Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: İnsanı merkeze alan bir siyaset yapmak mümkün mü?

Şu andaki siyaset yapma biçimimizin en büyük kusuru insanı, yani bizi seçim kampanyasının hedefi bir nesne olarak görmesi… Sağdan ya da soldan fark etmez; siyasetçiler bu ülke vatandaşlarını ikna edilecek oy verme makineleri olarak görüyorlar. Yaklaşmakta olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanılacak her oy pırlanta değerinde olduğundan, ikna edilecek her seçmen de çok kıymetli, bütün enerji de bu ikna stratejilerine gidiyor; insan olarak seçmen ihmal ediliyor.

Seçmen olarak vatandaşla kurulan ilişkide iki farklı yaklaşımın varlığından söz edebiliriz. Bunlardan birincisi teknokratik/bürokratik yaklaşım. Siyasetin meslek haline gelmesi bu mesleği icra edecek profesyonel sınıfın doğmasına da yol açtı. Siyasette mesleki formasyon mekteplerde değil, sokakta alındığından söz konusu profesyonel sınıf önce aktif siyasetçiler ve onların sahadaki işlerini gören yardımcılarından oluşurken; daha sonra emekli bürokratlar, kamuoyuna biçim veren medya mensupları, zor sorunlara kolay çözümler üreten akademisyenler de bu sınıfa dahil oldu. Kitle iletişiminin gelişmesiyle birlikte bu alanın uzmanları pazarlamacılar ve pazarlama araştırmacıları da siyasetin profesyonelleri arasına katıldı. Bu sınıfın gayet kurumlaştığı ve kayda değer cirolar yapan bir sektöre dönüştüğü ülkeler var; heyecan verici ve zaman zaman da iyi kazandıran bir meslek.

Siyaset profesyonellerinin vatandaşa yaklaşımı onu bir müşteri olarak görmekten geçiyor. Seçmeni ikna edecek en iyi stratejileri geliştirmek; en iyi sloganları, afişleri ve reklam cıngıllarını üretmek bu işin önemli bir parçası. Öte yandan vatandaşa “Senin sorununu en iyi ben çözerim!” mesajını iletecek ağzı kalabalık politika önerileri düşünmek de bürokratik yaklaşımın işi. Siyasetçiler iktidara geldiklerinde sözlerini tutmaktan muaf sayıldıklarından, geliştirilen politika önerileri ne kadar karmaşık, geliştirenlerin özgeçmişleri ne kadar şık ise o kadar ikna edici bulunuyor, nasıl olsa “ad-hominem” ülkesi burası. 

Modern yönetim biliminin kurucusu Taylor’ın fonksiyonel iş tanımını takiben, vatandaşı dinlemek işi de profesyonellere havale edilmiş, anketçiler bu işi bazen gönüllü olarak üstlenerek halkın düşüncesini siyasi sınıfın üst katmanlarına iletiyorlar. Siyaset profesyonellerinin vatandaşla karşılaşmaları mitinglerde, seçmenin cinsiyetine göre kahve veya ev toplantılarında ya da çarşı-pazar gezilerinde oluyor. Karşılaştıkları zaman da siyasetçi vatandaşa sorununun ne olduğunu ve çözümünü söylüyor, onu dinlemektense susturmayı tercih ediyor. Onun haricinde de zaten siyaset sınıfının yaşam standartlarıyla halkınki arasında dev bir uçurum olduğundan, pek karşılaşmıyorlar. 

