Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Cennetin sokaklarında

Yüzyıllar boyunca yaşayacak hatta cennette bile sürecek bir hikâye biliyorum ben. Unutulması imkansız üç cümlelik acayip bir destan bu. Ömür kadar yorucu ve lezzetli… Günlük hayatın sarhoşluğuna rağmen bir kez o hikâyeyi duyduk mu, bir yanımız onu hep hatırlayacak. Lanet gibi ama öyle de kötü değil. Sağaltan bir lanetin hikâyesi bu. Birbirimizin ne işine yarayacağımızın cevabı…

Kör bir Müslüman ile bacakları tutmayan, cüce bir Hıristiyan’ın masalını diyorum. 19.yy sonunda, Şam sokaklarında birlikte gezen iki yenilmiş, reddedilmiş, ıskartaya çıkarılmış, defolu olduğuna karar verilip atılmış can parçası… Muhammed uzun yıllar boyu Samir’i sırtında taşıdı. Caddelerde, çarşılarda, sokak aralarında hep birlikte yürüdüler. Samir’in gözleri, Muhammed’in ayakları vardı. Samir’in ayakları, Muhammed’in gözleri yoktu. Ama dünyayı cam gibi görerek yürüdüler. Biri diğerinden daha değerli ya da daha önemsiz değildi. Biri diğerinden daha az yenilmiş değildi. “Daha” yoktu onlar için; ayıptı, çok ayıp… Birlikte yürümede “daha” olmaz. Verdiğin aldığındır çünkü. Sevgi senin benim bildiğimiz iktisat hesaplarına gelmez. Sevginin ekonomi-politiği bayağı farklıdır. Verdikçe artan sonsuz bir artı değerin cevheridir o.

(Fotoğraf: Tancrède Dumas, 1889)

İki mutlak yenilmişin hikâyesini biliyorum ben. Ne zaman ayağım takılıp düşecek gibi olsam zedelenmiş, yara almış yanım onları hatırlayarak kendini onarır. Onları hayal ederim. Sırtımda bana yol gösteren yarenimi ya da sırtında oturup yolu, çukuru, engeli, zalimi kollayarak yürüdüğümüz hayali yoldaşımı… Bu hayal yolculuklarıyla, o iki garip canın kendilerini gereksiz umut masallarıyla avutmadıklarını anladım zamanla. Umut filan palavra kardeş. Gözünü kapıya dikip gelmeyecek bir postacıyı beklemektir o. Umutsuzluk bazen doğruluş imkanıdır. Umutsuz ol ve otur o mektubu kendine yaz. Gözünü kapıya dikip postacının yolunu gözleyen, tanımadığın insanların adresini öğren, onlara bir mektup yaz. Umutsuz ol ve en yakınındakiyle onar kendini. Bir kötürümü sırtına al, o senin pırıl pırıl gözlerin olsun. Bir körün sırtında otur ve ona kılavuz ol ki o seni en yokuşlu sokaklarda gezdirsin. Tek başımıza doğduğumuzu nereden çıkarıyorsun? Belki de zannettiğimizden daha kardeşizdir. Anne ayrı, baba ayrı, yol bir kardeş… Belki de birlikte yürüyebilmenin dışındaki her şey önemsiz bir ayrıntıdır. Belki de biz sırtımızdaki Samir’i yarı yolda attığımız için böyle zifiri karanlığın ortasında yolumuzu kaybetmiş haldeyiz. 

Kimsesiz iki candı Müslüman Muhammed ile Hıristiyan Samir. Biri yokken öbürü de manasızdı. İnsanların, zannettiğimiz kadar tek başına doğurulmadığını anlatmak için Şam sokaklarında, caddelerinde, kahvehanelerinde dolanıp durdular bir ömür boyu. İnsanların hiçbir zaman tam olmadığını fısıldamak için… Sonra Samir öldü. Muhammed de onu yalnız bırakmaması gerektiğini bildiği için bir hafta sonra yoldaşının arkasından gitti. Belki de cennetin yollarında yürümeyi sürdürüyorlardır. 

Onlara yeni bedenler sunan başmeleğe, “Biz böyle iyiyiz” demişler midir? Bence demişlerdir. Çünkü zannettiğimiz gibi onlar bir eksikliği tamamlamak için birbirini kullanmadı. Belki başlangıçta… Ama sonra kendi eksiklerini sevmeyi öğrendiler. Onları bir hayat boyu birlikte yürüten, kutsal bir armağandı eksiklik dediğin şey. Cennet onları baştan çıkaramaz. Onlar kendi cennetlerini yanlarında taşıyanlardandı.

“Biz eksik olarak bütünüz” demişler midir başmeleğe? Bence demişlerdir. Çünkü tam olmak diye bir şey yok ki zaten. İnsan olmak eksik olmaktır. Çünkü zaman denilen bir lanetimiz var. Ölümcül bir hastalıktır zaman. Hiçbir ağaç, panter, bina, akarsu, nükleer santral, parlamento, silah, sevişme, falafel, otomobil, AVM tam değil bu âlemde. Zamanın koynuna giren hiçbir şey sağ çıkamaz. Onun yatağında her şey kendi ölümüne gebedir. Zaman nedir biliyor musun? Azrail karikatürlerindeki o tırpan var ya, işte o zamanın ta kendisidir. Sürekli bir yanımızı budayarak bizi eksik kılan ölüm tırpanı zamandır kardeş. Eksikliğini sev çünkü hiçbir varlık buradan tam çıkamayacak. Belki kediler… Neyse konuyu dağıtmayalım, kedi başka bir masal; çok uzun… Başka bir zaman anlatırım sana kedileri. 

Başta da dedim ya, zalimlerin en büyük gücü mazlumların birbirine olan dinmeyen husumetidir. Ne zaman ki düşenler birbirine tutunup doğrulur, zulüm kendini sokan bir akrep olur. Taç düşer, taht çöker, o görkemli hanlar, saraylar harabeye döner. Kibir sahibini yere çalar. Köle yoksa efendi kendi sırtını kırbaçlar. Mazlumun olmadığı yerde zalim de barınamaz. 

Belki de omzumuzda bir Samir olamadığı için bu kadar körüz. Belki de omzunda oturup yol gösterebileceğimiz bir Muhammed’imiz olmadığı için bu kadar kötürümüz. Yalnız doğduğumuz saplantısından kurtulduğumuz zaman güzel gözlerimiz ve güçlü bacaklarımız olacak. 

Olunca hem Samir hem Muhammed olacaksın yani. Biri olunca öbürünü unutmayacaksın. Cennet dediğin, can yakan iki eksiğin kucaklaşmasıdır. Gerisi huri-nuri, geç onu. 

Şimdi umutsuzsun ya, işte cennetin kapısının önündesin. 

Çok uzun bir hikâye biliyorum ben. Unutulması imkansız üç cümlelik bir destan bu. Ömür kadar yorucu ve lezzetli… Mektup bekleyen, mektubu yazan ve postacı tek bir varlık gibi birbirine göz, ayak, yol, yoldaş olmuş bu hikâyede. Cennetin sokaklarında…

Nasıl da korkuyorlar, görmüyor musun? O garip Muhammed bir Samir bulacak diye ödleri patlıyor. Neden bunu göremiyorsun sanki? Belki de omzunda bir Samir oturmadığı içindir, hiç aklına gelmiş miydi bu? Ah be kardeş, ne kadar da eksiğiz ve eksikliğimiz ne güzel!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.