Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Çerçeve kurmak, çerçeve kırmak…

Çoğumuzun pek okumadığı, okuyanların da fazlasıyla ciddiye aldığı İktisada Giriş ders kitaplarına bakarsanız, insanların nasıl karar verdiğini anlamak kolay bir iş. Egemen yaklaşım, on dokuzuncu yüzyılın felsefecilerinden ilhamla insanı kendi çıkarını kovalayan, en fazla çıkarı en az çabayla elde etmeye uğraşan bir “homoeconomicus” olarak görmekte ısrarcı. Böyle baktığınızda da önüne iki seçenek çıkan insanın karar düzeneği belli: Her seçeneğin olası getirisini hesapla, fazla olanı seç. Pazara gidip alışveriş yapacak bir kişi de alacağı ürünün özelliklerine bakıyor, her birine bir puan veriyor ve sonra da en fazla puanı toplayan ürünü alıyor, diyorlar. 

Eğer böyle olsaydı, herkes aynı ürünü alırdı değil mi, ancak öyle olmuyor. Bu durumu da herkesin her özelliğe eşit ağırlık vermemesiyle; bazıları için fiyatın, bazıları içinse lezzetin daha önemli olmasıyla açıklıyorlar. Mesela bu farklı ağırlıklar nasıl oluşuyor, yani neden insanlar farklı özelliklere farklı önem veriyorlar, pek tartışılmıyor. Ya da ben pazara gittiğimde satılan limonun ekşi olup olmadığını bilebiliyor muyum, bilmiyorsam ne oluyor, bu da anaakımda pek konuşulan bir konu değil. Üstüne farklı ürünlerin farklı özelliklerine eksik bilgimle farklı puanlar verip bunları toplayacak ve sonuçta mukayese yapacak kadar zeki miyim; hiç tartışma konusu değil. Aslında haksızlık yapmayalım, uzun bir süredir bu konuda akademik itirazlar mevcut. Ama akademiklerin kendi tartışmalarının “sokağın bilgisi” haline gelmesi hayli vakit alıyor, hele ders kitaplarına bile girememişken.

İnsan, yaşamı anlaşılabilir görmek ister haliyle; içinde bulunduğumuz karmaşıklığın verdiği beyhudelik hissiyle yaşaması zor olduğundan. O yüzden de yaşadıklarımızı eksik de anlatsa, kafamızda çizdiğimiz, mantıklı gözüken ve doğrulayıcı kanıt bulmakta hiç zorlanmadığımız modellerimizi seviyoruz; yaşamın anlamı varmış ve kestirilebilirmiş gibi gösteriyorlar. İktisatçıların ve onları takip eden pazarlamacıların bu fayda modelinden vazgeçmemeleri anlaşılabilir; yerine koyacakları ve daha bütünmüş gibi gözüken bir karşı açıklama henüz mevcut değil. 

Söz konusu “seçmen davranışı” olduğunda matematikten biraz anlayan siyaset bilimci ve diğer sosyal bilimcilerin de bu basit modeli benimsemelerine de şaşırmamalı. Seçmen de enikonu müşteri, siyasetçi de bir tür ürün değil mi? O zaman iş de kolay, seçmenlerin hangi özelliklere ne kadar önem verdiklerini keşfedebilirseniz, o zaman her bir siyasetçiyi de ne kadar seveceklerini hesaplayabilirsiniz ve bir siyasi partiden öteki siyasi partiye nasıl geçiş yaptığını açıklayabilirsiniz. Önüne iki politika tercihi geldiğinde hangisini benimseyeceğini de anlamak da kolay olur haliyle, en fazla çıkar sağlayanını tabii ki. Yaşam, siyasetçileri pazarlamaya meraklı profesyoneller için de basit: Siyasetçiyi en fazla seçmenin seveceği şekilde paketle, seçmenlerin en fazla sevdiği özelliğini, “alamet-i farikasını” ön plana çıkar; seçim kazan.

Kuramlarını ve modellerini oturdukları koltuklarda geliştiren, anlamaya çalıştıkları insanlar ve pazarlarla karşılaşmaları semt pazarlarından ileri gitmeyen düşünürler için yanlışlığı bu kadar açık bir fikre sarılmak anlaşılır bir şey. Ancak, işi gereği her gün seçmeniyle yüzleşen ve fikirleri defalarca yanlışlanan siyasetçilerin bu fikre aşklarını hala sürdürebilmeleri bir muamma. Karar vermek için sandığın ortaya konulduğu ilk günden bu yana seçmenlerin karar verme süreçlerinin tarif edilen iktisadi modelden ne kadar uzak olduğu her seçim kaybeden siyasetçi tarafından zaten deneyimleniyor. Ders almayıp her kampanya döneminde bu modeli savunan “gurulara” kocaman bütçeler ayırmaları zaten başlı başına “irrasyonel”, geçelim.

Eğer seçmeni kusursuz bir hesap makinesi olarak algılarsanız bir sonraki seçimi kazanmak için onu, ona en fazla çıkarı sağlayacak kişi ya da parti olduğunuza ikna etmeniz gerektiğini de düşünürsünüz. Bu nedenle de ülkenin can acıtıcı sorunları üzerine partinizin geliştirdiği politikaların onun için ne kadar faydalı olduğunu göstermeniz yeterli olabilir. Siz politikalarınızı sunarsınız, rakibiniz sunar; seçmen faydasını hesaplar ve işine geleni seçer. Bu yüzden de partilerin ülke sorunlarına akıllı çözümler getirecek politikalar geliştirip bunu da sahada “bağıra çağıra” savunmaları da alışılagelmiş bir yöntem. Meraklısı bu konuda onlarca ülkeyi ve yüzlerce partinin seçim manifestolarını içeren Manifesto Project veritabanına bakabilir, Türkiye’den örnekler çok ilham verici mesela.