Bürokratik siyasetin vatandaştan yani halktan bu kadar kopuk yürütülmesi; bu yabancılaşmadan istifade eden alternatif yaklaşımın, siyaset eliti tarafından küçümsenerek anılan “popülist” siyasetin doğmasına yol açtı. Aslında bürokratik ve popülist yaklaşımlar arasında yapısal farklar çok fazla değil; yine profesyoneller var, yine stratejiler ve kampanyalar var ve yine vatandaşın sözüne kulak veren yok. Ancak en büyük fark, popülist yaklaşımda halk için, halk adına, halktan birisinin konuşma iddiası var. Popülist iletişimde halk liderin şahsında somutlaşıyor ve lider ne eylerse halk istediği için eyleyen bir rol oynuyor. Yalan da olsa -dolar milyarderi Trump ya da Oxford mezunu Johnson’ı düşünün- lider, halkın içinden gelme iddiası taşıdığından, halkın ne istediğini zaten biliyor. Çok da küçümsememek lazım, muhtemelen popülist liderler kendi halklarını dinleme ve onların duygularını “aynalama” açısından bürokratik liderlere kıyasla çok daha iyiler; burada sorun herkesin popülist liderlerin halkına dahil olamaması, bazıları ezel-ebet bu tanımın dışında kalıyorlar. Halkın vücuda gelmiş hali olan liderin, halkıyla iletişimi de daha farklı oluyor haliyle; halkına hizmet eden lider, bir yerde onun babalığına ve koruyuculuğuna da soyunuyor. Öğüt verme, azarlamaya ve parmak sallamaya kolaylıkla dönüşebiliyor.

Uzaktan çok farklı gözükseler de her iki siyaset tarzının ortak özelliği, vatandaşı seçmen ya da halk olarak görmeleri ve esas unsuru, yani insanı unutmaları. Dinlemiyorlar, dinledikleri zaman da ya kendi görüşlerini doğrulamak için seçerek dinliyorlar ya da sosyal medyada hızla dolaşacak bir “kapak” videosu çekebilmek için dinliyorlar. Anlamayı hedefleyen bir iletişimden ziyade, nesnesini araçsallaştıran bir ilişkiden öteye geçmiyor. Açalım, sandalyeye oturduğunuz zaman aranızda bir ilişki olur da, iletişim olmaz.

Oysa hükmetmenin ya da siyasetin amacı ne? Devletin büyümesi, harcayacak parasının artması ve doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ettiği kaynakların akıl almaz boyutlara varması; bu gücü kontrol etmek için bir yarışın olmasını kaçınılmaz kıldı. ABD’de 500 binden fazla siyasetçi bulunurken, başkan değiştiğinde bin 200’ü Senato onayından geçen 4 bin atama yapılıyor, bu konuda ciddi bir düzenleme bulunuyor bir de. Ülkemizde tam rakamı bilmiyoruz ama sadece cumhurbaşkanının binlerce kişi atama yetkisine sahip olduğu, tek bir belediyenin 30 bine yakın kişi istihdam ettiği düşünülürse, rakamlar çok daha fazla olmalı. Bizim bu konuda bir düzenlememiz olmadığını belirtmeme gerek yok herhalde.

Hükmetmenin amacı güce sahip olmak ise, yanlış bir amaç bu. Yöneticilerin hırsları konusunda her zaman şüpheli olmak lazım, bu işin başlangıcından beri güç zehirlenmesine uğramamış bir yöneticiye rastlamadık, siyaset filozofları da zaten bizi bu soruna karşı uyarıyor. Uygulamaya çalıştığımız demokratik yönetim biçimi hem bizi yönetecek kadroları seçmemize hem de umarız beğenmediğimiz yöneticileri gönderebilmemize izin vermesi nedeniyle iyi sayılabilecek bir yönetim sistemi, bütün kusurlarına rağmen. Günün sonunda seçmeni tatmin etmeyen yöneticinin seçim kaybedeceği varsayılıyor. Alternatif yönetim biçimlerinde ancak doğal ya da doğal olmayan nedenlerle yöneticilerin değiştiğini görüyorsunuz, ne kadar başarısız olurlarsa olsunlar.

