri de genellikle, “Bizim zamânımızda AKP iyiydi, ama bizden sonra bozuldu” şeklinde. 

Şu hâliyle baktığımız zaman Abdullah Gül’ün bu söylediklerinin çok az da olsa, tabii ki kendisini önemseyenler açısından, hâlâ bir anlamı olabilir. Ancak bir de şunu söyleyeyim: Mecrâ olarak da Karar gazetesi, çoğu tanıdığımız, yıllardır bildiğimiz kişiler. Aslında Abdullah Gül ile Karar gazetesinin de, Karar gazetesini çıkaranların da kaderleri üç aşağı beş yukarı benzeşiyor. Orada tabii çok önemli bir şerh düşmek lâzım. Karar gazetesini çıkaranlar, Abdullah Gül’ün yerine Ahmet Davutoğlu’nun başbakan ve AKP genel başkanı olmasına îtiraz etmemişlerdi, hatta Davutoğlu’nu desteklemişlerdi. Sonra bir şekilde onlar da Abdullah Gül’le yakınlaştılar. 

Sonuç olarak Abdullah Gül eğer bir şey söylemek istiyorsa, bir çıkış yapmak istiyorsa –ki çıkış yapmak istediğine çok emin değilim, ama bir yere, târihe not düşmek istemiş–, onun da yine kendisine benzeyen insanlardan başka mecrâlarda olması gerekirdi. Hadi tamam, biz Medyascope’u çok önemli görmeyebilir; ama Ali Babacan’ın, Davutoğlu’nun sık sık çıktıkları, diğer partilerin yetkililerinin çıktıkları, meselâ HalkTV’ye çıkmış olsa ve orada bunları söylemiş olsa, gerçekten işin rengi birazcık da olsa değişebilirdi. Hâlâ tam olarak, Fransızların deyimiyle “i’lerin üzerine noktalarını koymak” diye bir lâf var: Lâfı tam söylemek. Yani direk söylemekten, adını koymaktan imtinâ ederek…, yani laiklik demek, demokrasi demek, çoğulculuk demek, bütün bunları açık ve net bir şekilde söylemek varken, bir şekilde bunlarla aynı anlama gelecek eleştirileri dile getirmek ve bunu da yine kendisine yakın mecrâlarda yapmakta hâlâ bir ürkeklik ve hâlâ bir geç kalmışlık var; ama yine de hiç yoktan iyidir diyelim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.