Ancak seçmenin böyle bir kişi olmadığını biliyoruz. Bilgisi eksik, akıl yürütmesi kusurlu, önyargılı ve oldukça da sağır ve miyop. Muhatap bu ise, kâğıt üzerinde çalışır gözüken birçok kuramın, modelin ve stratejinin sahada “bel vermesine” ve evdeki hesabın çarşıya uymamasına şaşırmamalı. Diyelim partiniz stratejistleri ülkenin acil bir sorununu keşfettiler, bu sorundan zarar gören de hayli kişi var. Örneğin genç işsizliği. Türkiye’de gençler arasında iş arayıp da bulamayanların oranı %20, kadınlarda ve kentlerde yaşayanlarda bu oran daha da yüksek. Önümüzdeki seçimde 8 milyona yakın gencin oy kullanacağını da biliyorsanız, eldeki birkaç anket bu gençlerin önemli bir kısmının kararsız olduğunu da söylüyorsa; işte bereketli bir oy tabanı bulmuş sayılabilirsiniz. Varsa ekibinizde, yoksa dışarıdaki birkaç işinin ehli kişiye genç işsizliğini giderecek politikalar yazdırır; bunu vatandaş diline tercüme eder, sonra da mitinglerde bağırmaya başlarsınız. Oylar da size akar, gelir mi, gelmez.

“Hedef kitlenizin” bu politikanızı ne kadar duyduğunu, ne kadar anladığını, ne kadar önyargısız dinlediğini geçelim. Bu kadar sürtünmeyle akılda kalan tortu sizin geliştirdiğiniz mükemmel politikanın kötü bir karikatürü olacaktır, o kesin. Bir şekilde bu handikapları aşabildiğinizi varsayalım, siyasal iletişimi bir sanat kılan aşabilme iddiası zaten; seçmen kendi işine gelen bu politikayı seçecek mi, mesele bu.

Genelde insanı, özelde de seçmeni fazlasıyla “akılcı” görmeyi seven bu tür bir yaklaşımın en önemli hatası bizi biz yapan ve bugüne kadar sağsalim gelmemizi sağlayan bir kusurumuzu görmezden gelmesi. Sorun şu: Kaybetmekten korkumuz, kazanmaktan alacağımız zevkten daha fazla, o yüzden de kayıptan kaçıyoruz. Örnek bir oyun oynuyoruz, %95 olasılıkla 10 bin TL kazanmayı mı tercih edersiniz, yoksa kesin 9 bin 499 TL kazanmayı mı? Tercih kesinden yana değil mi? Pekiyi, %95 olasılıkla 10 bin TL kaybetmeyi mi tercih edersiniz, yoksa kesin 9 bin 499 TL kaybetmeyi mi? Bu kez tercihimiz olasılıklı olandan yana oldu, çünkü kaybetmeyi sevmiyoruz. Oysa ders kitapları ilkinde kumara girmeyi, ikincisinde kesin olanı tercih etmemizi söyler, yanılgı.

Genelleyecek olursak, bir politikanın nasıl çerçevelendiği yani nasıl anlatıldığı seçmenin nasıl karar verdiğini doğrudan etkiliyor. Eğer politika sonucunda elde edilecek kazançları vurgularsanız, seçmenler daha hevesli oluyor; tam tersine kayıpların altını çizerseniz, daha muhafazakâr tercihlerle karşılaşıyorsunuz. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinden, küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirlere; COVID-19 aşısına karşı tutumlardan, göçmen kabulüne kadar birçok politika tartışmasında bu kusurun doğrudan işin içinde olduğunu gösteren çalışmalar var: Siyasetçilerin ve tabii ki medyanın sorunu nasıl çerçevelediği sonucu etkiliyor.

Genç işsizliği konusundaki mükemmel politika önerinize gelelim. Çalışır ya da çalışmaz, o başka mesele. Ama açıkça bir kazanç öneren bir politika önerisi; işi olmayan gençlerin işi olacak. Ama tek politika önerisi biz değiliz, başka siyasetçiler de fikir sahibi. Onlar da diyorlar ki; “Gençlerin işsiz olmasının sebebi Suriyeli mülteciler, kovalım!”. İki politika da sonuçta gençlere iş vadediyor ama farklı yöntemlerle. Elimizde veri yok ama sağduyuyla yanıt verebiliriz, ikincisi daha cazip gelir, her ne kadar akıl ve insanlık reddetse de. Farklı çalışmalar insanların korkaklığının hem kişisel özelliklere hem de zamanın ruhuna bağlı olarak değiştiğini gösteriyor. Bazılarımızın kişilik özellikleri daha muhafazakâr olmaya yol açıyor, öte yandan bilişsel kapasitesi yüksek olanlar da çerçeveleme etkisi daha az çalışıyor. Eğer korkmuşsak, riskten daha fazla kaçıyoruz; kendimizi güvende hissettiğimizdeyse tam tersi oluyor, bizim bugünlerdeki ruh halimiz malum.

İyi siyasetçiler, yani gerçekçi olanlar çerçevelemenin etkisi kitaptan okumamış olsalar bile bilirler, sahada konuşurken bin çeşit örneğini görürler çünkü. O yüzden de aslında siyaset yarışı bir tür çerçeveleme yarışı olur; karşılaşılan sorunlar ve önerilen çözümler kendi asli değerleriyle değil, nasıl çerçevelendikleriyle değerlendirilir, önerinin başarısı da doğru çerçevelemeden geçer. Siyasetçi bu çerçeveleme işinde tek başına değil tabii; geleneksel medyanın ve toplumsal yapıların da çok fazla etkisi var, bunları yok saymak akıntıya karşı kürek çekmek anlamına gelir. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.