Başka şekilde düşünelim, hükmetmenin amacı vatandaşların iyi olma halini arttırmak olarak tanımlansa… Yani, vatandaşlarına daha mutlu, zengin, eğitimli, sağlıklı ve güven içinde bir yaşam sağlamayı hedefleyen bir siyaset yapılabilse. Kötüsü geldiğinde, ekonomik kriz olduğunda ya da küresel bir salgın kapıyı çaldığında, “Beni yolda bırakmaz” diyecekleri bir güvenlik ağını gerebilen bir hükümet hayaliyle yola çıkılabilse; güce sahip olmanın verdiği haz bir kenara bırakılıp. Sorsanız tüm siyasetçiler bunu hedeflediklerini söyleyecekler, parti programlarında bol bol yer verdiklerini göreceğiz. Peki, öyleyse neden hala bu haldeyiz? Yöneticilerin kötü niyeti veya yetersizliği ya da kurumsal düzenlemelerin eksikliği açıklamaya yetmiyor; en gelişmiş ülkelerde bile çürümüş bir şeyler var. Sorun vatandaşı bir insan olarak merkeze alan bir siyasetin yapılmaması.

Vatandaşı insan olarak merkeze almak, onu dinlemek ve anlamak ile başlayan bir süreç. Belki aşırı popülerlikten kıymeti düşmüş gibi gözükse de empati duyabilmek için dinlemek gerekiyor. Konuşulan kişinin sadece düşüncelerini değil, duygularını ve bu duyguların nedenlerini anlamaya çalışmak gerekiyor çünkü dile getirmek bile bir tür yapabilirlik, herkes her şeyi eşit kolaylıkla dile getiremiyor, biliyoruz.  Anlamak amacıyla dinlemek, kişinin önyargılarını ve peşin hükümlerini kenara bırakmasını gerektiren bir süreç; o zaman da önce kendinize bir ayna tutmanız gerekiyor. Kendini bilmek, diğerini bilebilmek için gerekli ve ancak onunla birlikte mümkün. O zaman insanı merkeze alan bir siyaset yapabilmek için kendini sorgulamak ve yanlışlamaya açık olmak gerekiyor, siyasetçilerimizde pek görmediğimiz bir haslet bu.

İnsanı dinlemek, onun ihtiyaçlarını ve önceliklerini anlayabilmek demek. Kağıt üzerinde anlamsız gözükebilir ama kişinin neye ihtiyacı olduğunu emir komuta zinciri ile dayatmaktansa, ona sorulduğunda alınacak yanıt daha doğru ve kıymetli olabilir. En önemlisi, dinleme eyleminin de karşılıklı diyalog içerisinde gerçekleşmesini savunmak gerek, tek başına söylevler ya da monologlar yeterli değil. Vatandaşların birbirleriyle de konuşabilmelerini sağlamak önemli; bir bürokratın doktor gibi reçete yazmasından daha az etkin gibi gözükse de. Aslında insanı merkeze alan bir siyasetin inşası, bürokratik siyasetin vazettiği bütün erdemleri unutmak anlamına gelebilir.

Dinlemenin ve empatinin önemi modern çağ siyaset sınıfı tarafından pek anlaşılmamış olsa da; eli taşın altında olanlar çok uzun zamandır farkındalar ve anketlerin soru-cevap silsilesine dayanan bilgi derleme yöntemlerini terk etmeseler bile diğer yöntemlerle destekleme çabasındalar. Söyleyenin söylediği her şeyin doğru olduğunu varsayan yaklaşım ders kitaplarında kaldı, pratikte söyleneni nasıl beraber inşa ettiğimizi düşünüyoruz artık.

Sonuçta, siyaseti insan merkezli bir eyleme dönüştürebilmek hepimizin ezberlerinde kökten bir değişim yapmamız ile mümkün ancak. Bir bilen olmaktan çıkıp bir dinleyen olmak ve dinleme eylemini siyaset evinin dış kapısının mandalına bırakmak yerine en üst düzey her neresiyse o düzeyde  dinlemek gerekiyor. Bir kere dinlesek ve anlasak, insanı merkeze alan siyaseti inşa etmeye başlayabiliriz, seçim kazandırmasa da hepimiz için daha mutlu ve anlamlı bir yaşam vadedebilir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.